5 Şubat 2020 Çarşamba

Cemaat Olup Çıkardık Enderun'dan.

Daha Bir Dik, Daha Bir Cemaat Olup Çıkardık Enderun'dan.

             ismail özdoğan ile ilgili görsel sonucu

      Tahran’dayım, Espinas Otel’in lobisinde. Öylesine Keşaverdi Caddesi'ne bakıyorum. Azeri piyanistin parmakları kelebek gibi geziniyor piyanonun tuşları üstünde.  İdrakim başka sözleri duymuyor da aşağıdaki  mısralar tın tın çınlıyor kafamın içinde…


Dağlar başı dumandır aman Allah yandım
Yine dumandır
Ayrılığın ölümden daha yamandır,
Daha yamandır
----
Yalnızım yalnız
Yalnızım yalnız
Gel beni dertlere salan
Yakan vefasız
      Keskin buruk bir çay kokusu, haşhaşlı börek rayihası, o muhteşem eskimiş kitapların tozlu baharatı, sütlü kadayıf kokuları, sanki Beyazıt Beyaz Saray'da ramazan sofrasında iftarı beklermişçesine genzime vuruyor. Ama o iftar sofraları çok çok uzaklarda artık, Kaf dağının ardında… Burnum kanayacak galiba… Öylesine yakıcı, öylesine ağır… Gözpınarlarım tomurcuklanıyor, boğazım acıyor. Açlık ama yemekle alakası olmayan açlık mideme pençesini geçirip şöyle bir yakalayıp bırakıyor. Ama aç değilim ki ben, az önce koca bir tabak İstanbuli yedim!?
      Kara kuru Azeri piyanist benden aldığı 50 bin tümenin aşkına vuruyor piyanonun tuşlarına bu sefer:
Aman avcı vurma beni
Ben bu dağın aybalam maralıyam
Maralıyam hem yaralı
Avcı vurmuş aybalam yaralıyam
Ben “Enderuni” İsmail Özdoğan’a ağlamıyorum ki...
        Gözümdeki tomurcuklar uzuyor, uzuyor, her biri buzdan birer hançer gibi burnumu tırmalayarak kucağıma saplanıyorlar. Başımı çeviriyorum Keşaverdi caddesine doğru. Yoldan geçenlerin hepsi durmuş bana bakıyor sanki… Olmuyor, elimin tersiyle gözümü silip öylesine loş salona, lobiye doğru bakıyorum. Kara kuru Azeri piyanist şaşkın ama gururlu romantik pozlarda, aklından “gençlik aşkını hatırladı herif, ha gayret hüngür hüngür ağlatmalıyım” geçer gibi bir tonda vuruyor tuşlara, do diyezler, si bemoller havada uçuşup kafama düşüyorlar sapından fırlamış balyoz demiri gibi…
       Zihnimde ayetin güçlü ama yumuşak eli, yumuşacık kafamı okşuyor. Çok ağır bir elin şefkatle yavaşça okşaması gibi… İnna lillah ve inna ileyhi raciun… Bir daha bir daha tesbih çeker gibi mırıldanıyorum… İnna lillah ve inna ileyhi raciun… inna lillah ve inna ileyhi raciun… İnna lillah ve…
        Ben “Enderuni” İsmail Özdoğan’a ağlamıyorum ki... Hiç acımadı ki, hiç burkulmadı içim… Çünkü inna lillah ve inna ileyhi raciun… İsmail Özdoğan’ın Hakk’a yürümesine ağlamıyorum ben… Gözlerim tekrar buğular içinde kim kimdir ayıramıyorum lobide, gurub eden günden sonra akşamın alaca karanlığı içinde… Ben kendime ağlıyorum. Yalnızlıklarıma, kimsesizliklerime, sevdiklerime, sevindirdiklerime, üzüldüklerime, üzdüklerime ağlıyorum ben. İran’da, Tahran’da, şaşkın bir piyanistin tevafuk eden şarkılarındaki güftelerine Azeri lehçesinin muzipliğiyle bunların hepsini yükleyip ağlıyorum. Rahmetli Ali ihsan Yurt Ağabeyin Enderun Kitabevi’nde “ağlayamıyorsan eğer, neden ağlayamıyorum deyip ağlayamadığına ağla!” demesi aklıma geliyor, sandalyemi yola doğru çevirip bu sefer hıçkırarak ağlıyorum.
Sovyetleri biz çökerttik Enderun’da
       Galatasaray Lisesi’nde okurken can korkularıyla eriştiğimiz hafta sonlarında, gurbet ellerde cep delik cepken delik unutulmuşluğun ve yoksulluğun engin denizinde, kaçıp sığındığımız tropik bir cennet gibiydi Enderun. Tüm arsızlığımıza, taşkınlığımıza rağmen bizi her zaman yeşil hırkası ve içten gülümsemesiyle karşılardı İsmail Özdoğan. Tıka basa dolu olmasına rağmen her gelene azıcık kıpraşıp yer açılıverirdi. O kalabalık nasıl sığardı oraya hâlâ şaşarım. Enderuni İsmail Ağabey elimize haşhaşlı bir çörek, bir de mis gibi o buruk çayı verir, sonsuz bir masal dünyasının kapılarını açıverirdi. Yerine göre her dereceden akademisyenler, araştırmacılar gelirdi ve  merhum Ali İhsan Ağabey fayrap edip binbir gece masallarını gerçeğe dönüştürüverir, inanmayana çok kızardı. İnanmak zorundaydınız. Yoksa o masal gemisi asla demir almazdı limandan. O geminin itici gücü inançtı. Müslümandık, üstelik Türk’tük, neyimiz vardı ki zaten inançlarımızdan başka.
      İsmail Ağabey, o mütevazı gülüşü yüzünde sohbeti sakince dinler, kafasının not defterine notlar düşer, tartışanları galeyana getirecek bir iki yorum yapar, o hayal gemisinin kazanını daha da bir ateşlerdi. Turan’ı düşler, Vatikan’ın kızıl elma gibi kubbesinden bir anda Türkistan’da, Turfan’da gerçek elmayı ısırırken buluverirdiniz kendinizi. Geminin kaptanı Ali İhsan Yurt, dümencisi İsmail Özdoğan idi. Ben de geminin içinde oradan oraya koşturan, aklı haşhaşlı börekte, çayını yudumlayıp sancak iskele güvertede koşturan miço… Her cumartesi dünya turuna çıkılırdı Beyazıt’ta, Beyaz Saray’da Enderun’dan… İngiliz imparatorluğunu benden önce dağıtmışlardı ama Sovyetleri biz çökerttik Enderun’da. Ali İhsan Ağabey kaptanlığında çökerttik. 1970’lerde inançla tekrarlaya tekrarlaya, “zulüm abad olmaz, çökecek, göreceksiniz hepiniz, çöktüğünü göreceğiz” diyerek çökerttik. Batı’nın bu hale düşmesi de oradandır. Ömrü vefa etmedi; tayfalar, miçolar her limanda birer yâr bulup binmez oldular tekrar o gemiye, yoksa o da çökerdi. Çökertirdik. İnanıyorduk, bizim gibi inananların arasında, inancımız şahlanıp Kaf dağlarını aşıveriyordu.
Enderun iftarları herkesi toplardı Beyaz Saray’ın ortasına
       Ramazanları hafta sonunu iple çekerdik. Enderun iftarları herkesi toplardı Beyaz Saray’ın ortasına… Hawai’den Mançurya’ya ben böyle bir yemek, böyle bir kaynaşma, böyle bir mutluluk yaşamadım. 12 Eylül öncesi yılların örümcek ağı gibi her yeri kaplayan karanlığında, at izi ile it izinin birbirine karıştığı yıllarda mutluluk kaynağımızdı Enderun. Hafta içi hayatın ezdiği herkes oraya gelir, dağarcığında ne varsa ortaya dökerdi. Cevapsız soru kalmazdı. Herkes daha bir dik, daha bir enerji dolu, daha bir cemaat olup çıkardı Enderun’dan.
      Bize bunları yaşattın, mekânın cennet olsun. Allah sana gani gani rahmet eylesin. Cenab-ı Allah Enderun’daki “Dahilek Ya Resulallah” lafzı hattının aslına vasıl olup Resulullah (SAV)’ın nurlu halkasına girmeyi müyesser eylesin, O’na komşu olmayı nasip etsin sana.
      İsmail Ağabey, sen bakma bana, Tahran’da bir otel lobisinde gurbet depreşti içimde… Kendime ağlıyorum ben. Haşhaşlı böreğe, sütlü kadayıfa, damak buran çaya ağlıyorum. Bunlarda derin emeği olan İsmail Ağabeyin eşinin elini eşimle ziyaret edip öpememiş olduğuma, ondan bari bir helallik almamış olduğuma ağlıyorum.
      İşte öyle… Görüşmeyi yeis ve ümitle umduğum o mutlak güne kadar kabrin cennetten bir köşe olsun, seni hiç ama hiç unutmayacağım.
Tahran, 5 Eylül 2012


Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
Haldun Lengerlioglu