31 Mart 2023 Cuma


Hayat ve ölüm.

     Hayat ona hep güldü. Tüm güzellikler onun için yola çıkmıştı. Sanki birbirleriyle yarış ediyor gibiydiler. Çok sevilen biriydi. Bunun için de özel bir çaba sarf etmesi gerekmiyordu. Hani şu herhangi bir yerde öylesine duran, ancak tüm çiçeklerin gelip yanı başında bittiği, sarmaşıkların sanki sarılacak başka bir dal veya ağaç yokmuş gibi gelip etrafına gelip sarıldığı bir çit direği gibi. Ne yapsa, ne etse, yeni tanıştığı, veya bir yerden geçerken selam verdiği herkes onunla beraber olabilmek, çevresinde yer almak, şakalarına tanık olmak için can atıyordu hep. Hele o gülüşü yok muydu, hele birden patlayan kahkahası, kuru toprağı yarıp aşan çaylar dereler gibi, telaşla ve sevecenlikle ona doğru akıyordu hep. Çok mutlu biriydi haliyle. Öz güveniyse tavan üstü tavana cihannüma inşa eden cinstendi. Çok seveni vardı, çok sayanı, onunla bir iki dakika beraber olmak için canını verecek kadar kendinden geçen cinsi latifler de vardı. Attı mı kızlardan birisini Harley Davidson Road King'in arkasına, şöyle bir turladı mı sahilde, bir kere geçti mi sosyete kafesinin önünden, artık o kızın yükselişini kimse durduramazdı. O kız da sırası geldiğinde kendisinden öncekiler gibi aylarca anlatırdı yaşadığı kısa maceradan aldığı müthiş zevki.

“Ay kızlar nasıldı hiç tahmin edemezsiniz, sanki gökyüzünde uçuyordum“

“Deme yahu “

“Yok, canım, uçmak ne demek ben de biliyorum zevkin doruklarında kalbi duracakmış gibi, her an yere düşüp çakılacakmış gibi. Ota mota ne gerek var, takıl adama hayatını yaşa“

“Ah yaşatsalar keşke, annem hep peşimde kene gibi, ben de çok isterim oysa o motora bir defacık olsun binebilmeyi“

Meşhur olmuştu haliyle en çok kızlar arasında, yeni yeni ergenlikten kadınlığa geçenler arasında. Bazılarındaysa kadınlığa geçiş törenini o hazırlamıştı. Hangi kıza şöyle göz ucuyla bir baksa,  koşup gelirdi hep baktığı.  Arkasına alıp önce motorunda bir tur attırmıştı sonra da evine götürüp yatağında ota bile gerek olmadan gökyüzünde şehvetin en şiddetlisini yaşatmıştı icabında.

Yediği önünde, yemediği arkasındaydı. Hayat hep ona gülmüştü. Şanslı doğan veletlerdendi vesselam. Açlık ne, yokluk ne hiç mi hiç bilmemişti. Çalışmak sözü ise lügatinda olmadığı gibi hayatına da hiç mi hiç uğramamıştı. Büyük babası yedi sülalesine yetecek bir miras bırakmıştı babasına. Babası da bir iki dükkânın, birkaç dairenin tüm gelirini biricik oğluna bırakmıştı. Yakışır mıydı şimdi Şevki Efendiye oğlunu yoklukla terbiye etmek. Okumak istememişti hergele. Çok sıkılmıştı sınıflarda, o dar sıralarda, tebeşir kokusundan rahatsız olmuştu her kullandığında. Özel okul denemişlerdi, o da kesmemişti oğlanı. Sonra başka zevkleri ortaya çıkmıştı, yurtdışı diye tutturmuş, haydi git o zaman demişti. On yıl kadar San Francisco’yu mekân tuttuktan sonra dönüp geri gelmişti. Orada müzik yapmayı öğrenmişti. Metroda, sokaklarda müzik yaparak epey de para kazanmıştı. Haydan gelen huya gider misali hepsini de bir güzel yemişti. Kenara bir kuruş bile bırakmamıştı. Nasıl olsa babası zengindi, nasıl olsa annesi biricik oğluna her şekilde koltuk çıkardı. Bugüne dek asla elini üstünden çekmemişti. Bir iki güzel hit parçası olduğu da söylenirdi hep. Kim dinledi o parçaları kim karar verdi iyi olduğuna hiç bilinmedi bu güne kadar. Bazı sanatçıların çıkışını sağlayan çok revaçta parçaların da asıl sahibinin o olduğu söylenir dururdu ne hikmetse. Şan, şöhret ve parayla işinin olmadığı bir efsane gibi söylenir olmuştu hep.

Madem adam olmaya niyeti yoktu, o zaman uzak dursundu anadan babadan. Zaten oğlanın da aman anamla babamla beraber olayım, onların dizlerinin dibinde oturayım diye bir niyeti hiç mi hiç yoktu. Uzaktaki dairelerden birisinin içindeki kiracısı hızlı bir şekilde çıkarıldı, kısa bir tadilattan sonra içi döşendi. O sağ biz selamet misali herkes kendi yoluna dendi.

Zaten hayatı hep şamataya, gırgıra meyyal olan biriydi oldum olası. Geri dönüp geldikten sonraysa daha da artmıştı bu vurdumduymazlığı, hayata karşı aldırmazlığı. Her şeye gülüp geçmeleri daha da büyüdü, kök saldı. Ruhunda demek ki hep gülücük, hep iyimserlik üreten gizli bir merkez vardı. Hayatını hep istediği gibi yaşamıştı. Dünyasının kapısı sadece kendisine huzur, mutluluk ve zevk verenlere açıktı. En ufak bir hatada yanlış yapanı hayatından silip süpürür çöpe atardı sonsuza dek. Nice genç kızın canını yakmış, ahını almıştı. Görenler, bilenler, onca ahın nasıl oluyor da çıkmıyor olmasına hep şaşırıp kalmışlardı bugüne kadar. Demek ki her şey bu dünyada diyenler doğru söylemiyorlardı. Demek ki bazı şeylerin hesabı o bilinmez âlemlere kalıyordu. Her şey demek ki yapanın yanına kar kalıyordu. Adalet sadece güzel bir kelimeydi. Başka şehirlere kaçanlar mı, ülkeyi terk edenler mi, kapısında paspasın üstünde günlerce uyuyup bir yudum sevgi dilenenler mi, sonunda bir dokunuşa, bir bakışa kananlar mı dersiniz hepsi vardı hayatında. Ahını aldıkları say say bitmezdi. Ya ne demeli delirip hastanelere yatanlara,  sağlığına kavuştuktan hemen sonra, onca köteği yiyip hiç mi hiç uslanmamış arsız talebeler gibi tekrar önüne atlayıp yatağında soluğu alanlara. Haklıydı haliyle kendisince hayata bu denli iyimser bakabilmeye, hayatı zerrece ciddiye almamaya. Zaten kendisini çelik zırhlarla korumuyor muydu? Çocukluğunda anne ve babası korumuştu. Ailede, çevrede olup biten hiçbir kötü olaydan haberi bile olmamıştı. Ruhu duymamıştı çevresinde olup biteni. Kim öldü, kim kaldı, kim doğdu, asla bilmedi. Ona söylenmedi. Aman paşam mutsuz olmasın, ruhu kararmasın.

Paşa oğullarının yüreği yanmasın diye nice sonra söylemişlerdi dedesinin öldüğünü. Duyduğunda önce ne diyeceğini bilememiş, öylece şaşırıp kalmıştı. Elleri başında tuhaf bir şekilde tutacak saç aramıştı. Anne ve babasının öyle kayıtsız durması cesaret vermişti sanki kendisine. Demek ki ölenle ölünmüyordu, hayat devam ediyordu. Ana ve babasının yüzlerine bön bön bakmakla yetindi.

““Ya dedem öldü demek ki“

“Seni üzmek istemedik oğlum, annenle böyle bir karara vardık“

Daha o akşam âlemlerin âlemini yaşattı kendisine. Öldüyse dedesi ölmüştü. Zaten ne kadar çok görüyordu ki. Bayramdan bayrama. O da burada olursa. Zaten son on yılda taş çatlasa üç dört defa görmüştü o da biraz annesinin zorlamasıyla. Ayıp olmasın diye gitmişti her defasında. Sokaktaki herhangi bir insandan ne farkı vardı ki dedesinin. Anılarında zerre yeri yoktu, nasıl silinmişti, kim silmişti bilmiyordu, belki de ortak yaşadıkları hiç bir anı yoktu. Anlamsızdı. Belki de hiç düşünmediği için unutulup gitmişti kısa sürede dedesi. Annesi de babası da nedense yanında hiç dedesinden bahsetmemişlerdi. Sanki dedesi hiç yaşamamış gibi davranmışlardı hep. Ninelerini ise hiç mi hiç hatırlamıyordu. Hayal meyal bazı resimlerini görmüş olduğunu hatırlıyordu ama hepsi de eski tozlu anılar arasındaydı. Tıpkı dedesinin hatıralarında olduğu gibi eski tozlu raflara kaldırılmış ve çoktan unutulmuştu.

Anasının cenazesine dek hiçbir cenaze törenine katılmamıştı. Kimse de gel dememişti zaten. Ona göre işler değildi bunlar cenaze töreni, mezarlık, kalabalık ortamlar, tanımadığı onca insan, onlarca insanla  konuşma, ellerini sıkmak, zerre katlanabileceği işler değildi. Zaten kimse de ondan hazzetmezdi gitse bile. Dönüp bakarlardı haliyle önce atkuyruğu saçlarına sonra da uzun ince sallanan metal küpelerine. Dar deri ceket ve pantolonunu da görmezlikten gelemezlerdi. Yaz kış fark etmez kıçında dar siyah deri bir pantolon, üstündeyse beline dek inen yine siyah deri bir ceket olurdu hep. Olmazsa olmazı ise bu kıyafetini tamamlayan sivri uçlu hafif topuklu kovboy çizmeleriydi.  Bir anlam veremezlerdi elbette yaz günü giyilen sivri uçlu kovboy çizmelerine. Çizmelerini San Francisco’dan almıştı, ne olur ne olmaz diye iki çift de yedek almıştı gelmeden. İhtiyaç olursa nasıl olsa oralarda çok arkadaşı vardı, birisinden isterdi, elbette getiren olurdu. Artık o kadar da bir hatırı olsundu.  Kızlar en çok saçlarına, bir de kovboy çizmelerine bayılıyordu. İlk katıldığı cenaze töreni annesininkiydi. Gasilhanede yıkamaya çocuğunu çağırırlar diye duymuştu ama erkek olduğu için girmemişti. Kadın olmadığına ilk defa o gün çok şükretmişti. İçeriye girecek, annesini yıkayacak. Aman Allah’ım demişti belanın en büyüğünden kurtuldum. Düşündükçe ilk defa yüz kaslarının gerildiğini hissetmişti, bekleme koridorundan, kaçar gibi hemen arka tarafa bakımsız bahçeye atmıştı kendisini. Eliyle yoklayıp cebinden sigara paketini çıkarmış, sigarasını tam yakmış ve ancak bir iki fırt çekmişti ki babasının kendisine seslendiğini duydu

“Oğlum gel hele, anana son vedanı et. Son kez yüzünü gör“. Bir an durakladı, ne diyeceğini kestiremedi. Hayır demek olmazdı. Nihayetinde annesine son görevini yerine getirmeliydi. Anası ona hiçbir zaman hayır dememişti, bir dediğini iki etmemişti asla, bir veda edecek kadarlık da olsa bir hatırı olmalıydı.

“Hemen geliyorum baba!“ diyebildi ancak.

Sigarasını yere attı, çizmesinin ucuyla büyük bir hırs ve sinirle sigara izmaritini un ufak edercesine ezdi.  Koridora girdiğinde, ilk soldaki kapının önündeki plastik perdeyi aralamış olan görevliyi gördü.   Haydi, bir an önce gir içeri der gibi ona bakıyordu.  Teneşir tahtası diye bir söz duymuştu daha önceden. Ne olduğunu hiç mi hiç merak etmemişti. İlk defa buraya gelince tekrar aklına geldi bu kelime. Herhalde ıslanmaktan rengi atmış, yıkanıp temizlenmekten yer yer incelmiş, orasında burasında delikler açılmış bir tahta olmalı diye düşünmüştü. Öylesine durduk yere aklına bir de teneşir paklasın dendiği geldi. Bu cümleyi de annesi sanki kızdığı kişiler için kullanıyordu. Bu söz ağzından her çıktıktan sonra ardından da “iptal, iptal“ demeden geri kalmıyordu. Sanırsın bir sipariş vermiş sonra da vaz geçmişti, dileğinin iptali için iptal! İptal! diyordu. Anasına kim beddua etmiş olabilirdi ki. Kimseye bir zararı olmamıştı, kimseyi gücendirmeden, kimseyi kırmadan kendi hayatını yaşamıştı. Henüz çok erkendi tahtalıköyü boylaması. Küçücük odamsı yere girince şaşırdı. Tahtadan bir masa yoktu ortada ölü yıkamak için. Ne tuhaftı. Annesi kundaklanmış bir çocuk gibi, kocaman bir mermer bir tezgahın üzerinde öylece yatıyordu. Annesini hiç böyle kundaklanmış olarak düşünmemişti. Çok tuhafına gitti.  Başucundaki kadın yanıma gel der gibi, işaret ediyordu. Tereddüt etti. Haydi, ama daha sırada yıkanmayı bekleyen çok insan var deyince annesinin başucuna yöneldi. Annesi sıkı sıkıya kundaklanmış bir bebek gibi orada öylece önünde yatıyordu.  Mermer tezgahın üzerinde yatanın annesi olduğuna inanmasına aslında bin şahit bile yetmezdi. Ne sarı saçları, ne kalkı düzgün burnu ne de yeşil gözleri görünüyordu. Onlardan en ufak bir emare bile yoktu.  Sürekli gülen ve mutluluk saçan gözleri kapanmıştı. Uyurken bile çok güzel olan annesinin gözlerine sanki bilmediği bir soğukluk çökmüştü. Sanki büyük özenle sarılmış gibiydi ve sadece göz kısmı açıkta bırakılmıştı. Eğildi annesinin göz kısmına daha yakından baktı.   Gözleri yumuşacık kapalı, sadece kirpikleri görünüyordu, derin bir uykuya yatmış uyanmaya hiç mi hiç niyeti yokmuş gibi orada öylesine herşeyden bîhaber gibi, soluk krem-beyaz bir yüzle yatıyordu. Kalk eve gidelim dese kalkıp yerinden kendisiyle eve dönecek gibiydi sanki. Sesini duyar mıydı bu derin uykuda? Annesinin ölümünden sonra geriye aklında hep bu sahne kaldı. Dumanlı gecelerde, şafağa doğru uykuya dalmak üzereyken, hep odasından sessizce çıkıp zihninde gasilhaneye, annesinin yanına gitti. Annesinin kapalı gözlerine bakıp, kirpiklerine takılıp kaldı hep. Sonrası yoktu. Sanki tamamen unutmuştu. Cami avlusuna girilfdiğinde sanki annesinin yüzü  tamamen kafasından silinip gitmişti. Biraz ötesinde musalla taşındaki cenaze, yüzünü hiç görmediği, sesini hiç duymadığı biri gibiydi artık. Mezara da beyaz kefen içinde tanımadığı birini indirmişlerdi. Adını bile bilmediği birisinin üzerine zorla bir iki kürek toprak atması için ne çok ısrar etmişlerdi. Hepsi çok tuhaftı. Ne işi vardı o cenazede anlamıyordu. Bir türlü anlamıyordu. Neden tanıdığı tanımadığı bir sürü insan gelip ona baş sağlığı diliyordu. Defnedilen o kadar mı yakınıydıki? O da oraya onlar gibi tanıdığı birinin cenazesine son görevini yerine getirmek için gelmemişmiydi? Hepi topu buydu. Demek ki kendisini bir başkasıyla karıştırıyorlardı. Oysa biriyle karıştırılacak kadar da sıradan birisi değildi ama. Velhasıl durum çok tuhaftı. Bunların beynine oksijen gitmiyor herhalde dedi, kendini buna inandırdı. Damağında bir karıncalanma, kolları uyuşmuş, her gelenin elini otomatik olarak sıkıyordu.

Uzun sürmemişti annesini tamamen unutması. Hiç mi hiç aklına gelmiyordu. Yine de bazen keyiften uçup gittiğinde, herhangi bir yerde sızıp kaldığında sanki bulutların arasından bakıyormuş gibi, çok uzaktan sisli puslu aynalar içindeymişçesine annesinin gasilhanedeki hali geliveriyordu gözünün önüne. İfadesiz göz kısmı, kapalı kirpikler. Hafifçe yattığı yerden kalkıp eliyle o kirpiklere dokunmak istiyor ancak elini uzatınca görüntü bulanıp kayboluveriyordu. Gözünü kapatıp tekrar görmek istese de, hemen yeniden derin bir uykuya dalıyordu. Çok sürmüyordu annesiyle ilgili gerçekle hayaller arasında gidip gelmesi. Ne oluyorsa da nedense hep geceleri oluyordu. Zira gündüzler zaten hep geç kalkıyordu. Kendisine geçe kuşu diyorlardı.  Kanadı yoktu uçmuyordu ama yine de hoşuna gidiyordu kuş olarak tarif edilmesi. Anasının vefatının üstünden daha beş ay geçmemişti ki bu defa da babasının vefat haberi geldi. Kalp krizi geçirmiş. Olduğu yerde kalmış öyle. Sigarasından bir iki fırt çekmiş, sonra aman sağlığa zararlı bu kadarı yeter deyip sigarasını küllükte sündürmüş, çikolatasını yemiş, keyif kahvesinden bir yudum daha çekmiş. Elindeki kahve fincanını yanındaki masaya koymak üzere sağa doğru döndüğünde fincan elinde olduğu yere düşüp kalmış. Bunları evin emektarı anlatmıştı. Koşmuş gelmiş gürültüyü duyunca ne oluyor diye. Kendisi o ara toz almakla meşgulmüş. Sadık bey! Sadık bey! Diye seslenmiş yanı başında. Cevap alamayınca anlamış bir terslik olduğunu. Hemen ambulans çağırmış. Eve geldiklerinde çoktan ölmüş olduğunu söylemişler. Ambulans biraz da geç gelmiş. Maç mı ne varmış, bir de üstüne üstlük yolda bir de bir kaza olmuş, trafik bir felaketmiş. 

Babasının yıkanma işinde ailenin tek erkek çocuğu olma sıfatıyla mecburen yıkamaya girmek zorunda kalmıştı. Daha önce annesinin yıkanmasında hızlıca girip çıktığı aynı yıkama yerinde babasının yıkanma işine başından sonuna iştirak etmişti. Korkarsanız ayaklarından tutun diyen ölü yıkayıcıya çocuk muyum der gibi bakmıştı. Sonra da korkmam demişti. Kurulmuş makine gibi yıkıyorlardı babasını. Sanki pamuklu bezlere sarmışlardı. Sormak öğrenmek istiyordu, soramadı haliyle. Ancak çalışanlardan birisi eline aldığı bir pamuk parçasını yan yatırmış olduğu ve belden aşağısı dizlerine dek kapalı olan babasının altına sokup eli boş çıkınca merak edip sormuştu ne yaptığını. Yıkayan açıklamıştı, içindekiler dışarı çıkmasın diye altına pamuk yerleştirdiğini söylemişti. Anlamıştı babasının altına çocuk bezi  gibi pamuk yerleştirdiklerini. İçi bir tuhaf olmuştu.

Sonra olup bitenleri tamamen unuttu. Unuttu, ölü babasına nasıl son bir kez baktığını, hızlıca nasıl vedalaştığını. Cami avlusunda durup öyle kimlerle zoraki tokalaştığını, babasının arkadaşlarından gelenlerle neler konuştuğunu. Hafızasından tamamen sildi mezara tabutun nasıl indirildiğini, üzerine nasıl birkaç kürek toprak attığını. Unutuldu haliyle uzak akrabaların ısrarı ve yönlendirmesiyle evde nasıl taziyeleri kabul ettiği. En çok belediye ve komşulardan gelen yemekleri gelenlerin nasıl iştahla yendiğini de unuttu.  Babasıyla ilgili hiç mi hiç bilmediği anıların anlatıldığını. Rahmetli ne kadar iyiydi deyip durmadan hep aynı olayları anlatan yaşlıların komik durumlara düşmelerini. Unuttu gerçekten kısa bir süre sonra. Babasını da unutuyordu neredeyse annesini unuttuğu gibi. Hele babası öldükten sonra artık annesinin son halini de hatırlamıyordu. Kapalı gözlerine baktığı o son hali artık çok uzak bir hayaldi, sanki gördüğü kötü bir rüyadan arda kalandı. Sonsuza dek sürecek değildi elbette hatırlaması. Eninde sonunda bir gün babasını da unutacaktı. Yas dediğin de nihayetinde ömür boyu değildi ancak birkaç aydı. Çok yaklaşmıştı gerçekten babasını unutmaya ki hiç beklemediği bir anda bir gece gelip yeniden içinde dirilivermişti babasının ölümü. Bir akşam hem de keyfi pek yerindeyken, daha önce hiç dinlemediği bir şarkıyı dinledikten sonra, içi sonsuz bir ilhamla dolmuş ve yepyeni bir şarkının notalarını hayata geçirmek üzereydi. Hızlı ve neşeli başlıyorken notalar, birden bire ağır ve hüzne dönüyordu duyguları. Hüzün başta zaten ağır giderken daha da ağırlaşıyordu. Anlamıyordu. Hızlı ve akılda kalıcı bir parça çıkarmak istiyordu.  Dinlediği ve kendisine ilham veren şarkı ne kadar canlıydı oysa. Dinlediği ve beğendiği şarkıdan daha canlı bir parça yapmak istiyordu. Yazdıklarını yırtıp attı birkaç defa.  Yeniden başladı yazmaya. İlk satır capcanlı derken ikinci satır makberden de öte deyiverdi. Ne olduğunu anlayamadı. Bu çok bildiği kullandığı bir kelime değildi. Neden çıkmıştı öyle ağzından makber sözü. Makber deyince babasını hatırladı. Hatırladığına şaşırdı. Hatırladıkça kendi ölümünü düşünür oldu. Düşündükçe gidip gidip kendisini gasilhanede yıkanma halinde hayal etti. Hayal ettikçe sinirleri bozuldu, sinirleri bozuldukça daha da sardı ota, rahatlarım diye düşündü. Düşündüğü gibi olmadı. Döndü dolaştı ölünce her hâlükârda poposuna, bebek bezler gibi, pamuk konacağına taktı kafayı. Düşündükçe dehşete düştü, sonra dehşeti gitgide büyüdü. Aklı almıyordu bir türlü bir gün göçüp gittiğinde bu dünyadan son anlarında hiç mi hiç tanımadığı insanlar soğuk bedenini yıkayacaklar, amma illa sonunda onun da poposuna pamuk mu koyacaklardı? Demek ki öldükten sonra hiç mi hiç hükmü kalmayacak. Yattığı yerden kalkıp dokunmayın bana diyemeyecek.  Benim vücudum benim kararım diyemeyecek. Bu düşüncenin dehşetinde, cehennemlerin cehennemini yaşamaya başladı. Bu kabullenebileceği bir şey değildi. Düşündükçe günler haftalar boyu delirecek gibi oldu. Sokağa çıkmayı, kızları peşine takmayı bıraktı. Hatta otu da bıraktı. Kendisini başka dinlerin ölüm defin törenlerinin derinliklerini araştırırken buldu. Sonunda anladı ki öyle din değiştirmek veya bir mezhepten diğerine geçmek pek de kolay değildi. Öteki inanışlar daha da uzak geliyordu ona şimdi, öyle oldum demekle olunmuyordu. Oysa çok isterdi, başka bir mezhebe veya dine ait olmayı ve içine korku salan bu törenden kurtulmayı. Bir kapana sıkışmış kalmış gibiydi. Yaralı bir hayvan gibi hissediyordu kendini. Zihni çalışmayı bırakmıştı çoktan. O eskinin berrak mı berrak, duru mu duru zihni kaybolmuştu epeydir. Artık eskisi gibi çok ot da kullanmıyor, eskisi gibi geceleri sabaha kadar oturup gündüzleri uyumuyordu. Nihayet sıradan insanlar gibi olmaya karar vermişti. Ben de mi öleceğim diye düşündüğü de olmuyor değildi, son zamanlarım mı acaba diyordu. Ne çok düşünür olmuştu ölümü. Ölümden sonrasını, kulaktan duyma bilgilerle günahlarının ne denli büyük olduğunu. 

Ünlülerin akın ettiği, yeni yetmelerin de onları görmek, onlara biraz yakın olmak için akın akın gittiği kahveye de epeydir gitmez olmuştu. Bir sabah yatağından fırladı. Rüyasında Goncagül gelmiş, boğazını sıkıyordu. Hayal meyal hatırladı Goncagül’ü. Gelse şimdi aslında zerre tanımazdı. Ancak rüyasında görünce hemen tanımıştı. Fakir bir ailenin kızıydı Goncagül. Canını yaktığı diğer tüm kızlar gibi kaderine razı olmak istememişti. Günlerce yoluna çıkmış, kapısının önünde beklemişti. Birazcık bir ümit, ufacık bir kabullenme için. Bir kâğıt parçası gibi beni fırlatıp attın ama hamileyim çocuğunu da mı atacaksın demişti. Kızım manyak mısın ne çocuğu demişti. Kızı eliyle itmiş, avucuna da bir tomar para sıkıştırmıştı. Git aldır çocuğu demişti. Benden sana yar olmaz, sen gibi varoşdan da bana yar. Geceler bir kâbus olmuştu artık. Uyumaya korkar olmuştu. Artık Goncagül sadece boğazını sıkmıyor, ellerini, kollarını kesiyor, etlerini lime lime ediyor, yıkamadan canlı canlı kendisini bir battaniyeye sarıp bir çukura atıyordu. Ama her defasında poposuna daha büyük pamuk parçaları yerleştirir olmuştu. Pamuk parçaları içindekilerin tazyikle dışarıya fışkırmasına engel olamıyor, yeniden ve yeniden defalarca daha büyük bir pamuk parçası gerekiyordu. Her uyanışında ölsem de kurtulsam der olmuştu. Sonra aklına günahlarından arınmak gelmişti öyle nasıl geldiyse. Acaba sorsa soruştursa Goncagül’ü bulabilir miydi? Goncagül’den af dilese, ayaklarına kapansa, artık gelip rüyalarına girmez miydi?

     Tam uyuyacaktı ki yataktan fırladı. Pijamalarını çıkarıp yatağın üzerine fırlattı. Her zamanki gibi deri pantolonunu, deri ceketini giyindi, içinde mavi kısa kollu bir tişört vardı. Aynada kendisine baktı. Hala çok hoşum dedi kendi kendine. Çizmelerini ayağına geçirdi. Aynada kendisine son kez baktı. Atkuyruğunun lastiğini daha sıkı olan bir lastikle değiştirdi.  Bileklerine zincirlerini geçirdi. Yeni bir şarkının namelerini mırıldanarak binadan çıktı. Uzun süredir motorunu ihmal etmişti. Harley bıraktığı yerde tozlanmış gelip parlatmasını bekliyordu sanki. Silip parlatacak hiç zamanı yoktu doğrusu. Başına kaskı geçirdi, gaza bastı motor ben buradayım henüz ölmedim der gibi ortalığı titretti. Sesiyle gecenin karanlığını yırtıp geçti. İstikamet kahve dedi. Oraya doğru sürdü. Goncagül’ü soruşturmaya oradan başlayacaktı. Şu saatlerde bile hâlâ tıklım tıklım dolu olan kahvehaneye yaklaşınca motorunu deniz kenarında yakın bir ağacın altında park etti. Kontağı kapadı. Bir ayağını yere atmıştı ki kafasında müthiş dayanılmaz bir acı hissetti.  Yandım Allah! diyerek çığlık attı, eliyle tutunmaya çalışırken, yere düştüğünü, mıcırların deri pantolonun üstünden dizlerine battığını hissetti, sonra yıldızlı bir gecenin koynuna atlar gibi yumuşadı herşey, yere boylu boyunca uzandı.

   Gün doğarken şehrin uzak bir mahallesinde hırsızlar gece çaldıkları Harley Davidson’u parçalara ayırıyorlardı. Sahibini baygın bir şekilde denize atmışlardı ama ne olur ne olmaz diye yine de motordan kurtulmaları lazımdı. Aynı saatlerdeyse, denize atıldıktan kısa bir süre sonra boğulan motorcunun cesediyse akıntının sürüklediği kocaman bir yığın halindeki molozlara takılmış, bilinmedik  yerlere doğru akan suyla sürükleniyordu.

 

Ataşehir, 29 Mart- 2 Nisan 2022