26 Kasım 2020 Perşembe

 



Doğan Kardeş doğdu mu, eceli geldi öldü mü?


İlkokula başlayıp da okuma yazmayı da öğrenince, annemle her sokağa çıkışımızda dükkanların ve esnafın tabelalarını bağıra bağıra okurdum. Merhume, zavallı anneciğim utanır, bir türlü bağırarak tabela okumama engel olamaz nihayet beni yolun ortasında yalnız başıma bırakıp kaçarak uzaklaşırdı. Ben eve gidene kadar yoldaki bilâ istisna bütün tabelaları bağıra bağıra, heceleye heceleye okur, salakça bir mutlulukla eve dönerdim. Hala tabelaları okumadan geçemem. İçimden tabii ki. Hatta yaş ilerleyip gözlerim bozulduğunda farkına vardım ki etrafımda, yakınımda veya uzağımda olup da okuyamadığım bir şey olursa aşırı tedirgin ve mutsuz oluyorum. Yakın gözlüğü tak, saate bak, çıkar. Tekrar tak, tabela oku. Çıkar. Tak, markette etiketleri oku, sonra çıkar. İmdadıma sevgili Şafak Karslıoğlu yetişti. Dedi ki progresiv geniş band diye bir mercek var uzak gözlüğü çıkar, yakın gözlüğü tak, yakın gözlüğü çıkar, uzak gözlüğü takdan kurtuluyorsun. Yalnız, dedi, ben de alacağım, sana reçeteyi yazıyorum ama almak için benden haber bekle. Çünkü bu gözlüğe alışması uzun sürüyormuş sıkıntı olursa sana haber vereceğim. Aradan aylar geçti Şafak tan bir haber yok. Sonra bir gözlükçüde denk geldi reçeteyi verdim fiyat sordum. Adam bana bir fiyat çekti ama oldukça yüksek bir fiyat idi. Şafak' a telefon ettim hemen. Yahu dedi, ben çok zor alıştım. Bak sonra bana söylenme, ama alışınca çok rahat dedi. Bir de o gözlükçü çok pahalı söylemiş benim bir gözlükçüm var 1/3 fiyatına yapar dedi. Hemen adresi alıp o gözlükçüye gidip gözlüğü yaptırdım. Herkesin en az 1 ayda alıştığı merceğe alışmam bir hafta bile sürmedi. Çok rahat ettim. O zaman farkına vardım ki yakın çevremde olup da okuyamadığım bir yazı olduğunda bilinçli veya bilinçsiz çok bunalıyorum. Allah Şafak dan razı olsun.

Ne yazacaktım nereye geldik laf uzadı. Hayatımda ilk aldığım dergidir Doğan Kardeş. Ama ilkokulda harçlığım yeni sayılarını almaya yetmezdi de eski sayılarını alırdım. Doğan Kardeş haftalık bir dergi idi ve 50 kuruştu. Benim harçlığım ise günlük 25 kuruş idi. 10 kuruştan 2 küçük simit ve 5 kuruşa 1 gazoz alırdım hergün okul kantininden. Gazetecilerde satılırdı Doğan Kardeş'in eski sayıları. Alır hemencecik merakla okurdum her satırını tek tek. O zamanlar Doğan Kardeş 32 sayfa küçük bir kitap hacminde çıkardı. İçinde herşey vardı. Bir de kitaplar yayınlardı Doğan Kardeş. İlk okuduğum kitap da Doğan Kardeş yayınlarından Noktacık ve Anton du. Çok hoşuma gitmişti. Okuma zevkim ve aşkım Doğan Kardeş'le başladı diyebilirim. Daha sonraları ilkokulda okul kütüphanesine dadandım. Acıklı bir kitap okuduğumda da ağlardım. Hem kendime kızardım ama hem de kendimi tutamaz ağlardım. Annem de denk gelirse, benim ağlamama üzülür oturur beraber ağlardık, ben acıklı kitabın konusunu salya sümük hüngür hüngür ağlayarak anneme anlatırdım. Annem de dayanamaz muhtemelen benim duygusallığıma ağlar, tombik yanaklarından gözyaşları süzülürdü. Hele hiç unutmam, Ömer Seyfettin'in Kaşağı isimli hikayesini okuduğumda, bütün gün benimle uğraşmış akşama kadar fasılalarla beraberce hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra, salya sümük ağlamıştık. Hey gidi çocukluk hey...

Doğan Kardeş'i unutmak mümkün değildir o zamanlar çocuk olanlar için. Yazı ağırlıklı olan dergi daha sonraları çizgi roman ağırlıklı hale geldi. O zamanlar artık param yetiyordu ve her hafta çizgi romanların devamını merak edip alıyordum. Televizyon yoktu, bilgisayardan haberimiz bile yoktu. Özellikle uzun yaz günleri asla bitmek bilmezdi. Çorlu'da bütün Camî-i Atik mahallesinin altını üstüne getirir, sataşmadık kimse bırakmaz, tavanlı çeşmede su doldurmaya gelen kızları, musluğun altına başparmağımla işaret parmağımı açıp gerdirdikten sonra araya çeşmenin açık musluğunu denk getirip tazyikli suyu yönlendirerek ıslatır, kızlardan, babalarından veya ağabeylerinden yakalanırsam dayak yiyip eve dönerdim. Gün bitmek bilmezdi. İki katlı ahşap ve cumbalı evimizin merdiven üstüne gelen, kimsenin kolayca giremediği, eskiden yatak yorgan konulan bir yüklüğü vardı. Oraya annemin Singer marka dikiş makinasından yürüttüğüm helezon kablolu lambasını çekmiş, bütün kitaplarımı oraya yığmıştım. Merdiven küpeştesinden zıplar, yüklüğün pazen kumaştan perdesini çeker, kitaplara gömülürdüm. Çoğu zaman vaktin nasıl geçtiğini anlamaz, annemin akşam yemeğine çağıran sesiyle hayal dünyasından çıkar gerçek hayata dönerdim. O yüklükte Jules Verne'leri, Ömer Seyfettin'leri, Reşat Nuri'leri, John Steinbeck'leri, hatta ve hatta o kalınlığına rağmen Kültür Bakanlığı Yayınları'ndan  Herman Melvill in Beyaz Balina'sını okuduğumu hatırlıyorum.

Doğan Kardeş yakın zamanda tekrar yayınlanmaya başladığında hemen gidip aldım. Galatasaray Lisesinin karşısındaki Yapı ve Kredi Bankası kitaplığından. Bir baktım ki yetişkin çizgi roman dergisi olmuş. Hemen yayın yönetmenini aradım. Epey bir şikayetimi ilettim. Adam dinledi dinledi ama sonra bana karşı atağa geçip, zamanında almadınız, sizin yüzünüzden kapandı dergi, deyiverdi. Şimdi de isim hakkını kaybetmemek için çıkarıyorlarmış. Bellli bir sene çıkarmazsanız isim tescilden düşüyormuş ve başkası o isimle başka bir dergi çıkarabiliyormuş. Ama, ama dedim o bir çocuk dergisi adıydı. En azından adını Doğan Kardeş koysaydınız ama altına da yazsaydınız. Büyüdü karı kız kovalıyor diye!

5 Şubat 2020 Çarşamba

Cemaat Olup Çıkardık Enderun'dan.

Daha Bir Dik, Daha Bir Cemaat Olup Çıkardık Enderun'dan.

             ismail özdoğan ile ilgili görsel sonucu

      Tahran’dayım, Espinas Otel’in lobisinde. Öylesine Keşaverdi Caddesi'ne bakıyorum. Azeri piyanistin parmakları kelebek gibi geziniyor piyanonun tuşları üstünde.  İdrakim başka sözleri duymuyor da aşağıdaki  mısralar tın tın çınlıyor kafamın içinde…


Dağlar başı dumandır aman Allah yandım
Yine dumandır
Ayrılığın ölümden daha yamandır,
Daha yamandır
----
Yalnızım yalnız
Yalnızım yalnız
Gel beni dertlere salan
Yakan vefasız
      Keskin buruk bir çay kokusu, haşhaşlı börek rayihası, o muhteşem eskimiş kitapların tozlu baharatı, sütlü kadayıf kokuları, sanki Beyazıt Beyaz Saray'da ramazan sofrasında iftarı beklermişçesine genzime vuruyor. Ama o iftar sofraları çok çok uzaklarda artık, Kaf dağının ardında… Burnum kanayacak galiba… Öylesine yakıcı, öylesine ağır… Gözpınarlarım tomurcuklanıyor, boğazım acıyor. Açlık ama yemekle alakası olmayan açlık mideme pençesini geçirip şöyle bir yakalayıp bırakıyor. Ama aç değilim ki ben, az önce koca bir tabak İstanbuli yedim!?
      Kara kuru Azeri piyanist benden aldığı 50 bin tümenin aşkına vuruyor piyanonun tuşlarına bu sefer:
Aman avcı vurma beni
Ben bu dağın aybalam maralıyam
Maralıyam hem yaralı
Avcı vurmuş aybalam yaralıyam
Ben “Enderuni” İsmail Özdoğan’a ağlamıyorum ki...
        Gözümdeki tomurcuklar uzuyor, uzuyor, her biri buzdan birer hançer gibi burnumu tırmalayarak kucağıma saplanıyorlar. Başımı çeviriyorum Keşaverdi caddesine doğru. Yoldan geçenlerin hepsi durmuş bana bakıyor sanki… Olmuyor, elimin tersiyle gözümü silip öylesine loş salona, lobiye doğru bakıyorum. Kara kuru Azeri piyanist şaşkın ama gururlu romantik pozlarda, aklından “gençlik aşkını hatırladı herif, ha gayret hüngür hüngür ağlatmalıyım” geçer gibi bir tonda vuruyor tuşlara, do diyezler, si bemoller havada uçuşup kafama düşüyorlar sapından fırlamış balyoz demiri gibi…
       Zihnimde ayetin güçlü ama yumuşak eli, yumuşacık kafamı okşuyor. Çok ağır bir elin şefkatle yavaşça okşaması gibi… İnna lillah ve inna ileyhi raciun… Bir daha bir daha tesbih çeker gibi mırıldanıyorum… İnna lillah ve inna ileyhi raciun… inna lillah ve inna ileyhi raciun… İnna lillah ve…
        Ben “Enderuni” İsmail Özdoğan’a ağlamıyorum ki... Hiç acımadı ki, hiç burkulmadı içim… Çünkü inna lillah ve inna ileyhi raciun… İsmail Özdoğan’ın Hakk’a yürümesine ağlamıyorum ben… Gözlerim tekrar buğular içinde kim kimdir ayıramıyorum lobide, gurub eden günden sonra akşamın alaca karanlığı içinde… Ben kendime ağlıyorum. Yalnızlıklarıma, kimsesizliklerime, sevdiklerime, sevindirdiklerime, üzüldüklerime, üzdüklerime ağlıyorum ben. İran’da, Tahran’da, şaşkın bir piyanistin tevafuk eden şarkılarındaki güftelerine Azeri lehçesinin muzipliğiyle bunların hepsini yükleyip ağlıyorum. Rahmetli Ali ihsan Yurt Ağabeyin Enderun Kitabevi’nde “ağlayamıyorsan eğer, neden ağlayamıyorum deyip ağlayamadığına ağla!” demesi aklıma geliyor, sandalyemi yola doğru çevirip bu sefer hıçkırarak ağlıyorum.
Sovyetleri biz çökerttik Enderun’da
       Galatasaray Lisesi’nde okurken can korkularıyla eriştiğimiz hafta sonlarında, gurbet ellerde cep delik cepken delik unutulmuşluğun ve yoksulluğun engin denizinde, kaçıp sığındığımız tropik bir cennet gibiydi Enderun. Tüm arsızlığımıza, taşkınlığımıza rağmen bizi her zaman yeşil hırkası ve içten gülümsemesiyle karşılardı İsmail Özdoğan. Tıka basa dolu olmasına rağmen her gelene azıcık kıpraşıp yer açılıverirdi. O kalabalık nasıl sığardı oraya hâlâ şaşarım. Enderuni İsmail Ağabey elimize haşhaşlı bir çörek, bir de mis gibi o buruk çayı verir, sonsuz bir masal dünyasının kapılarını açıverirdi. Yerine göre her dereceden akademisyenler, araştırmacılar gelirdi ve  merhum Ali İhsan Ağabey fayrap edip binbir gece masallarını gerçeğe dönüştürüverir, inanmayana çok kızardı. İnanmak zorundaydınız. Yoksa o masal gemisi asla demir almazdı limandan. O geminin itici gücü inançtı. Müslümandık, üstelik Türk’tük, neyimiz vardı ki zaten inançlarımızdan başka.
      İsmail Ağabey, o mütevazı gülüşü yüzünde sohbeti sakince dinler, kafasının not defterine notlar düşer, tartışanları galeyana getirecek bir iki yorum yapar, o hayal gemisinin kazanını daha da bir ateşlerdi. Turan’ı düşler, Vatikan’ın kızıl elma gibi kubbesinden bir anda Türkistan’da, Turfan’da gerçek elmayı ısırırken buluverirdiniz kendinizi. Geminin kaptanı Ali İhsan Yurt, dümencisi İsmail Özdoğan idi. Ben de geminin içinde oradan oraya koşturan, aklı haşhaşlı börekte, çayını yudumlayıp sancak iskele güvertede koşturan miço… Her cumartesi dünya turuna çıkılırdı Beyazıt’ta, Beyaz Saray’da Enderun’dan… İngiliz imparatorluğunu benden önce dağıtmışlardı ama Sovyetleri biz çökerttik Enderun’da. Ali İhsan Ağabey kaptanlığında çökerttik. 1970’lerde inançla tekrarlaya tekrarlaya, “zulüm abad olmaz, çökecek, göreceksiniz hepiniz, çöktüğünü göreceğiz” diyerek çökerttik. Batı’nın bu hale düşmesi de oradandır. Ömrü vefa etmedi; tayfalar, miçolar her limanda birer yâr bulup binmez oldular tekrar o gemiye, yoksa o da çökerdi. Çökertirdik. İnanıyorduk, bizim gibi inananların arasında, inancımız şahlanıp Kaf dağlarını aşıveriyordu.
Enderun iftarları herkesi toplardı Beyaz Saray’ın ortasına
       Ramazanları hafta sonunu iple çekerdik. Enderun iftarları herkesi toplardı Beyaz Saray’ın ortasına… Hawai’den Mançurya’ya ben böyle bir yemek, böyle bir kaynaşma, böyle bir mutluluk yaşamadım. 12 Eylül öncesi yılların örümcek ağı gibi her yeri kaplayan karanlığında, at izi ile it izinin birbirine karıştığı yıllarda mutluluk kaynağımızdı Enderun. Hafta içi hayatın ezdiği herkes oraya gelir, dağarcığında ne varsa ortaya dökerdi. Cevapsız soru kalmazdı. Herkes daha bir dik, daha bir enerji dolu, daha bir cemaat olup çıkardı Enderun’dan.
      Bize bunları yaşattın, mekânın cennet olsun. Allah sana gani gani rahmet eylesin. Cenab-ı Allah Enderun’daki “Dahilek Ya Resulallah” lafzı hattının aslına vasıl olup Resulullah (SAV)’ın nurlu halkasına girmeyi müyesser eylesin, O’na komşu olmayı nasip etsin sana.
      İsmail Ağabey, sen bakma bana, Tahran’da bir otel lobisinde gurbet depreşti içimde… Kendime ağlıyorum ben. Haşhaşlı böreğe, sütlü kadayıfa, damak buran çaya ağlıyorum. Bunlarda derin emeği olan İsmail Ağabeyin eşinin elini eşimle ziyaret edip öpememiş olduğuma, ondan bari bir helallik almamış olduğuma ağlıyorum.
      İşte öyle… Görüşmeyi yeis ve ümitle umduğum o mutlak güne kadar kabrin cennetten bir köşe olsun, seni hiç ama hiç unutmayacağım.
Tahran, 5 Eylül 2012


Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
Haldun Lengerlioglu

8 Ocak 2020 Çarşamba

Şemsiyeli Meydan.






Şemsiyeli Meydan.               
     Uçağın tekerlekleri yere yumuşacık değiverdi. Hemen anladım ki pilot ordudan yetişme bir Türk tür. Dünyada böyle yumuşacık inenler sadece askerlikten ayrılmış  Türk pilotlarıdır. Almanlar uçağı yere çarparak bir inerler ki çakıldık sanırsınız.
     Hayır diyeceksiniz ki;
- Zaten THY ile seyahat etmiyor muydun pilotun Türk olduğunu yeni mi anladın?
- Evet ama bazen yabancı kökenli pilot da çalıştırıyorlar.
- Tamam olabilir ama uçak havalanırken kaptan pilotların kim oldukları anons edilmiyor mu ki sen   
   anca inerken anladın pilotun Türk olduğunu?
- Evet ben kalkıştaki anonsları da uyarıları da pek dinlemem. Uyumuşum besbelli. Niye kurguda illa 
   bir hata bulmaya çalışıyorsunuz anlamış değilim?

     Neyse  uzatmayalım bu yumuşak inişin arkasından kabin amirinin cilveli sesi şakıdı hoparlörlerden. Koridordaki koltuğumdan yanımdakine rahatsızlık vermemeye çalışarak göz ucuyla eğilip pencereden dışarıya baktım. Hava puslu ve yağmurluydu. Eşimin zorla elime tutuşturduğu yağmurluk geldi aklıma sevinçle. Nedense asla şemsiye taşıyamıyordum. Dağınık bir adamdım ve belki şimdiye kadar 20 ye yakın şemsiye unutmuştum sağda solda. Uçak pistte taksi yaparken telefonumu açtım. "Vassap" dan eşime uçağın indiğini bildirdim kısa ve öz bir şekilde:

“İndim.”

      Gideceğim adrese bir daha baktım. “La Plaza del Sombrilla. Calle de Salazar, nu: 5.”      Şemsiye Meydanı veya Şemsiyeli Meydan, Salazar Sokağı numara 5. Yazları çok sıcak olduğundan mı yoksa kışları çok yağmurlu olduğundan mı şemsiyeli meydan bilemedim. Bilirsiniz şemsiye  arapça bir kelime, güneşten koruyan  manasında. Biz yağmurda da kullanıyoruz diye umarım araplar kızmıyorlardır. Adresteki "Sombrilla" herhalde gölgelik anlamında arapça aslına uygun şemsiye olsa gerek diye düşündüm.

     Uçak bir müddet pistte bekledikten sonra nihayetinde körüğe yanaştı. Herkes yavaş yavaş ayaklanıp üst dolaplardan valizlerini ve diğer eşyalarını alıp koltuklara çarpa çarpa kapıya doğru ilerlemeye başladı. Uçaktan indikten sonra pasaport işlemlerini bitirip kendimi havaalanından dışarı zar zor atabildim. Hava kararmış Yağmur daha da bir şiddetlenmişti. Çıkışta üstü kapalı bir yerde olmama rağmen rüzgarın savurduğu yağmur damlaları sert bir şekilde yüzüme çarpıyordu. Taksi kuyruğuna girdim ve biraz eski model ama genişçe temiz bir taksiye kapağı attım. Valizlerimi bagaja koyan şoför direksiyona geçince elimdeki kağıttan, hani İspanyolca yı çok iyi bilirmişim de azıcık uzak kalmışım gibi hafifte aksan yaparak  “Alla La Plaza del Sombrilla kapitano per favor!” demiş bulundum. Şoför aynadan beni birine benzetmiş gibi şöyle bir müddet süzdü. Hiç üzerime alınmadan pencereden dışarı bakmaya koyulmuştum ki ilk trafik lambasında durduğumuzda çarpıcı soru Türkçe olarak geliverdi.

-Abi memleket nere?
-Denizli liyim sen nerelisin? 
 Deyiverdim cevaben.
      O da Denizli liymiş, 22 senedir buradaymış. Önce bir beyaz eşya fabrikasında işçi olarak çalışmış, emekli olunca çocuklar okuduğu için burada kalmış. Çocuklar okulu bitirince hepsini alıp tekrar memlekete dönecekmiş. Kadınlar burada çok fenaymış. Oğlanları gavur kızlarına kaptırmak istemiyormuş. Hepsini helal süt emmiş bir kızla Türkiye de evlendirecekmiş. Hatta 2 sini Denizli den evermiş şimdi 3 üncü oğlan okulu bitirsin diye bekliyormuş. O da okulu bitirince ver elini memleket bir daha asla buralara geri dönmeyecekmiş. İlk başlarda burada kaçak işçi olduğundan vize problemleri sebebiyle babasının cenazesine çaresizlikten gidemediğine nasıl ağladığını, memlekette kaçırdığı akraba eş dost düğünlerini, buraya gelmeden önce yeni yetme delikanlıyken köydeki evin etrafına diktiği ceviz ağaçlarını, üzüm asmalarını, akasyaları, bıldır kötü hastalıktan kaybettiği 40 yıllık eşini, küçücük bir çocukken akasyaların çiçeklerini çiğ çiğ  nasıl yediğini, karnının nasıl ağrıdığını, sınıf arkadaşları ile komşunun bahçesinden nasıl iğde aşırıp hepsini ağızlarına attıktan sonra püskürte pürkürte nasıl konuşmaya çalıştıklarını, buz gibi pınarlardan artezyenlerden  nasıl terli terli su içip yaz günü zatürre olduğunu, kızamık olduğunda annesinin yedirdiği kızamık şekerlerini üşenmeden, acele etmeden, tek tek, iç çekerek, sesi titreyerek anlattı. İnadına ağırdan alarak, kısa olması gereken o yolculukta aracımızı trafik lambalarının hep kırmızı yananına denk getirerek, hayat hikayesini iştiyakla nefes almadan uzun uzun, ayrıntılarında gönülden kaybola kaybola anlattı. Şemsiyeli Meydan a gelmemiz çok ama çok vakit aldı. Anladım ki beni en uzun yollardan dolaştırarak getirdi. Huylandım da gözüm taksimetreye gidiverdi hemen. Taksimetreye baktığımı görünce elinin tersiyle düğmesine basıp kapatıverdi.
- Ne yapıyorsun yahu? Diye bir hışım gayri ihtiyari bağırıvermişim. 
   Mahcub bir ifade ile, hafif kızararak ;
-Yanlış anlama ağabey, kusura da bakma, senden de ücret mi alacağım kırk yılda bir ilk defa binlerce kilometre öteden, kendi memleketimden denk gelmiş benim arabama binmişsin, ayıp olmaz mı?
   Demesin mi?
   Düşündüklerimden utandım, pek çok utandım, illa  vermek için israr ettiysem de  paramı almaya ikna edemedim. Ön koltuğun üzerine bıraktığım banknotu karvizitini ekleyip zorla ceket cebime tekrar soktu. Akşam vaktim olursa aramamı tembih etti.
    Ne olduğumu şaşırdım. Sadece benim yüzümden tuzlu tuzlu süzülen o sağanak yağmurun altında, kolumda buruş buruş bir yağmurluk, bir türlü karşıya geçemediğim sürekli yeşil yanan bir trafik lambasının dibinde, o yeşil şemsiyeli meydanda şaşkın, şoförün 55 yıllık hayat hikayesi Ağrı Dağı gibi sırtımda, omuzlarım düşük, ezilmiş bir üzüm tanesi gibi, tekerleklerinden etrafa tertemiz berrak sular saçarak uzaklaşan taksinin arkasından öylece bakakaldım gavur ellerinde,



Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
SSS
Lenger.

"Yeni başlayanlar için Kapital - Karl Marks"



"Yeni başlayanlar için Kapital - Karl Marks"

Bana bir kitap reklamı geldi.

Şöyle diyor tepedeki reklam bandında :

    "Kapitali sizin için mangalaştırdık!" 


    Tabir benim değil inan olsun! Sağda Karl Abi'min resmi var solda da adam yiyen bir eşek resmi!? Ne demekse artık. İllüminati midir nedir? Aman dağlara taşlara!? "Yeni başlayanlar için Kapital - Karl Marks" yazıyor. Tamam bunu anladık. Benim merakım eski başlayanlar hakkında daha çok. Eskiden başlayanlar ne yapar? Başladıklarını bitirebildiler mi aceb? Keynesçi filan mı oldular.? Yoksa Tibet de Nirvana'ya mı vardılar? Yoksa marksist guru olup güzel güzel kapitalistler mi oldular? Bilen varsa yorumlasın. Galiba kapitalistliğin ilk adımı da kapitali okuyup çok iyi anlamak. Bakıyorum şimdinin en azılı kapitalistleri zamanın en azılı komünistleri idiler ve işçi sınıfına karşı her türlü tedbiri itinayla alıyorlar bu günlerde. Derslerini iyi çalışmışlar demek ki. Hani kung fu filmlerinde ustanın 2 çırağı olur. Derken hoca birisine fazla ilgi gösterir de öteki kıskanıp kötü adam olur. Ama sonunda iyi çırak kötü çırağı döver ve film mutlu sonla biter. Fakat bu komo'nizm işinde ne olduysa gördüğümüz hep kötü çırak iyi çırağı dövüyor. İyi çırak olmak yetmiyor demek ki, ev ödevini iyi yapmak, dersleri iyi çalışmak  gerekiyor. Öyle vassap veya feysbuk sitesine girip Darvin’in maymunları muhabbetiyle bu iş bitmiyor. 

      Zaten hep şu dikkatimi çekmiştir. CHP si de, TKP si de, ÖDP si de en edebi lafi kim soyler, en mevzun heykeli kim yontar, en baba resmi kim yapar, en güzel kim şiir okur tepişmeleri arasında gündemi kaybetmiş vaziyetteler. Sağcıların  alayı da bu sanat manat işlerini akşamdan akşama pavyon muhabbeti gibi dinlerler, eğlenirler. Solcular bohem zevksizliği içinde debelenirken  en güzel kızları en güzel evlerde en güzel dekorasyonda oturtur, gündüz manyak gibi dünya işlerine dalıp malı götürürler. Tüm çalışanları da hani "komonist" olmasa da mutlaka sosyal demokrattır. İşleri de halkın değerlerine saldırıp milleti sağcı patronun kümesine doğru kışkışlamaktan öteye gitmez.  Neyse bu ayrı bir yazı konusu.

    Oldukça mizahi bir durum var. Buraya almayacağım. Meğer koca Kapital başlı başına bir mizah kitabıymış da haberimiz yokmuş. Ama durun, güldürürken öğretiyor. Eğitici de yani. Gidin siteye okuyun artık bir zahmet. Bunlar da kesinlikle benim tabirim değil, bilginiz ola. Diyorum ki 1 er tane alıp eşe dosta düğünde bayramda seyranda doğum gününde hediye etsek bu hale düşmezdi koskoca Kapital. Mangalaştırılmışmış?. Vesubhanallah! Ben bu anime mangayı başka yerlerden de tanırım, ama nerden tanıdığım sizi ilgilendirmez. 


Vah ki eyvah! Eyvah ki tüh tüh tüh... Yazık.

      Ben de Moskova baskısı vardir Kapital'in, ingilizce . Rus konsolosluğundan binbir korku ile 1976-77 de mektepte okurken almiş idim. Yani hadi ordan be sen ne anlarsin demeyin. Hatta ilk cumlesi de aklimdadir: " Workers of the world, unite! You have nothing to loose but your chains!"

    diyecektim ama o zaman bir kapital alana 1 manifesto bedava promosyonuyla verdikleri Manifesto nun da önsözü imiş meğer. Gerçi bu duruma bakıp aman ne entel dantel adam damgası da yemek istemem esasen. Hani bizim ki ideolojiden, entellikten felan değil. Düpedüz varolmanın dayanılmaz hafifliğinden. Şöyle kaldıracaksın yakasını pardösünün, duvar kenarından sinsi sinsi ilerleyeceksin, okul önünde simitçinin seni gözlediğini, gazete satıcılarının senin hakkında not alıp merkeze ilettiklerini, Beyoğlu manyağı kılığında sivillerin takip ve tarassutu altında taciz edildiğini, filistin askılarında ,  telefonların manyetosundan verilen elektrik akımını  hayal ederek bir adrenalin şelalesi içinde Rus konsolosluğuna girip , kırmızı kaplı kızıl kitapları gazete kağıdına sarıp alıp çıkacaksın. Çaktırmadan okula sokacaksın, dolaba saklayacaksın. Sağcı arkadaşın görmeyecek vay komünist mi oluyorsun, davadan mı dönüyorsun; solcu arkadaşın görmeyecek vayy her şeyi öğrenip ajan mı olacaksın tehditlerine muhatap olmayacaksın. Kolay iş de değildir hani. Sent  Antuvan kilisesinden mum aşırmanın kesmediği adrenalin bağımlılığına “goldın şat” gibi bir şey. Te be heyy! Nerden bileceksiniz siz bunu. Pley steyşın mı vardı o zamanlar.

 Neyse ihtiyarladık ama gene de bırakmam ulan güzelim komo'nizmi komo'nistlerin eline! Asimetrik masimetrik, düşman müşman, Stockholm sendromu, derin bir bağ oluşmuş aramızda meğerse. Nasıl adrenallerim depreşti inanamazsınız. Buyurun, buyurun okuyun, yazıklar olsun hepimize. Ne günlere kaldık ey gazi hünkâr, kapital manga olmuş, kimler defterdar!


"Yeni başlayanlar için, Resimli Kapital, Karl Marks." mış.





    Neyse taktım ben bu yeni başlayanlar lafına. Hani sosyalleşme çabası içindeki yeni yetmenin "Eee? Ben pilates e gittim, biraz yelken de yaptım, satranç da biliyorum, o zaman bir Kapital kusur kalmıştı parmaklamadığım ona başlıyayım ama aniden ağır gelmesin ufak ufak başlayalım." ına muhatap bir şey demek ki bu Mangalaşmış kapital. Kendilerini mürşit yerine koyup aydınlatmacılığa soyunanlar da herhalde şöyle düşündüler. Peki tamam hiçbir şey için çok geç sayılmaz, evet eskisinden bir bok anlamadı terbiyesizler, İngiltere’de de beceremediler gitti. Madem İngilizlere anlatamadık, bir bakalım siz yenilerde deneyelim şansımızı. Yenisiniz ya, pek de ağır olmasın şöyle hafif hafif çizgi roman şeklinde başlayalım, anime mangalardan bir alışkanlık vardır zaten, yormasın sonra daha kalın bir şeye geçeriz. Olmadı bir George Politzer Felsefenin Başlangıç İlkeleri patlatırız. Ama bu sefer yağma yok, öyle boktan tercümelerle kafa öpmelere  son. Bu sefer trafik işaretleri ile kolay anlatım. Aman siz zorlanmayın, her şeyi yavaş yavaş öğreteceğiz size. Yahu ne çekmiştim bu George Politzer‘ den. Okumasan lümpen olacaksın, parti kızacak ; okusan bir şey anlamadım desen herkes anlamış ama sen  anlamamış  geri zekalı durumuna düşeceksin. En temizi okuyup anlamış gibi yapmak ama ben oku oku bir şey anlamadım ve anlamadığımı da dışa vurdum. Netice: yahu lanet olsun içimizdeki ideolocya sevgisine deyip beni aralarına kabul etmedi yoldaşlar. Eee biz de boyalı kuş gibin' nasyonalist felsefeye vurduk kendimizi? O kolay bir şey, yok öyle kitap okumalar falan. Yahudileri sevmiyorsun, Atatürk ü çok seviyorsun, Nutuk'u okumana falan da gerek yok, vatanı milleti çok seviyorsun, bir de lider ne derse he diyorsun. Çok kolay. Ha nedir lan o nasyonalcilik derseniz bildiğiniz ulusalcılık canım, yerseniz. 

     Bu nedir yahu? Neye başlıyoruz da yeni başlıyoruz.? Eskiden başlamış da alışmış olanlara dozaj hafif mi  gelir ?  Okuyamayacak mıyız? Hani siz artık kaşar olmuşsunuz bu sizi kesmez bu yeni yetmeler için ufaktan alışsınlar ama, aniden çarpılmasınlar. Ama tehlikeli tarafı da  yok değil bu yaklaşımın ya anlarlarsa okuduklarını?  Bu işin raconu okuduğunu anlamamaktan geçer. Bu ideolojik işlerde eleman okuduğunu anladığı anda iş biter. O yüzden bizde lümpen proletarya okumaz iman eder, tenten proletarya ise okur ama okuduğundan her biri başka bir şey anladığı için 85 bin fraksiyona bölünürler. Gerçi anlayanların da çok derin şeyler anladıkları gün gibi açıktı bir zamanlar, benim anlamazlığım  gerzeklikten. George dan felsefenin temelini kapan inşaata başlıyor kısa zamanda felsefenin gecekondusunu yapıp üstüne 5. fraksiyondan kaçak kat bilem çıkıyordu. Zaten sonradan anlaşıldı bendeki eksiklik. Ben dislektik ve uzun yazı okuma  özürlü imişim meğerse. O yüzden şimdi görsel anime manga yapıyorlar. Haydi bakalım hayırlısı, bu sefer kesin anlarım inşallah da 52 yaşımda hala boyalı kuş olmaktan kurtulur normal kuzgunların arasına dönerim. Amin! 


     Bir de bu "Das Kapital" veya George Politzer i okuyanlar onu böyle pazar dergisi veya cumhuriyet gazetesi ile kaplanmış olarak okurdu. İşin usulü buydu o zamanlar. Öyle kitapları, mizanpaj sız kapağı açıkta okumak büyük mürüvvetsizlik sayılırdı. Hani gören olursa kapağını okuyup canları çekip de bir yerleri şişmesin  bir şey olmasın, onun için ne olduğunu anlamasın misilli, gizli gizli okunurdu kenarda köşede. Entel bir havası da vardı tabi, esrarengiz karizmatik bir hava verirdi etrafa öyle gazete kağıdına sarılı kitap okumalar. Tütün gibi, kiloluk şarap gibi kafa yapan bir şeydi mübarek. Gençler özenip de başlarını belaya sokmasınlar terbiyesiyle şarap bira ve kitap da kese veya gazete kâğıdına sarılı olarak tüketilirdi o zamanlar. Bugünlerde kitaplar pek bir açıldı saçıldı ama şaraplar ve biralar kese kâğıdında parklarda mesture geziyorlar. Bir de okuyanların ayrıca yüzlerine bütün ezilen dünya işçilerinin kekremsi acı ifadesini yerleştirmesi de adettendi ve kitap bitene kadar da öylece kalırdı. Gerçi bu kitap yeni ufuklar açtığı için mi olurdu yoksa gri hücreleri aşırı zorlamadan mı meydana gelirdi pek anlayamadım ben. Dedim ya pek zeki biri değilim esasen. Çünkü ben zorlanırken zorlanırken aks kesmiş, netice de tam tersi bir kulvara yuvarlanıp, siyasi eğitim zayiatı boyalı kuş olarak olarak kayıtlara da geçmişim kendiliğimden. 

Herkes bilir bir Ziya Utine (koysunlar diyeceğim – ki kendisi öyle derdi.- ama ulan kazara okur mokur gelir koyar              diye  tırsıyorum o yüzden de bir şey  demiyorum.) diye bir abimiz vardı üst sınıflardan. Meşhur Serçe Ziya. Etüt Abisi                olarak gelirdi benim 2 inci 7 inci sınıfta. Etütde elinde bir kitap, Cumhuriyet Gazetesi ile kaplı. Saklıyor fellik fellik. Ama ne saklamak, hani mini etek giymiş genç kızın eteklerini ikide bir çekiştirip daha fazla dikkat çekmesi gibi. Ense den şöyle        bir bakmaya çalışıyoruz ama, şaplağı da yiyoruz. Eee öğrenmemiz de lazım ne okuyor bu Serçe?. Besbelli elbette ki  "Tabu" yayınlarından "Fırıncının Kızı Anjelika, Sıcak Sıcak" serisini okuyor ama etütde de olmaz ki? Çoluk var çocuk var. Neyse bize sökmez elbette, allem ediyorum kallem  ediyorum getiriyorum Serçe Abimi ketenpereye, bir hafta sonu kapıyorum kitabı
çaktırmadan, bir kuytuda taaak açıyorum kapağını kitabın. Şaak okuyorum, yazarı Jack London, Bu yeni Tabu yayınları yazarlarından demek. Kitabin adi da Demir Ökçe. Demir Ökçe dediğin şöyle ince uzun bir zenne topuğu, eh ben de üstüne kalçalara kadar uzanan fileli çorap hayal ediyorum. Ağzım kulaklarımda tamam diyorum  fetiş bir durum var anlaşılan. Ablada demir ökçe var, file çoraplar bizden olsun, bir de eline kırbacı verdik mi kim tutacak demir ökçeli ablayı ama, yahu oku oku, yok Şikago diyor, sendikalar diyor, sarı sendika diyor; tamam diyorum demir ökçeli sarışın abla  sendika başkanının metresi, şimdi iş tutacaklar; ulan olmuyor. Yok komün diyorlar, hah diyorum şimdi komün olarak eyleme geçecekler, derken işçiler isyanda diyorlar uzadıkça uzuyor iş. Kitap bitiyor. Yahu arada tek satır parça yok. Boşuna okuduk mu sana koca 300 sayfalık kitabı? Gerçi bu Jack London terbiyesizini bir yerlerden tanıyorum. Necip Bey in bana eskiden verdiği Yanan Gün isimli bir kitaptan. Orada da alev saçlı gerzek bir altın arayıcısını, borsayı, Alaska yı falan anlatıp bir türlü sadede gelememişti, uyanmam lazımdı ama uyanamadık tabi o zamanlar cahildik, ideolojik formasyonumuz da henüz tamamlanmamıştı. Bir de kendi kendime diyorum ki Necip Rusçudur ama bu Amerikalı herifin kitaplarını bana niye veriyor ajan mıdır nedir diye kıllanmışlıklarımız da yanımıza kar kalıyor vesselam. Galiba, işte ben orada komonizmi amerikalıdan öğrenirken bu durumlara düşüp faşo ama sempatiğinden falan oldum gibi geliyor şu anda.

Üstüne üstlük Serçe Ziya Utine, ben koyunca kitabını masasının üstüne, durumu çakozluyor, ama kitap okumuş entel velet muamelesi görüp  şefkatli kısa bir  şaplakla yırtıyoruz işi. Eeee hey gidi günler hey. Bu komonizmin bende fetiş çağrışımlar yapması da buraya dayanıyor anlayacağınız.

Neyse, ama George Politzer Felsefenin Başlangıç İlkelerini de trafik işaretleri ile görsel emojili falan, kolay anlatım manga anime yapar araya 2 de "nü" parça koyarlarsa bu sefer tamam, kesin bunca zaman anlayamadığım  gomonist felsefeyi kesin anlayıp gomonist olacağım arkadaşım! Politbüro bir daha nerde toplanıyor haber verin, komonist tofılına girip diplomamı alacağım bu sefer. Geç olsun güç olmasın. Azimliyim, kararlıyım bu sefer tamam diyorum, yeter artık nereye kadar kardeşim bu örümcekli sağ ideolojilerle?

Yahu bu arada Gomonist Star Alaturka yapar mi bu TV ler, hem reyting olsun hem millet bilinçlensin hesabi.... Olur mu olur!


Kalin saglicakla,

 



Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

SSS
Lenger.

p.s. (post scriptum yani eski dilde hamiş) aman diyorum sakın ha, bu yazı düşündürürken güldüren bir yazıdır ciddiye alip da karşı cevap mevap yazmayasınız. Yazıktır hepimize...

GALATASARAY PİLAVI


"LÖPORTAJ."

Yer : GSL bahçesi.  Muhabir GSL li bir Delikanlı ile pilav da sohbet ediyor. 

Muhabir: Efendim, yine geleneksel bir pilav günündeyiz bize biraz GSL geleneklerinden bahsedebilir misiniz?

 Delikanlı : Pilav bizim en önemli geleneklerimizden bir tanesidir. Malum Biz 500 yıllık bir camiayız. Galatasaraylılar olarak  geleneklerimize çok düşkünüz. Hatta bu yüzden bilir misiniz bilmem, bizim sene de 2 “pilav”ımız vardır. Yaz pilavı, kış pilavı. Şimdi bir pilav daha ihdas etmeyi planlıyoruz. .

Muhabir : Nasıl yani?

 Delikanlı : Şöyle yani. Sene sonunda yaz pilavı, sene başında da kış pilavı bir de ortaya kuş pilavı yapalım istiyoruz şubat ayında. Kolestrolü olan abilerimiz var onlar için beyaz etli bir kuş pilavı diyoruz. Daha sonra da her ay bir pilav yapalım istiyoruz. Yaz pilavı, kış pilavı, ortada kuş pilavı ocak ayında taş pilavı, sonraki ay pilav üstü yarım baş pilavı yanında paça çorbası.

 Muhabir : Nohutlu pilav da düşünür müydünüz? Ben çok severim de.

 Delikanlı : Tabi neden olmasın. Biz 500 yıllık bir camiayız!

 Muhabir : Efendim bir de Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyeti ve dış temsilciliklerinizde düzenlenen pilavlar olduğunu duyuyoruz. Hatta en son Paris de yapılan pilavla ilgili bir takım dedikodular var.

 Delikanlı : Aman efendim hepsi GS ı çekemeyen düşmanımız olan dış mihraklar ve onların yerli işbirlikçileri tarafından uydurulmuş saçmalıklar, inanmayınız.  

 Muhabir : İşte bir striptizciye kucak dansı felan yaptırılmış.

Delikanlı: Evet ben de bu kucak dansı iddiasına gelecektim.  Biz doğaya olan saygı ve sevgimiz hasebiyle orantısız zekamız ve aynı derecede orantısız bir masumiyetle, içinde bulunulan mevsime atfen karpuz ve kavuna bir gönderme yaptık.

 Muhabir: Nasıl yani?

 Delikanlı: Yani bu yüksek sanatsal performansı gerçekleştiren hanıma dikkat ederseniz alt takımlar karpuz ve üst takımlar kavun yönünden maşallah manav tezgahı.

 Muhabir : Eee?

Delikanlı : Şimdi karpuzu kesince ne görürsünüz? Kırmızı değil mi? Peki kavunu kesince? Sarı. Sarı kırmızı size bir şey söylüyor mu? Unutmayın biz 500 yıllık bir camiayız.

Muhabir : Tamaam anladım. Sarı Kırmızı… Bravo iyi düşünülmüş te… Kucak dansı niye.

 Delikanlı : Efendim, anlamiyacak ne var o da bütün sarı kırmızı camiayı kucaklıyoruz demek. Biz 500 yıllık bir camiayız. Ayrıca bunlar olaya nasıl baktığınıza bağlı. Biz 500 yıllık bir camiayız. Mesela bizim okulda  sinema sanatına verdiğimiz öneme  binaen yaptığımız bir çalışma vardır. Federico Fellini yi bildiniz mi ? Hah onun meşhur bir Amarcord filmi vardır. Hani yere para atar da hatunlar diz kırmadan yerden bu paraları toplar.?

Muhabir :Evet?

Delikanlı : Bu da bizim her seneki geleneklerimizden olup Federico Fellini bu sanatsal hadiseyi bizden apartmıştır. Biz biliyorsunuz 500 yıllık bir camiayız. Biz de ilk başlarda para ile yapıyorduk ama bazı bayan arkadaşlar aldıkları paraları geri vermeyi unuttuğundan(!), biz bunu yere tahta silgisi atarak yapıyoruz. Çok geleneksel sanat  performanslarımızdan biridir bu. Tahta silgisini yere atmak suretiyle bayan arkadaşlardan diz kırmadan silgiyi almalarını bekleriz. Ki hepsi zerafetlerini bu çalışmaya borçludurlar. 

Şimdi de ayrıca kız ve erkekler arasında yeni bir sanatsal performans üzerinde Acun’la çalışıyoruz. Eserin adı “Survivor Abuse-at-teen”.  Hatta bu konuda idare ve hocalarımızdan da destek alıyoruz. Okulda kendi aramızda sürdürdüğümüz ferdi ve zaman zaman idare memurlar ve hademeler işbirliğiyle yaptığımız çalışmalar neticelenince hep beraber ver elini Bolivya Survivor adası!

 Muhabir : Peki peki anladık tamam,  bunları geçelim, eski mezunlar için de bazı aktiviteleriniz oluyor mu?

 Delikanlı:  İyi hatırlattınız buna benzer mesela mezunlarımıza yönelik de performanslarımız var. Bizim bir lokalimiz var biliyorsunuz. İstiyoruz ki mezun kız arkadaşımız ba(ğ)yanlar okul döneminde alıştıkları geleneksel aktivitelerden mahrum kalmasınlar, bu nostaljiyi yaşasınlar. Bu kız arkadaşlarımız lokale geldiklerinde o akşam en çok alkol almış olan arkadaşı daha kibar ve daha yumoş olur diyerek hanım arkadaşlara masajla görevlendiriyoruz. İş ve aile hayatının getirdiği günlük stresle gerilip kalmış olan ba(ğ)yan arkadaşların omuzlarından başlayıp bir masaj bir masaj, sonra lokalimizin 500 yıllık geleneksel hizmetlerinden olan GS hamamı, sauna ve kese/köpük yapıp eve mest olmuş bir şekilde gönderiyoruz.

Bir de beraber yürüyüp aynı yağmurda, aynı şeyi beraber şeytme geleneğimiz var ki onu da size şöyle izah edeyim…

(Röportaja kulak misafiri olan başka bir delikanlı atılır.)

 Başka bir delikanlı Oğlum manyak mısın kes şunu, eşeğin distribütörüne su kaçırma. Böyle terbiyesiz kelimeler söyleme abilerimiz çok kızıyor. Terbiyesiz! Akşama sıra dayağı mı istiyorsun yoksa senin için de mi yere tahta silgisi atsınlar?

 Delikanlı :  Öhhöö şey evet haklısın, neyse bu hep beraber aynı şeyi şeytme meselesini şimdilik geçelim daha geniş bir zamanda şeyteriz.

 Muhabir : Pekiii,  bu gelenekler esnasında özel bir jargon var mı? Bir ifade şekli?

 Delikanlı : Olmaz mı efendim. Biz 500 yıllık bir camiayız.

 Muhabir : Nedir ne yaparsınız?

 Delikanlı : Efendim  500 yıllık bir camia olduğumuzu söylemiş miydim? Biz aramızda birbirimize “i…e” deriz efendim. Cümle içinde kullanırsak  “Naber lan i…e!” şeklinde. Bu tam gelenek değil ama geleneğin jargonudur.

 Muhabir : Enteresanmış. Peki kızlara ne diyorsunuz? Malum şimdi kızlar da var aranızda.

 Delikanlı : Efendim doğrudan O…… ! diyoruz. Bakın deneyelim isterseniz.

(Yakından geçen bir kıza seslenir.)   Nereye böyle kız o…… !

 Genç Kız : O….. senin anana derler, gerizekalı i…. !

Delikanlı : Tabi biraz tepkililer ama onlar henüz 50 senelikler, bizim kıvamımıza gelmeleri için bir 450 sene daha lazım. Zamanla olacak tek ihtiyacımız zaman. Malum biz 500 yıllık bir camiayız. Ama gene de gördünüz geleneğin erkek tarafı devam ediyor.

 Muhabir :  (Kameramana dönüp, “oğlum burayı keselim!) Peki, acaba hani amerikan filmlerinde görürüz, bir geleneği olan takımlar, hani şöyle “bro” yumruğu yapıp, tokuşturur sonra ellerini şaplatıp dirsekleri tokuşturup el sıkışırlar, böyle bir hareketiniz var mı size özel geleneksel.

Delikanlı : Evet var efendim. Biz 500 yıllık bir camiayız. Sağ kolumuzu 50 derece aşağıya doğru kırarız. Sonra da avcumuzu hafiçe çukurlaştırırız. Bu bizim elimizin ne kadar açık, cömert ve ne kadar verici olduğumuza bir vurgudur. Dirsek açısı çok önemli muhakkak 50 derece olması gerekir. Neden? Çünkü 500 yıllık geçmişimize vurgu yapacağız. Diyeceksiniz ki, bir sıfır eksik. Ben de onu anlatacağım. Biz asla ferdi oynamayız onu da çukur yaptığımız elimizi vurguya istinaden bir arkadaşımızın poposuna vurarak oradan 0 ı alır 500 yıllık geçmişe  vurgu yaparız. Bunun bir de zımbalısı vardır, oyun şeklinde antreman niyetine.


Muhabir :  ? (Kameramana dönerek fısıltıyla : Bildiğimiz “pandik” lan bu, bunu da kes.) Peki beyefendi,bu birbirinize hitap şeklinin daha modern, daha gelişmiş, daha ileri bir şekli yok mu acaba? 500 yıllık gelenekten bu mu süzülmüş gelmiş?

Delikanlı : Olmaz mı var tabii? Biz 500 yıllık bir camiayız.

 Muhabir : Oh be çok şükür buyrun sizi dinliyoruz.

Delikanlı : “G….veren i...e!”

 Muhabir : !!?? (Kameraman a döner “tamam kesiyoruz, pandiğin daha gelişmiş şeklini kesinlikle sormuyoruz!) (Delikanlı ya döner.) Peki efendim başka bir olay varmış ona yetişeceğiz. Hadi byeee.. Size hayatta başarılar diliyoruz.

 Koşarak mekandan çıkarlar.

 Delikanlı : Arkalarından seslenir : “Durun daha uygulamalı olarak gösterecektim! Nereye gidiyorsunuz? 500 yıllık bir camia olduğumuzu söylemiş miydim?!"


===



Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

SSS

Lenger


ŞİLE’DE GARİP BİR TERAVİH





Şile gezilecek yerler: İstanbul’un gözde tatil cenneti Şile

ŞİLE’DE GARİP BİR TERAVİH             


          2016 yılı Ramazan ayının ilk perşembe akşamıydı. Şile’deki yazlığı alalı yeni olmuştu. Bir yandan eve yerleşmeye çalışıyor bir yandan da etrafı tanımaya çalışıyorduk. Ramazanın ilk günü de Pazar'a denk gelmişti ve teravihi kılmak için merkezdeki bir camiye gitmiştim. Yatsılar kılındı, yanımdaki adam soğuk algınlığından muzdarip bir şekilde aksırıp tıksırıp sürekli öksürdüğünden bana da bulaştırmasından korkup, biraz uzağa arka saflara doğru gitmiştim. Bilahare teravih namazına durduğumuzda, safları sıklaştıralım düsturu mucibince, yani farkında olmadan «aradan şeytan geçirmeyecek» şekilde duruyordum safta. Fakat yanımda ki genç arkadaş biraz rahatsız bir tavırla, “Amca ben kaçıyorum sen hep üstüme üstüme geliyorsun!” deyince ayıktım. Cemaate şöyle bir baktım, hakikaten herkes birbirinden ayrık durmakta. Anladım ki cemaat fazla samimiyetten hoşlanmıyor. Ertesi günler de artık o camiye gitmedim. Diğer camilere gidiyordum. Ama artık tik olmuşdu ve cemaate tek tek ayrı bir dikkat eder oldum. Secdede yere kollarını yapıştıranlar, ellerini secdede yana çok açanlar, ellerini kafasından ya ileriye ya geriye koyanlar, secde ederken ayaklarını havaya kaldıranlar, uygunsuz çok dar veya kısa pantalonla, kolsuz gömlekle gelenler pek dikkatimi celbeder oldu. Uyarsam bir türlü, uyarmasan vebali var. Arada namaz esnasında cep telefonu çalanlar da cabası. İşin huşusu hepten kaçmıştı. Dedim ki kendi kendime, bu yazlıkçılardan adam olmaz en iyisi ben yakındaki köy camilerine gideyim. Hiç olmazsa mahalle denetimi oralarda daha bir işlerlik kazanmıştır, böylesine densizlikler olmaz. İşte o ramazanın ilk perşembe akşamı bu niyetle oğluma haydi dedim en yakın köye gidelim bugün teravihe. O da herhalde içinden “peder gene ne icat peşinde acep?” deyip müstehzi müstehzi bana şöyle bir baktı ve galiba boş bulunup “peki” deyivermiş bulundu. İftardan sonra namazları kıldık, kahvelerimizi içtik, abdestleri tazeleyip arabaya atladık. Biraz da geç kalmış idik, kahve çay faslını iftardan sonra abarttığımızdan. O yüzden ezan okundu okunacak derken bir telaş Şile'den çıkıp Karamandere Saklı Göl tarafına doğru yönelip, ya bismillah deyip bastık gaza. Zaten 3-5 dakika ya gittik ya gitmedik ezanlar duyulmaya başladı çevre köylerden.
            Asfalt yol stabilizeye döndü ve bizi kesif bir koruluğun içine doğru yönlendirdi. Biraz ilerde yolun sol tarafında içeriye doğru, şerefesinde yeşil floresanlar yanan küçümencik bir cami gördük. Etrafında ev veya ona benzer bir mekan falan da yoktu. Köy 350 metre kadar uzağa yamaca doğru kurulmuştu. Her bir ev diğerine tepeden bakar gibiydi. Bazısı kerpiç, bazısı sıvasız kırmızı tuğlalı evlerin perdelerini merakla aralayan ışıklar köyün yollarındaki sodyum buharlı sokak lambalarının ışığıyla oynaşıyordu. Tuhaf bir şekilde tezek kokularına hanımeli kokuları karışıyor ve bu tezat insanı şaşırtıyordu. Kerpiç evlerin hafif içbükey bombeyle çökmüş damlarını yemyeşil otlar ve yosun kaplamıştı. Etrafta da kimseler görünmüyordu. Gecenin derinlerinden gelen tek tük sakin köpek sesleri ağustos böceklerinin ve puhu kuşlarının ötüşüne ritim tutar tattaydı. Besbelli ki köylü ezandan önce çoktan gelmiş camide ki yerini almıştı.
        Müezzin yüksek desibellerde çamlar deviren aşırı yüksek sesli hoparlörden ruhsuz bir buyurganlıkla “hayyal el felah..” derken arabayı müsait bir yere park edip, şadırvanda ellerimizi bir daha soğuk suyla yıkadık ve ezan biterken caminin kapısına vardık. Kapının kolunu çektim ama kapı açılmadı, herhalde sıkışmış olmalı deyip bir daha yüklendiğimde bir çat sesi geldi, bir şeyler kırıldı ve kapı açıldı. Açılınca baba oğul hayretle birbirimize baktık. Biz girince caminin içindeki sensörlü fluoresanlar kendiliğinden sırayla kıpkıp ederek yandı ve gördük ki cami de kimse yok ve o şaşkınlıkta ayrıca anladık ki ben caminin kapısını kırmışım! Kapının kolunu o zaman elimde farkettim. Atakan la birbirimize baktık. Atakan “Aferin baba, bir kırmadığın cami kapısı kaldıydı, onu da becerdin!” deyiverdi gülerek. “Eee?” dedim “Kimse yok da, ne bileyim, ezanı kim okudu o zaman?”. “Dinozorum, müdürüm, babacığım” dedi Atakan, “şimdi artık ezanlar merkezi okunuyor, otomatik ezan otomatik ezan! Nereye gideceğiz şimdi buyrun sayın macera düşkünü teraviperver babacığım?” diye de lafı sokuverdi. Bir elimdeki kapı koluna bir Atakan a baktım.
              En yakın cami 10-15 dakika uzakta kalmıştı, gitmeye kalksak farza yetişmemiz zor. “Ne olmuş lan kerata” dedim, “ilerde çocuklarına anlatırsın babam bana ramazanda teravih için cami kapattı diyerek. Sen kametlersin ben imam olurum. Bu akşam da böyle bir anımız oluversin.!” La havle çekip lafımı bitirmeye fırsat vermeden öylece teklifsiz sünnete duruverdi. Ben de benim Gülnur'un ördüğü dantelli ve afili takkemi çıkarıp hafif yan yatırarak kafama taktım. Nasılsa kimse yok geçtim mihraba, oldu olacak dedim imamın mihrapta asılı cübbesini de giydim, yatsının ilk sünnetine niyet edip "allahuekber!" dedim. Selam verdiğimde Atakan kamete başladı. Dönüp geri baksam hissettim güleceğim. Atakan'la iyice yüz göz olacağız. Hiç ağırlığımı bozmadım. Ama bu arada sanki camiye giren başkaları da oldu gibime geldi. Caminin içini latif bir esinti doldurdu. Amaan yahu deyip, kalktım, Atakan ı kızdırmak için arkama dönmeden, “Ey cemaat safları sıklaştırın, düz ve bir hizada durun. Safların düzgünlüğü namazın sıhhatindendir!” deyip konuşmasına fırsat vermeden “Allahu ekber!” dedim. Elham, zammı sure, Allahu ekber rükuya varırken hışırtıdan anladım ki cami galiba dolmuş cemaat herhalde yetişmiş gelmiş. Yukarıdan ikinci kattan da gelen ince ince fıkırdamalardan da anladım ki cinsi latif cemaatimiz de var. Hiç hesapta yokken cemaatin doluşmasından aşırı tedirgin oldum tabi. Atakan’a imamlık kolaydı netice olarak, en sonunda helal et hakkını der helalleşirdik amma böyle bir camide cemaate imamlık etmiş değildim. Kendime daha bir çeki düzen verdim, iyya kena’büdüler, kenastainler, veleddaliynler, bütün tecvid bilgimi döktüm ki ortaya o kadar olur, ayınlar çatlıyor, allahuekberlerim tam yerinde çıkarak kubbeyi çınlatmakta. Neyse sıkıntıdan iyice gerim gerim gerildim tam çatlamak üzereydim ki esselamualeykümverahmetullahlar imdadıma yetişti. Atakan "allahümme entesselam ve min kesselam yazel celal ivel ikram" dedi ben son sünnete durmadan cemaate döndüm, cübbeyi çıkarır gibi yapıp ey cemaat kusura bakmayın cami de kimse yoktu, biz de boş bulunca baba oğul kılalım gidelim, isterseniz siz,.. gak guk, hık, mık, demeye kalmadan içim derin bir ürpertiyle doluverdi.
            Cemaatin tamamı siyah giyimli, sakallı, şalvarlı ve sarıklıydılar. Hepsinin gözler zümrüt yeşili, ve hepsi de garip bir şekilde bembeyaz tenliydi. Sarıklıların içinde bir kısmının sarığı yeşil geri kalanın sarıkları ise simsiyah ve alışılmışın dışında düzenli sarılmışlardı. Sanki hepsini aynı kişi sarmış gibi. Sarıkların birer ucu sağ omuzlarından göğüslerine sarkıyordu. Üzerlerinde hepsinin istisnasız dize kadar gelen sakoları vardı. Gözlerim karardı, sendeledim düşecek gibi oldum, ön saftakilerden Atakan’ın yanında duran biri ileri atılıp kolumdan tuttu çok düzgün bir Türkçe ile,  "Aman efendim"  dedi, «Biz sizi gördük de geldik. Düzeni bozmayalım lütfen siz devam ediniz, istirham ediyorum. » diyerek ricayla emir arası bir tonda buyurdu. Yani şimdi düşünüyorum da evet evet « buyurdu ». Sesi sanki boğaz ameliyatı olmuş o yüzden genizden konuşuyormuş gibi çok titreşimli metalik diyeceğim ama daha çok gençlerin tekno metal müziğini andırır tarzda idi. İtiraz edemeden döndüm. Son sünneti kıldım ama namaz mı beni kıldı ben mi namazı kıldım anlayamadım. Her tarafım tere batmış ciddi sıkılmış idim. Ya yanlış yaparsam? Sanki üst katta ki kadınlar halime sessiz sessiz gülüyorlarmış gibi geldi. Sünneti kıldım, Atakan’ın yüksek sesli salatu selamıyla teravihe kalktım ama halimi hiç sormayın. İmametten kaçacağım ama aklıma bahane gelmiyor derken artık imamları takliden geri döndüm şöyle cemaate bir baktım, saf düzeni hakkında bir iki ukalalık edeyim dedim ama yahu ben ömrüm boyunca bu kadar düzgün bir saf tutuş görmedim. Cami iyice dolmuş arkada hiç yer kalmamıştı. Hepsi sanki aynı boyda mıydı ne ? Hiç mi şişkosu zayıfı yoktu ki bunların, ama sakolardan pek de belli etmiyorlardı. Atakan garibim tam arkamda gökkuşağı renklerindeki dizinin altına kadar inen bermudası, babet çorapları, kısa kollu renkli gömleğiyle bu cemaatin arasında maşallah nazar boncuğu gibiydi ! Gözlerinden onun da ateş fışkırıyordu, bana “yahu baba beni ne hallere soktun?” der gibiydi. Mecburen imamlık vazifeme geri dönüp, elim ayağım titreyerek, her yanımı ateş basmış bir vaziyette Allahu ekber deyip imamete durdum. Yavaş kıldırsam Atakan fırça atacak, hızlı kıldırsam bu tuhaf cemaat maazallah kimbilir ne diyecek, 2 şer 2 şer mi kıldırsam yoksa 4 er 4 er mi derken bir asker nizamı içinde yalnızca rüku ve secdelerde tekdüze bir hışırtı ile, tek bir öksürük tıksırık ve yüksek sesle Elham’a amin sesi duymadan disiplinli bir sessizlik içinde 4’üncü rekatta selamı verdim ama selamla birlikte sanki ruhumun bir kısmı da ağzımdan erimiş kurşun gibi aktı gitti. Selamı bitirir bitirmez cemaat yine o tekno metal sesle bir ilahi tutturdu ki önce tamam dedim biz caminin kapısını kırarken kesin çarpıldık, cezamız da bu demeye kalmadan, ilahinin sözlerinin Türkçe olmadığının farkına vardım. Arapça’ya benziyordu ama benim zaten Arapça’m yoktu. İlahi derinlerden bir yerden geliyor gibiydi ve insanın taaa içine işliyordu.
Arada Allah (cc.) Muhammed (sav) Hasan, Hüseyn, Fatıma, Ali (R.A.) gibi özel isimleri duyuyor, eyvallah, elhamdülillah, barekallah ları anlayabiliyordum. Ama gerisi tamamen yabancı bilmediğim bir dilde idi. Arapça’ya benzese de arapça değildi sanki. Etrafta Gürcü ve Abhaz köyleri olduğunu duymuştum, kendi kendime dedim ki “Bunlar gürcü demek kendi dillerinde söylüyorlar ilahiyi?” Tuhaf şey normalde ben kadınların ilahiye iştirakine şahit olmadım lakin burada, kadınlarda üst kattan ilahiye iştirak ediyorlardı. Nedendir bilmem onların sesini de pan flüt e benzettim. Atakan arkada neler yapıyor merakımdan çıldırmak üzereydim. Neyse teravih elbet bitecekti ve cemaatle elbet tanışacak kim olduklarını öğrenecektim. Bu arada içimdeki tedirginlik ilk 4 rekattan sonra geçmiş hele ilahiden sonra yerini derin bir huzur ve huşuya bırakmıştı. Artık sureleri okuyuşumdaki tecvid, serahat ve rakikliğe ben dahi şaşırıyordum. Rap rap asker nizamı gibi rüku secde hırş hırş teravihi her dört rekatta bir selam vererek cemaatin o insanın içine işleyen ilahileriyle birlikte bitirdik. Yarımdan cemaate doğru döndüm oturdum, Atakan "Allahümmahşurna fi zümretissalihiyn!" dedi, derin bir amin le duamızı yaparken ben salatı vitr bilgilerimi sessizce aklımda şöyle bir yoklayıp salaten tüncina ile duayı bitirdim, lakin cemaat açtığı ellerini yüzüne gözüne üstlerine sürüp yavaşça yerlerinden kalkıp yine bir asker nizamı ile çıkışa yöneliverdiler, ama tek bir çıt dahi çıkarmadan sessizce! Durun nereye diyeceğim ama yahu sesimi çıkaramıyorum, ayağa kalkıp, erenler yahu tanışsaydık diyeceğim, ayağa kalkmak bir yana yerimden kıpırdayamıyorum, gözlerim açık bir karabasan yaşamaktayım ki sormayın. Atakan karşımda yüzü kıpkırmızı belli o da aynı sıkıntı da. Son cemaat de kapıdan çıktı, önce Atakan kurulu bir yay gibi birden fırladı Baba vitiri evde kılalım, çabuk ol hemen buradan gidelim diyerek çıkışa seğirtti, ben de aynı hızla cübbeyi nasıl attığımı bilemedim. Tam çıkarken yukarı kattan şıngırtılı bir kadın gülüşü duymamla önüme yukarıdan krem rengi dantelli bir mendilin düşüvermesi bir oldu. Kaçmak la almak arasında bir an tereddüt ettiysem de mendili içindeki yumuşak şeylerle beraber avuçlayıp aldım, arabaya nasıl bindim kontağı nasıl çevirdim eve nasıl geldik hala hatırlamıyorum. Atakan da ben de yüzümüz bembeyaz eve girdik. Gülnur ikimize bakıp, “Size ne oldu böyle?” dedi, dedim “Ne olmuş ki bize?”. “Yüzleriniz bembeyaz, dudaklarınız titriyor, üzerinize sanki sim atılmış,un dökülmüş gibi bembeyaz bir parlaklık ?”
Atakan’la birbirimize baktık, sessiz bir mutabakatla, « Ne olacak ki?» dedik, «Köye gittik teravihe, herhalde camide pişi hayır etmişler ki üstümüze un bulaşmış!» Öylece tükenmiş bir şekilde Atakan’la koltuklara çöktük, biraz soluklandıktan sonra mendil aklıma geldi, zıpırlık damarım depreşti, bizi anlamaz bakışlarla süzen Gülnur’un kucağına atıverdim. Dedim « Bunu gönderdiler sana camiden! ».
Gülnur şaşkın bir merakla mendili açtı, içinde gül rengi 3 adet lokum vardı. Etrafa mis gibi bir gül kokusu yayılıverdi. Kenarı dantel işlemeli mendil, ipekmiş. Bir de bir köşesinde arapça mim harfi işlenmiş dedi Gülnur.
« Hah!» dedim Atakan’a, «birimiz imam, müezzin birimiz, mimlendik oğlum artık her ikimiz! »
Atakan isteksiz isteksiz, dişlerini gösterip “kıh, kıh, kıh..” dedi.
Derken Gülnur mendile uzun uzun baktı, “Ben bu mendili tanıyorum!” diye heyecanla nidalandı.
“Hadi canım?” Dedim “Nereden tanıyacaksın?”
“Bu!” dedi “Yeni evlendiğimizde kayınvaldemin çeyizinde gördüğüm mendilin aynısı. Aynı dantel, aynı işleme, aynı renk, onda da böyle mim harfi işliydi, kayınvaldemin isminin, Mübeccel’in baş harfi.”
Kanımın el ve ayaklarımdan çekildiğini duyumsadım, başım döndü, kendimi sanki tavanda ters oturuyormuş zannettim, o anda birden camide kadınlar mahfilinden duyduğum gülüşün rahmetli annemin gülüşüne ne kadar benzediğinin farkına vardım, önce burnuma keskin bir barut kokusu geldi ve gözlerim yavaşça karardı, koltuktan aşağıya doğru usulca kaydığımı hissettim.

https://www.izdiham.com/haldun-lengerlioglu-silede-garip-bir-teravih/


Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

Haziran 2016, Şile.
LENGER