21 Ekim 2021 Perşembe

 




Şeker Çekici...

        Yün yatakla yün yorganın arasında anasına doğru iyice sokuldu. Anası misler gibi sabun ve buhur kokuyordu. Yorganın altı ne kadar sıcaksa, dışı da bir o kadar soğuktu. Odanın soğuğu göz pınarlarından  kafasının içine ve burnundan ciğerlerine serin serin akıyordu. İyice büzüldü, yatağın içinde annesine daha bir sokularak buz gibi olan burnunun ucunu annesinin nefesinin altına doğru soktu. Annesi, eliyle uzanıp uykudan uyanmadan alışkanlıkla, oğlunun sırtına doğru yorganı sıkıştırdı. Yavrusunun saçları “alabros” (Fransızca fırça gibi demek.) kesilmiş fırça gibi olmuş kafasını göğsüne doğru bastırarak öptü. Kafası gıdıklandı, içine sımsıcak bir sevinç doldu. 

        Neden sonra sırtüstü dönüp gözünü çatıdaki eğimli pencereye dikti. Hava karanlıktı ve toz lacivertti gökyüzü. Dörtlü pencere camının her bir çerçevesi içinde bir dolu yıldız, ona bakmak için birbiriyle itişiyordu. Pencerenin camları bir mercek gibi yer yer kalınlaşıp, dalgalı bir hal aldığından, yıldızlar sırayla o dalgalı yerlerden atlarken, gözlerini koskocaman açıp ona bakıyorlardı.

              Dışarıdan boğuk boğuk köpeklerin ulumaları ve havlama sesleri gelmekteydi. Bekçi Baba Tayyar’in  düdüğü zaman zaman “fırrrr!” diye  yükselip havlamaları susturuyordu. Herkes güven içinde, sımsıcak evlerindeydi. Köpekler aralarında haberleşir gibi, uzaktan uzağa ne diye havlarlardı acaba ? Üşümezler miydi hiç? Hiç mi uyumazlardı? Bekçi Baba Tayyar gündüz uyurdu, onu biliyordu.  Çünkü Baba Tayyar ev sahipleriydi. Hemen alt katta oturuyorlardı. Aslında iki kat arasında birbirini ayıran bariz bir kapı da yoktu. Aynı evi paylaşan geniş bir aile gibiydiler. Yaşlılar alt katta oturuyordu, gençler yukarıda. Çünkü demişti babası, yaşlılar merdiven çıkamazlardı. Baba Tayyar’ın karısı Hattuş Nene bazen anasına yarenliğe gelirdi yukarıya. Dizlerini ova ova şikayet ederdi romatizmadan. Şikayetlerinin arasına “Baba çıhan, torpah başan” (iğrenç, geberesice!)  diyerek hayırsız ayyaş oğlunu da eklemeyi unutmazdı. Hayırsız oğlan, Hattuş Nene'nin demesine bakılırsa, evlere badanaya, boyaya, tamirata gider, çarşıda bir merdiven altında boya, gazyağı, anason ve şarap kokuları arasında yatar uyurdu. Bir kere görmüştü Hattuş Nene'nin hayırsız oğlunu evin önünde ki geniş çukurun içinde. Elinde sigarası, dumanlar içinde öylece oturuyordu. Anasına bir koca torba çamaşır getirmişti yıkatmaya.  Hattuş Nene'nin sesinden anlamıştı hayırsız oğlanın geldiğini. Yine sıralıyordu Hattuş Nene hayırsız oğluna karşı ağzına geleni. Ama ana yüreği  kıyamıyordu ki, al çamaşırını git nerde yıkatırsan yıkat demeye. “Hayırsız Oğlan” eve gelmeye de korkuyordu. Çünkü bekçi babasından ve özellikle kiracıları polis komiseri’ nden çok korkar olmuştu. Bir ara kafayı iyice bulduğunda sokakta naralanacak olmuş, Komser Emi (öyle diyordu kiracılarından bahsederken) yakalattığı gibi, 3 -5 serseriyle birlikte karakolun jipine doldurup, şehrin 25-30 kilometre ötesine atıp gelmişti hepsini gecenin bir vakti. “Hah!” demişti, “İşte burası size uygun, naralanın canınız ne kadar istiyorsa!” Zor dönmüştü geriye, yolda soğuktan donup öleyazmıştı. Etraftan gelen kurt ve köpek ulumalarının verdiği korku ayrı. Bir daha tövbe etmişti merdiven altından çıkmaya. Bir de duymuştu ki Erzurum Valisi azılı serhoşları toplayıp Tortum Şelalesi'nin altına yatırmaya başlamış meğer. Çoğu serhoş, şelale altında iyice ıslandıktan sonra, ya ince hastalıktan ya da zatürreden sizlere ömür oluyordu.  Komiser Emi’si evlerinde kiracı olduğundan, daha çok da bekçi babasının hayrına, yine onu kollamış, hoşgörülü davranmıştı kendisine. Kızgınlıkla karışık bir minnet duydu.

             

 

           Hattuş Nene’nin evi çam reçinesi ile karışık arap sabunu kokardı kostik, kostik. Odanın ortasında kocaman bir çini soba, sobanın yanında sürekli yanan; sönmüş, ateşsiz ve soğuk olarak hiç göremediği, bir türlü ne zaman nasıl yakıldığını anlayamadığı, tıkız şilteler, üstü halı kaplı ot yastıklar,  yere serili kaçak İran halıları ile uyumlu, işlemelerine dalıp gideceğiniz, bir türlü gözünüzü ayıramayacağınız kocaman, odun kömürlü, bakır bir semaver kaynardı. Arada bir kaybolurdu semaver. O zaman anlardı ki kalaya gitmiştir. Bir gelirdi kalaydan, her tarafı pırıl pırıl parlardı. Tombul kazanının ayna gibi dış yüzeyinin yansımalarında, şişip tombullaşan kuru kemikli yanaklarına, eğilip bükülen yüzüne bakardı zaman zaman, gördüğü çok tuhafına gider, kendi kendine gülerdi. Semaverin  yanındaki tepside yaldızlı, üzeri tülbentle örtülü hepsi birbirinden farklı porselen fincan ve cam bardaklar olurdu. 

          Bir de kapaklı bir ahşap kutu vardı ki içinde iri taş gibi sert, yumruğu büyüklüğünde bembeyaz topak şekerler olurdu. Kelle şekeriymiş onlar. Annesi öyle demişti. Kutuya bitişik ayrı bir bölmede de bu sert şekerleri kırmaya yarayan şeker çekici. Hattuş Nene çayını yaldızlı bir cam bardağa doldurur, bardağı derin çukurlu, elinde def ile danseden, genç bir kız desenli porselen tabağa oturtur, sonra şeker kutusunun kapağını kaldırıp uzun uzun şekerlere bakar, ya küçük bir parça alır, ya da şeker çekicinin keskin tarafı ile, yine gözüne kestirdiği iri bir şekerden tek darbede etrafa şeker sıçratmadan küçük bir parça koparıp, avurduna yerleştirirdi. Daha sonra, eğer yaz günüyse soba yanmıyorsa, bardakdan çayı porselen çukur tabağına döker, oradan içer, yok eğer sobanın gürül gürül yandığı o dehşet Erzurum kışıysa mevsim,  o zaman doğrudan bardağı avucuyla kavrar,avurdundaki şekerle tatlandırıp, bardaktan yudum yudum içerdi. Bazen kiracının ufak yumurcağına da kutudaki kelle şekerden kocaman bir parça verdiği oluyordu. Oğlan çay da istiyordu ama Komiser Emi yasakladığından veremiyordu Hattuş Nene. Başını okşardı oğlanın, çay veremediğine çok üzülürdü. Çatlamış dudaklarının arasından gülümserdi, sapsarı dişleri ile. 

         Çok keyifli olursa,  “Nerede benim gayıp gelinin sarı saçları?” diye arandığı tütünü,  lale işlemeli kesesinde duran gümüş bir tabakadan sağ elinin, tütünden sararmış siyah çatlaklarla bezeli üç parmağıyla çıkarırdı. Aynı tabakanın kapağında yaylı bir tutacak ardında duran minik desteden de öbür eliyle tek bir sigara kağıdını çekerdi. Daha sonra sigara kağıdını, sol elinin işaret parmağı ile baş parmağı arasına koyup orta parmağına doğru boru gibi çukurlaştırır, neredeyse arkası görünecek kadar ince bu sigara kağıdına, içinden topaklarını ayıklaya ayıklaya, sıkıştıra sıkıştıra, "gayıp gelin"in sarı saçlarını, ince kıyım tütünü dizer, bir müddet işaret parmağı ile başparmağı arasında  ileri geri oynatarak minik bir boru haline getirirdi. En nihayet damar damar olmuş, beyaz pütürlü kıpkırmızı diliyle,  uzun kenarının iç tarafına saydam ince şeffaf bir yapışkan sürülmüş kağıdı azıcık ıslatır, ağıza gelecek kısmın ilk 1-2 cm sini de çarpık sarı ön dişleriyle azıcık ısırır kabartır, daha sonra ıslattığı kenarı sigara kağıdının silindir kenarının üstüne getirip yapıştırırdı. Bazen annesi de özenirdi  Hattuş Neneye “Bana da sar bir cuvara, Hattuş Annem, efkarım üstümde bu yaramaz oğlanla!” dedi miydi, bu sefer Hattuş Nene sigara kağıdını boydan boya diliyle ıslatmaz, ağıza gelecek o 1-2 santimlik yeri kuru bırakıp, dışarı katlı şekilde uzatırdı annesine. Annesi bu dışa katlı kuru yeri kendisi diline değdirdiği serçe parmağıyla ıslatıp kapatırdı. Sonra Hattuş Nene, semaverin yakınındaki raftan oldukça uzun, üzeri dantel gibi işli bir yasemin çubuğunu, marpucunu yemenisine silerek uzatır, genç annenin çubuğa sigarayı takmasını izler, kendisi de, kendi işlemesiz upuzun, vişne rengi pürüzsüz çubuğuna sigarasını takıp, semaverin altından gümüş maşa ile aldığı közle evvela misafirinin sonra kendisinin sigarasını yakardı. “Tutuşuversin "gayıp gelin"in sarı saçları, kaynanalar bir nefes alsın canım şöyle!” der,  boğazını öksürüp temizleyerek, gevrek gevrek gülerdi. 

        Bazen annesiyle Hattuş Nene’nin sesi kısılır giderdi. O zamanlar işte, güya oynuyor gibi yapar kulaklarını diker dikkat kesilirdi. Pek bir şey anlamazdı ama çoğu zaman çok terbiyesiz şeyler konuştuklarını sezerdi aralarında. Annesi de az kurnaz değildi. Kulaklarının dikildiğini anladığında, “Hadi sen çık dışarı oyna biraz bakalım. Büyüklerin lafı dinlenmez!” diye azarlardı. Suçüstü yakalanmış olmanın mahcubiyeti ve telaşıyla hemen sokağa atardı kendini. Çıkarken kapı kenarındaki süpürgenin tellerinden bir avuç süpürge çöpü koparır, hırsla sokak kapısını çarparak dışarı çıkardı. Koşarak evin önündeki çukur arsaya gider, ablasının öğrettiği gibi sağ ellini kepçe gibi yapar, taşa veya yaprağa konmuş sineklerin tam üstünden hızla savururken, sineğin eline çarpmasıyla çabucak yumardı. Bazen  kocaman bir kara sinek yakalardı. Sırtları, babasının tabancasının siyah çeliği gibi renkli menevişlerle parlayan, neredeyse balarısından daha iri kara kara sinekler. Bazen kanatlarını yolar onları izlerdi. Sinek hızla uzaklaşmaya çalışır, bir yandan da ön bacaklarıyla sürekli gözlerini oğuştururdu. Ağlıyordu belki de kanatları koparıldı diye. Ağzında uzunca bir hortumcuk, sürekli ileri geri oynatıp yerlerde bir şeyler ararlardı. Kanatlarını koparmadığı zamanlar, özellikle de iri bir kara sinekse, hemen kısa pantalonunun cebinden bir süpürge çöpü çeker, ablasından öğrendiği gibi zavallı hayvanın  arkasına yavaşça çöpü iliştirir,  sonra da salıverip kıçında süpürge çöpüyle, minik cadılar hayal ederek, sineğin uçuşunu izlerdi.

              Kışın kar yağdığını gece çatıdaki pencereden görürdü. Kar bir yağmaya başladı mı, tane tane gelir en önce o pencerenin bölünmüş çerçevelerine düşerdi. İlk gelenler erir, bir kısmını rüzgar uçurur, ama hava bir ayaza çekti mi, düşen kar taneleri yapışır kalırdı. Üst üste yavaş yavaş  birikir, en altta kalıp yapışanlar buzdan pırlantalar gibi parıldardı. Daha bahara kadar artık o pencereden yıldızlar görünmezdi. O zaman işte oturma odasında annesiyle dışarıyı seyrederlerdi. Evleri uzaktan büyük bir mezarlığa bakıyordu.  Kar yağdığında mezarlar ve mezar taşları bembeyaz bir örtünün altında kalıyordu.  Etraftan yükselen yaban hayvanların bağırışları, kurt ve köpek ulumaları arasında, karların altında kalmış mezarlar ve taşlarının yükseltisi, sonsuz alemin her an hücuma geçecek siperdeki neferleri gibi dururlardı. O uzun kış gecelerinde, döküm kömür sobanın üzerinde ısınan güğümün inleyip, titreyen ıslığı, kendince bir şarkı tutturur,  ateşin pohpohlamasıyla rezonans bazen yavaşça yükselir  bazen de yavaşça azalırdı. Evin kalas ve direklerinden çıtırtılar gelir, ahşap kurtlarının kırt kırt ahşabı kemirmelerinin sesine şahit olurdunuz. Eşyalar uhrevi paralel bir dünyayla konuşur gibiydiler. Evde bunların dışında başka bir ses duyulmazdı. Ha bir de dışarda kime sataşacağını bilemeyip tayfunlanan rüzgarın sesi. 

             Ne radyo, ne televizyon, ne de başka bir elektronik cihaz. Babanın nöbette olduğu ve memleketten, Denizli’den gelen kötü haberlerle gurbet karanlığının uyku tutmayan gecelerinde, tıfıl oğlan, anasıyla oturma odasının penceresi önüne oturur, anasının kucağında, annesinin niye ağladığını bilmeden, anlamadan, alabros kafası anasının gözyaşlarıyla sırılsıklam, sebebini bilemese de sırf anası ağlıyor diye iç çeke çeke ağlardı. Anası onu bu sessiz sebepsiz kendisine eşlik eden ağlamalarına gözyaşları arasından gülümser, sen niye ağlıyorsun garip oğlan diyerek daha sıkı bir şek,ilde bağrına bastırır gözyaşları ile ıslanmış soğuk yanaklarından defalarca öperdi. Bazen yine sıla hasretiyle dolu bu gecelerde, anacığı soba üstünde mısır patlatır, kestane pişirir, kuru yemiş çıkarır, Simi gamı ketti kütah, çeşmi siyah diye başlayan, devlerin, kahinlerin, kayıp bilicilerin cirit attığı, masallar ve hikayeler anlatırdı. Bazı gecelerde de pencere önünde annesiyle beraber mezarlığa inen o yusyuvarlak tepsi gibi nur toplarını seyrederlerdi. Bembeyaz, koskocaman, yusyuvarlak, aydededen de büyük nurdan ve  parlak mı parlak bir ışıktan koskocaman, iri iri toplar, hafif meltemde yere düşen yapraklar gibi, bazen yalnızca bir tane, bazen de birbirinin peşi sıra, üçer beşer sağa sola yalpalayarak, sallana sallana mezarların üzerine doğru iner, mezarların içinde ve aralarında yavaşça kaybolurlardı. Annesi peşpeşe salavatlar getirir, bildiği sureleri sırayla okur, ve sübhanallah, allahuekber diyerek  zikreder, gözleri yaştan sırılsıklam, kenarı rengarenk iğne oyalı bembeyaz yaşmağıyla, faltaşı gibi açılmış gözlerini silerdi. Hemen mushaf açılır, fetihler, tebarekeler, yasinler okunurdu. İlk başlarda her seferinde Hattuş Nene’ye koşardı annesi ama Hattuş Nene sanki yaprak dökülüyormuş, yağmur yağıyormuş da gayet olağan bir tabiat olayına şahit oluyormuşcasına, kanıksamış bir tavırla, “Bu hep olur burada bizim mezarlıkta, biz fatiha okuruz, bilenler yasin, tebareke  okur görünce.” der, ezberinden dudaklarını kıpırdatarak sessiz sessiz bir şeyler okurdu. 

          Ümmi idi Hattuş Nene, okuma yazma bilmezdi. O yüzden kur'an okuyamazdı da, perşembe akşamları, kiracı gelini, yani annesini çağırır, ona çok eskimiş yaprakları dökülen bir mushaftan sureler okuturdu. Annesi bir seferinde kendi Kuran'ını getirmiş, ama Hattuş Nene illa ki, istisnasız bütün sahifeleri fersude o mushaftan okuması için israr etmişti. Annesi bir gurbet şarkısını makamıyla okur gibi, yanık bir sesle kuran okurken, Hattuş Nene'nin gözlerinden yaşlar, kurumuş toprak gibi çatlamış yanaklarına yavaş yavaş süzülürdü. Bir keresinde annesi yokken sormuştu Hattuş Nene'ye. Ne diyordu da Kuran,  niye ağlıyordu ki?  Çok mu acıklıydı? "Hele bir büyü, bak bir sevda, bir aşk gelsin başına, o zaman anlarsın niye ağladığımı." diyordu Hattuş Nene.  Sevda neydi, aşk neydi ki? Onu da annesine sormuştu bir keresinde. Annesi gülmüş, "Hani uzun saçlı güzel bir kız gördüğünde, için kıpır kıpır olur ya, işte öyle olur aşk, işte odur sevda."  demişti. Bundan sonra sokaktan geçen annelerinin elini tutmuş, saçları uzun uzun örüklü kızlara daha bir dikkatle bakar olmuştu. İçi kıpırdamadığı gibi, gidip saçlarını çekesi geliyordu içinden. Saçlarını çekip kızları ağlattığı da oluyordu bazen. Peki, Kuran okunurken Hattuş Nene'nin saçlarını kim çekiyordu ki? Bir müddet sonra bıktığında saç çekmekten, demişti ki kendi kendine, bu mahcub bakışlı,  karabiber gibi esmer kız çocuklarında sevda mevda yoktu besbelli, veya sevda bu değildi belki de?  Düşündü, geceleri tavanda ki o pencereye bakıp hep düşündü. Neydi ki Hattuş Nene'yi ağlatan bu aşk ve bu sevda? Bu böyle olmayacaktı anlaşılan, bir an önce büyümeliydi ki, herşeyi anlasın...


21 Ekim 2021 Bulgurlu İstanbul

Lütfen yorum yapınız!