31 Mart 2023 Cuma


Hayat ve ölüm.

     Hayat ona hep güldü. Tüm güzellikler onun için yola çıkmıştı. Sanki birbirleriyle yarış ediyor gibiydiler. Çok sevilen biriydi. Bunun için de özel bir çaba sarf etmesi gerekmiyordu. Hani şu herhangi bir yerde öylesine duran, ancak tüm çiçeklerin gelip yanı başında bittiği, sarmaşıkların sanki sarılacak başka bir dal veya ağaç yokmuş gibi gelip etrafına gelip sarıldığı bir çit direği gibi. Ne yapsa, ne etse, yeni tanıştığı, veya bir yerden geçerken selam verdiği herkes onunla beraber olabilmek, çevresinde yer almak, şakalarına tanık olmak için can atıyordu hep. Hele o gülüşü yok muydu, hele birden patlayan kahkahası, kuru toprağı yarıp aşan çaylar dereler gibi, telaşla ve sevecenlikle ona doğru akıyordu hep. Çok mutlu biriydi haliyle. Öz güveniyse tavan üstü tavana cihannüma inşa eden cinstendi. Çok seveni vardı, çok sayanı, onunla bir iki dakika beraber olmak için canını verecek kadar kendinden geçen cinsi latifler de vardı. Attı mı kızlardan birisini Harley Davidson Road King'in arkasına, şöyle bir turladı mı sahilde, bir kere geçti mi sosyete kafesinin önünden, artık o kızın yükselişini kimse durduramazdı. O kız da sırası geldiğinde kendisinden öncekiler gibi aylarca anlatırdı yaşadığı kısa maceradan aldığı müthiş zevki.

“Ay kızlar nasıldı hiç tahmin edemezsiniz, sanki gökyüzünde uçuyordum“

“Deme yahu “

“Yok, canım, uçmak ne demek ben de biliyorum zevkin doruklarında kalbi duracakmış gibi, her an yere düşüp çakılacakmış gibi. Ota mota ne gerek var, takıl adama hayatını yaşa“

“Ah yaşatsalar keşke, annem hep peşimde kene gibi, ben de çok isterim oysa o motora bir defacık olsun binebilmeyi“

Meşhur olmuştu haliyle en çok kızlar arasında, yeni yeni ergenlikten kadınlığa geçenler arasında. Bazılarındaysa kadınlığa geçiş törenini o hazırlamıştı. Hangi kıza şöyle göz ucuyla bir baksa,  koşup gelirdi hep baktığı.  Arkasına alıp önce motorunda bir tur attırmıştı sonra da evine götürüp yatağında ota bile gerek olmadan gökyüzünde şehvetin en şiddetlisini yaşatmıştı icabında.

Yediği önünde, yemediği arkasındaydı. Hayat hep ona gülmüştü. Şanslı doğan veletlerdendi vesselam. Açlık ne, yokluk ne hiç mi hiç bilmemişti. Çalışmak sözü ise lügatinda olmadığı gibi hayatına da hiç mi hiç uğramamıştı. Büyük babası yedi sülalesine yetecek bir miras bırakmıştı babasına. Babası da bir iki dükkânın, birkaç dairenin tüm gelirini biricik oğluna bırakmıştı. Yakışır mıydı şimdi Şevki Efendiye oğlunu yoklukla terbiye etmek. Okumak istememişti hergele. Çok sıkılmıştı sınıflarda, o dar sıralarda, tebeşir kokusundan rahatsız olmuştu her kullandığında. Özel okul denemişlerdi, o da kesmemişti oğlanı. Sonra başka zevkleri ortaya çıkmıştı, yurtdışı diye tutturmuş, haydi git o zaman demişti. On yıl kadar San Francisco’yu mekân tuttuktan sonra dönüp geri gelmişti. Orada müzik yapmayı öğrenmişti. Metroda, sokaklarda müzik yaparak epey de para kazanmıştı. Haydan gelen huya gider misali hepsini de bir güzel yemişti. Kenara bir kuruş bile bırakmamıştı. Nasıl olsa babası zengindi, nasıl olsa annesi biricik oğluna her şekilde koltuk çıkardı. Bugüne dek asla elini üstünden çekmemişti. Bir iki güzel hit parçası olduğu da söylenirdi hep. Kim dinledi o parçaları kim karar verdi iyi olduğuna hiç bilinmedi bu güne kadar. Bazı sanatçıların çıkışını sağlayan çok revaçta parçaların da asıl sahibinin o olduğu söylenir dururdu ne hikmetse. Şan, şöhret ve parayla işinin olmadığı bir efsane gibi söylenir olmuştu hep.

Madem adam olmaya niyeti yoktu, o zaman uzak dursundu anadan babadan. Zaten oğlanın da aman anamla babamla beraber olayım, onların dizlerinin dibinde oturayım diye bir niyeti hiç mi hiç yoktu. Uzaktaki dairelerden birisinin içindeki kiracısı hızlı bir şekilde çıkarıldı, kısa bir tadilattan sonra içi döşendi. O sağ biz selamet misali herkes kendi yoluna dendi.

Zaten hayatı hep şamataya, gırgıra meyyal olan biriydi oldum olası. Geri dönüp geldikten sonraysa daha da artmıştı bu vurdumduymazlığı, hayata karşı aldırmazlığı. Her şeye gülüp geçmeleri daha da büyüdü, kök saldı. Ruhunda demek ki hep gülücük, hep iyimserlik üreten gizli bir merkez vardı. Hayatını hep istediği gibi yaşamıştı. Dünyasının kapısı sadece kendisine huzur, mutluluk ve zevk verenlere açıktı. En ufak bir hatada yanlış yapanı hayatından silip süpürür çöpe atardı sonsuza dek. Nice genç kızın canını yakmış, ahını almıştı. Görenler, bilenler, onca ahın nasıl oluyor da çıkmıyor olmasına hep şaşırıp kalmışlardı bugüne kadar. Demek ki her şey bu dünyada diyenler doğru söylemiyorlardı. Demek ki bazı şeylerin hesabı o bilinmez âlemlere kalıyordu. Her şey demek ki yapanın yanına kar kalıyordu. Adalet sadece güzel bir kelimeydi. Başka şehirlere kaçanlar mı, ülkeyi terk edenler mi, kapısında paspasın üstünde günlerce uyuyup bir yudum sevgi dilenenler mi, sonunda bir dokunuşa, bir bakışa kananlar mı dersiniz hepsi vardı hayatında. Ahını aldıkları say say bitmezdi. Ya ne demeli delirip hastanelere yatanlara,  sağlığına kavuştuktan hemen sonra, onca köteği yiyip hiç mi hiç uslanmamış arsız talebeler gibi tekrar önüne atlayıp yatağında soluğu alanlara. Haklıydı haliyle kendisince hayata bu denli iyimser bakabilmeye, hayatı zerrece ciddiye almamaya. Zaten kendisini çelik zırhlarla korumuyor muydu? Çocukluğunda anne ve babası korumuştu. Ailede, çevrede olup biten hiçbir kötü olaydan haberi bile olmamıştı. Ruhu duymamıştı çevresinde olup biteni. Kim öldü, kim kaldı, kim doğdu, asla bilmedi. Ona söylenmedi. Aman paşam mutsuz olmasın, ruhu kararmasın.

Paşa oğullarının yüreği yanmasın diye nice sonra söylemişlerdi dedesinin öldüğünü. Duyduğunda önce ne diyeceğini bilememiş, öylece şaşırıp kalmıştı. Elleri başında tuhaf bir şekilde tutacak saç aramıştı. Anne ve babasının öyle kayıtsız durması cesaret vermişti sanki kendisine. Demek ki ölenle ölünmüyordu, hayat devam ediyordu. Ana ve babasının yüzlerine bön bön bakmakla yetindi.

““Ya dedem öldü demek ki“

“Seni üzmek istemedik oğlum, annenle böyle bir karara vardık“

Daha o akşam âlemlerin âlemini yaşattı kendisine. Öldüyse dedesi ölmüştü. Zaten ne kadar çok görüyordu ki. Bayramdan bayrama. O da burada olursa. Zaten son on yılda taş çatlasa üç dört defa görmüştü o da biraz annesinin zorlamasıyla. Ayıp olmasın diye gitmişti her defasında. Sokaktaki herhangi bir insandan ne farkı vardı ki dedesinin. Anılarında zerre yeri yoktu, nasıl silinmişti, kim silmişti bilmiyordu, belki de ortak yaşadıkları hiç bir anı yoktu. Anlamsızdı. Belki de hiç düşünmediği için unutulup gitmişti kısa sürede dedesi. Annesi de babası da nedense yanında hiç dedesinden bahsetmemişlerdi. Sanki dedesi hiç yaşamamış gibi davranmışlardı hep. Ninelerini ise hiç mi hiç hatırlamıyordu. Hayal meyal bazı resimlerini görmüş olduğunu hatırlıyordu ama hepsi de eski tozlu anılar arasındaydı. Tıpkı dedesinin hatıralarında olduğu gibi eski tozlu raflara kaldırılmış ve çoktan unutulmuştu.

Anasının cenazesine dek hiçbir cenaze törenine katılmamıştı. Kimse de gel dememişti zaten. Ona göre işler değildi bunlar cenaze töreni, mezarlık, kalabalık ortamlar, tanımadığı onca insan, onlarca insanla  konuşma, ellerini sıkmak, zerre katlanabileceği işler değildi. Zaten kimse de ondan hazzetmezdi gitse bile. Dönüp bakarlardı haliyle önce atkuyruğu saçlarına sonra da uzun ince sallanan metal küpelerine. Dar deri ceket ve pantolonunu da görmezlikten gelemezlerdi. Yaz kış fark etmez kıçında dar siyah deri bir pantolon, üstündeyse beline dek inen yine siyah deri bir ceket olurdu hep. Olmazsa olmazı ise bu kıyafetini tamamlayan sivri uçlu hafif topuklu kovboy çizmeleriydi.  Bir anlam veremezlerdi elbette yaz günü giyilen sivri uçlu kovboy çizmelerine. Çizmelerini San Francisco’dan almıştı, ne olur ne olmaz diye iki çift de yedek almıştı gelmeden. İhtiyaç olursa nasıl olsa oralarda çok arkadaşı vardı, birisinden isterdi, elbette getiren olurdu. Artık o kadar da bir hatırı olsundu.  Kızlar en çok saçlarına, bir de kovboy çizmelerine bayılıyordu. İlk katıldığı cenaze töreni annesininkiydi. Gasilhanede yıkamaya çocuğunu çağırırlar diye duymuştu ama erkek olduğu için girmemişti. Kadın olmadığına ilk defa o gün çok şükretmişti. İçeriye girecek, annesini yıkayacak. Aman Allah’ım demişti belanın en büyüğünden kurtuldum. Düşündükçe ilk defa yüz kaslarının gerildiğini hissetmişti, bekleme koridorundan, kaçar gibi hemen arka tarafa bakımsız bahçeye atmıştı kendisini. Eliyle yoklayıp cebinden sigara paketini çıkarmış, sigarasını tam yakmış ve ancak bir iki fırt çekmişti ki babasının kendisine seslendiğini duydu

“Oğlum gel hele, anana son vedanı et. Son kez yüzünü gör“. Bir an durakladı, ne diyeceğini kestiremedi. Hayır demek olmazdı. Nihayetinde annesine son görevini yerine getirmeliydi. Anası ona hiçbir zaman hayır dememişti, bir dediğini iki etmemişti asla, bir veda edecek kadarlık da olsa bir hatırı olmalıydı.

“Hemen geliyorum baba!“ diyebildi ancak.

Sigarasını yere attı, çizmesinin ucuyla büyük bir hırs ve sinirle sigara izmaritini un ufak edercesine ezdi.  Koridora girdiğinde, ilk soldaki kapının önündeki plastik perdeyi aralamış olan görevliyi gördü.   Haydi, bir an önce gir içeri der gibi ona bakıyordu.  Teneşir tahtası diye bir söz duymuştu daha önceden. Ne olduğunu hiç mi hiç merak etmemişti. İlk defa buraya gelince tekrar aklına geldi bu kelime. Herhalde ıslanmaktan rengi atmış, yıkanıp temizlenmekten yer yer incelmiş, orasında burasında delikler açılmış bir tahta olmalı diye düşünmüştü. Öylesine durduk yere aklına bir de teneşir paklasın dendiği geldi. Bu cümleyi de annesi sanki kızdığı kişiler için kullanıyordu. Bu söz ağzından her çıktıktan sonra ardından da “iptal, iptal“ demeden geri kalmıyordu. Sanırsın bir sipariş vermiş sonra da vaz geçmişti, dileğinin iptali için iptal! İptal! diyordu. Anasına kim beddua etmiş olabilirdi ki. Kimseye bir zararı olmamıştı, kimseyi gücendirmeden, kimseyi kırmadan kendi hayatını yaşamıştı. Henüz çok erkendi tahtalıköyü boylaması. Küçücük odamsı yere girince şaşırdı. Tahtadan bir masa yoktu ortada ölü yıkamak için. Ne tuhaftı. Annesi kundaklanmış bir çocuk gibi, kocaman bir mermer bir tezgahın üzerinde öylece yatıyordu. Annesini hiç böyle kundaklanmış olarak düşünmemişti. Çok tuhafına gitti.  Başucundaki kadın yanıma gel der gibi, işaret ediyordu. Tereddüt etti. Haydi, ama daha sırada yıkanmayı bekleyen çok insan var deyince annesinin başucuna yöneldi. Annesi sıkı sıkıya kundaklanmış bir bebek gibi orada öylece önünde yatıyordu.  Mermer tezgahın üzerinde yatanın annesi olduğuna inanmasına aslında bin şahit bile yetmezdi. Ne sarı saçları, ne kalkı düzgün burnu ne de yeşil gözleri görünüyordu. Onlardan en ufak bir emare bile yoktu.  Sürekli gülen ve mutluluk saçan gözleri kapanmıştı. Uyurken bile çok güzel olan annesinin gözlerine sanki bilmediği bir soğukluk çökmüştü. Sanki büyük özenle sarılmış gibiydi ve sadece göz kısmı açıkta bırakılmıştı. Eğildi annesinin göz kısmına daha yakından baktı.   Gözleri yumuşacık kapalı, sadece kirpikleri görünüyordu, derin bir uykuya yatmış uyanmaya hiç mi hiç niyeti yokmuş gibi orada öylesine herşeyden bîhaber gibi, soluk krem-beyaz bir yüzle yatıyordu. Kalk eve gidelim dese kalkıp yerinden kendisiyle eve dönecek gibiydi sanki. Sesini duyar mıydı bu derin uykuda? Annesinin ölümünden sonra geriye aklında hep bu sahne kaldı. Dumanlı gecelerde, şafağa doğru uykuya dalmak üzereyken, hep odasından sessizce çıkıp zihninde gasilhaneye, annesinin yanına gitti. Annesinin kapalı gözlerine bakıp, kirpiklerine takılıp kaldı hep. Sonrası yoktu. Sanki tamamen unutmuştu. Cami avlusuna girilfdiğinde sanki annesinin yüzü  tamamen kafasından silinip gitmişti. Biraz ötesinde musalla taşındaki cenaze, yüzünü hiç görmediği, sesini hiç duymadığı biri gibiydi artık. Mezara da beyaz kefen içinde tanımadığı birini indirmişlerdi. Adını bile bilmediği birisinin üzerine zorla bir iki kürek toprak atması için ne çok ısrar etmişlerdi. Hepsi çok tuhaftı. Ne işi vardı o cenazede anlamıyordu. Bir türlü anlamıyordu. Neden tanıdığı tanımadığı bir sürü insan gelip ona baş sağlığı diliyordu. Defnedilen o kadar mı yakınıydıki? O da oraya onlar gibi tanıdığı birinin cenazesine son görevini yerine getirmek için gelmemişmiydi? Hepi topu buydu. Demek ki kendisini bir başkasıyla karıştırıyorlardı. Oysa biriyle karıştırılacak kadar da sıradan birisi değildi ama. Velhasıl durum çok tuhaftı. Bunların beynine oksijen gitmiyor herhalde dedi, kendini buna inandırdı. Damağında bir karıncalanma, kolları uyuşmuş, her gelenin elini otomatik olarak sıkıyordu.

Uzun sürmemişti annesini tamamen unutması. Hiç mi hiç aklına gelmiyordu. Yine de bazen keyiften uçup gittiğinde, herhangi bir yerde sızıp kaldığında sanki bulutların arasından bakıyormuş gibi, çok uzaktan sisli puslu aynalar içindeymişçesine annesinin gasilhanedeki hali geliveriyordu gözünün önüne. İfadesiz göz kısmı, kapalı kirpikler. Hafifçe yattığı yerden kalkıp eliyle o kirpiklere dokunmak istiyor ancak elini uzatınca görüntü bulanıp kayboluveriyordu. Gözünü kapatıp tekrar görmek istese de, hemen yeniden derin bir uykuya dalıyordu. Çok sürmüyordu annesiyle ilgili gerçekle hayaller arasında gidip gelmesi. Ne oluyorsa da nedense hep geceleri oluyordu. Zira gündüzler zaten hep geç kalkıyordu. Kendisine geçe kuşu diyorlardı.  Kanadı yoktu uçmuyordu ama yine de hoşuna gidiyordu kuş olarak tarif edilmesi. Anasının vefatının üstünden daha beş ay geçmemişti ki bu defa da babasının vefat haberi geldi. Kalp krizi geçirmiş. Olduğu yerde kalmış öyle. Sigarasından bir iki fırt çekmiş, sonra aman sağlığa zararlı bu kadarı yeter deyip sigarasını küllükte sündürmüş, çikolatasını yemiş, keyif kahvesinden bir yudum daha çekmiş. Elindeki kahve fincanını yanındaki masaya koymak üzere sağa doğru döndüğünde fincan elinde olduğu yere düşüp kalmış. Bunları evin emektarı anlatmıştı. Koşmuş gelmiş gürültüyü duyunca ne oluyor diye. Kendisi o ara toz almakla meşgulmüş. Sadık bey! Sadık bey! Diye seslenmiş yanı başında. Cevap alamayınca anlamış bir terslik olduğunu. Hemen ambulans çağırmış. Eve geldiklerinde çoktan ölmüş olduğunu söylemişler. Ambulans biraz da geç gelmiş. Maç mı ne varmış, bir de üstüne üstlük yolda bir de bir kaza olmuş, trafik bir felaketmiş. 

Babasının yıkanma işinde ailenin tek erkek çocuğu olma sıfatıyla mecburen yıkamaya girmek zorunda kalmıştı. Daha önce annesinin yıkanmasında hızlıca girip çıktığı aynı yıkama yerinde babasının yıkanma işine başından sonuna iştirak etmişti. Korkarsanız ayaklarından tutun diyen ölü yıkayıcıya çocuk muyum der gibi bakmıştı. Sonra da korkmam demişti. Kurulmuş makine gibi yıkıyorlardı babasını. Sanki pamuklu bezlere sarmışlardı. Sormak öğrenmek istiyordu, soramadı haliyle. Ancak çalışanlardan birisi eline aldığı bir pamuk parçasını yan yatırmış olduğu ve belden aşağısı dizlerine dek kapalı olan babasının altına sokup eli boş çıkınca merak edip sormuştu ne yaptığını. Yıkayan açıklamıştı, içindekiler dışarı çıkmasın diye altına pamuk yerleştirdiğini söylemişti. Anlamıştı babasının altına çocuk bezi  gibi pamuk yerleştirdiklerini. İçi bir tuhaf olmuştu.

Sonra olup bitenleri tamamen unuttu. Unuttu, ölü babasına nasıl son bir kez baktığını, hızlıca nasıl vedalaştığını. Cami avlusunda durup öyle kimlerle zoraki tokalaştığını, babasının arkadaşlarından gelenlerle neler konuştuğunu. Hafızasından tamamen sildi mezara tabutun nasıl indirildiğini, üzerine nasıl birkaç kürek toprak attığını. Unutuldu haliyle uzak akrabaların ısrarı ve yönlendirmesiyle evde nasıl taziyeleri kabul ettiği. En çok belediye ve komşulardan gelen yemekleri gelenlerin nasıl iştahla yendiğini de unuttu.  Babasıyla ilgili hiç mi hiç bilmediği anıların anlatıldığını. Rahmetli ne kadar iyiydi deyip durmadan hep aynı olayları anlatan yaşlıların komik durumlara düşmelerini. Unuttu gerçekten kısa bir süre sonra. Babasını da unutuyordu neredeyse annesini unuttuğu gibi. Hele babası öldükten sonra artık annesinin son halini de hatırlamıyordu. Kapalı gözlerine baktığı o son hali artık çok uzak bir hayaldi, sanki gördüğü kötü bir rüyadan arda kalandı. Sonsuza dek sürecek değildi elbette hatırlaması. Eninde sonunda bir gün babasını da unutacaktı. Yas dediğin de nihayetinde ömür boyu değildi ancak birkaç aydı. Çok yaklaşmıştı gerçekten babasını unutmaya ki hiç beklemediği bir anda bir gece gelip yeniden içinde dirilivermişti babasının ölümü. Bir akşam hem de keyfi pek yerindeyken, daha önce hiç dinlemediği bir şarkıyı dinledikten sonra, içi sonsuz bir ilhamla dolmuş ve yepyeni bir şarkının notalarını hayata geçirmek üzereydi. Hızlı ve neşeli başlıyorken notalar, birden bire ağır ve hüzne dönüyordu duyguları. Hüzün başta zaten ağır giderken daha da ağırlaşıyordu. Anlamıyordu. Hızlı ve akılda kalıcı bir parça çıkarmak istiyordu.  Dinlediği ve kendisine ilham veren şarkı ne kadar canlıydı oysa. Dinlediği ve beğendiği şarkıdan daha canlı bir parça yapmak istiyordu. Yazdıklarını yırtıp attı birkaç defa.  Yeniden başladı yazmaya. İlk satır capcanlı derken ikinci satır makberden de öte deyiverdi. Ne olduğunu anlayamadı. Bu çok bildiği kullandığı bir kelime değildi. Neden çıkmıştı öyle ağzından makber sözü. Makber deyince babasını hatırladı. Hatırladığına şaşırdı. Hatırladıkça kendi ölümünü düşünür oldu. Düşündükçe gidip gidip kendisini gasilhanede yıkanma halinde hayal etti. Hayal ettikçe sinirleri bozuldu, sinirleri bozuldukça daha da sardı ota, rahatlarım diye düşündü. Düşündüğü gibi olmadı. Döndü dolaştı ölünce her hâlükârda poposuna, bebek bezler gibi, pamuk konacağına taktı kafayı. Düşündükçe dehşete düştü, sonra dehşeti gitgide büyüdü. Aklı almıyordu bir türlü bir gün göçüp gittiğinde bu dünyadan son anlarında hiç mi hiç tanımadığı insanlar soğuk bedenini yıkayacaklar, amma illa sonunda onun da poposuna pamuk mu koyacaklardı? Demek ki öldükten sonra hiç mi hiç hükmü kalmayacak. Yattığı yerden kalkıp dokunmayın bana diyemeyecek.  Benim vücudum benim kararım diyemeyecek. Bu düşüncenin dehşetinde, cehennemlerin cehennemini yaşamaya başladı. Bu kabullenebileceği bir şey değildi. Düşündükçe günler haftalar boyu delirecek gibi oldu. Sokağa çıkmayı, kızları peşine takmayı bıraktı. Hatta otu da bıraktı. Kendisini başka dinlerin ölüm defin törenlerinin derinliklerini araştırırken buldu. Sonunda anladı ki öyle din değiştirmek veya bir mezhepten diğerine geçmek pek de kolay değildi. Öteki inanışlar daha da uzak geliyordu ona şimdi, öyle oldum demekle olunmuyordu. Oysa çok isterdi, başka bir mezhebe veya dine ait olmayı ve içine korku salan bu törenden kurtulmayı. Bir kapana sıkışmış kalmış gibiydi. Yaralı bir hayvan gibi hissediyordu kendini. Zihni çalışmayı bırakmıştı çoktan. O eskinin berrak mı berrak, duru mu duru zihni kaybolmuştu epeydir. Artık eskisi gibi çok ot da kullanmıyor, eskisi gibi geceleri sabaha kadar oturup gündüzleri uyumuyordu. Nihayet sıradan insanlar gibi olmaya karar vermişti. Ben de mi öleceğim diye düşündüğü de olmuyor değildi, son zamanlarım mı acaba diyordu. Ne çok düşünür olmuştu ölümü. Ölümden sonrasını, kulaktan duyma bilgilerle günahlarının ne denli büyük olduğunu. 

Ünlülerin akın ettiği, yeni yetmelerin de onları görmek, onlara biraz yakın olmak için akın akın gittiği kahveye de epeydir gitmez olmuştu. Bir sabah yatağından fırladı. Rüyasında Goncagül gelmiş, boğazını sıkıyordu. Hayal meyal hatırladı Goncagül’ü. Gelse şimdi aslında zerre tanımazdı. Ancak rüyasında görünce hemen tanımıştı. Fakir bir ailenin kızıydı Goncagül. Canını yaktığı diğer tüm kızlar gibi kaderine razı olmak istememişti. Günlerce yoluna çıkmış, kapısının önünde beklemişti. Birazcık bir ümit, ufacık bir kabullenme için. Bir kâğıt parçası gibi beni fırlatıp attın ama hamileyim çocuğunu da mı atacaksın demişti. Kızım manyak mısın ne çocuğu demişti. Kızı eliyle itmiş, avucuna da bir tomar para sıkıştırmıştı. Git aldır çocuğu demişti. Benden sana yar olmaz, sen gibi varoşdan da bana yar. Geceler bir kâbus olmuştu artık. Uyumaya korkar olmuştu. Artık Goncagül sadece boğazını sıkmıyor, ellerini, kollarını kesiyor, etlerini lime lime ediyor, yıkamadan canlı canlı kendisini bir battaniyeye sarıp bir çukura atıyordu. Ama her defasında poposuna daha büyük pamuk parçaları yerleştirir olmuştu. Pamuk parçaları içindekilerin tazyikle dışarıya fışkırmasına engel olamıyor, yeniden ve yeniden defalarca daha büyük bir pamuk parçası gerekiyordu. Her uyanışında ölsem de kurtulsam der olmuştu. Sonra aklına günahlarından arınmak gelmişti öyle nasıl geldiyse. Acaba sorsa soruştursa Goncagül’ü bulabilir miydi? Goncagül’den af dilese, ayaklarına kapansa, artık gelip rüyalarına girmez miydi?

     Tam uyuyacaktı ki yataktan fırladı. Pijamalarını çıkarıp yatağın üzerine fırlattı. Her zamanki gibi deri pantolonunu, deri ceketini giyindi, içinde mavi kısa kollu bir tişört vardı. Aynada kendisine baktı. Hala çok hoşum dedi kendi kendine. Çizmelerini ayağına geçirdi. Aynada kendisine son kez baktı. Atkuyruğunun lastiğini daha sıkı olan bir lastikle değiştirdi.  Bileklerine zincirlerini geçirdi. Yeni bir şarkının namelerini mırıldanarak binadan çıktı. Uzun süredir motorunu ihmal etmişti. Harley bıraktığı yerde tozlanmış gelip parlatmasını bekliyordu sanki. Silip parlatacak hiç zamanı yoktu doğrusu. Başına kaskı geçirdi, gaza bastı motor ben buradayım henüz ölmedim der gibi ortalığı titretti. Sesiyle gecenin karanlığını yırtıp geçti. İstikamet kahve dedi. Oraya doğru sürdü. Goncagül’ü soruşturmaya oradan başlayacaktı. Şu saatlerde bile hâlâ tıklım tıklım dolu olan kahvehaneye yaklaşınca motorunu deniz kenarında yakın bir ağacın altında park etti. Kontağı kapadı. Bir ayağını yere atmıştı ki kafasında müthiş dayanılmaz bir acı hissetti.  Yandım Allah! diyerek çığlık attı, eliyle tutunmaya çalışırken, yere düştüğünü, mıcırların deri pantolonun üstünden dizlerine battığını hissetti, sonra yıldızlı bir gecenin koynuna atlar gibi yumuşadı herşey, yere boylu boyunca uzandı.

   Gün doğarken şehrin uzak bir mahallesinde hırsızlar gece çaldıkları Harley Davidson’u parçalara ayırıyorlardı. Sahibini baygın bir şekilde denize atmışlardı ama ne olur ne olmaz diye yine de motordan kurtulmaları lazımdı. Aynı saatlerdeyse, denize atıldıktan kısa bir süre sonra boğulan motorcunun cesediyse akıntının sürüklediği kocaman bir yığın halindeki molozlara takılmış, bilinmedik  yerlere doğru akan suyla sürükleniyordu.

 

Ataşehir, 29 Mart- 2 Nisan 2022

17 Mayıs 2022 Salı

 MEHMED ŞEVKET EYGİ

Haldun Lengerlioğlu

Şevket Ağabey’le ilk defa Enderun da karşılaştık. Deve tüyü paltosu ve astragan görünümlü kalpağı ve hüzünlü gülümsemesi ile aklımda yer etmiş. Ama tanıştığımızda her zaman olduğu gibi kendisine yakışan bir ceket, yelek ve başında Faslıların giydiği usül güzel bir başlık vardı. Hiçbir zaman kendisini başı açık görmedim. Halbuki gayet bakımlı ve uzun saçları da vardı. Bir de tabii ki dikkatimi çeken Türkçe’yi fasih bir İstanbul lehçesi ile konuşması idi. Herhâlde Enderun’a gelenler arasında Türkçe’yi latif fasih ve kibar bir ifade ile konuşan tek insandı. Bir de Edebiyat Fakültesinden Nejat Göyünç Hocam vardı tabii ama o Enderun da pek sohbetlere katılmazdı. Galatasaray Lisesi’nde okurken rahmetli Haluk Dursun’la cumartesi günleri gittiğimiz Enderun kitabevinde tanıştık Şevket Ağabey’le. Galatasaray’lı olmanın getirdiği “ocaklılık” aramızdaki sıcaklığı artırıvermişti. O gün Şevket Ağabey bizi bir tarttıktan sonra Sultanahmet’te ki altı matbaa üstü ofis olan işyerine götürmüştü. Ara katta ise daha sonra vilayetin çaprazına taşınmış olan Bedir yayınevi vardı. Ofise kesinlikle ayakkabılarla girilmiyordu ve içerideki zihin açan egzotik parfüm kokusu, raflardaki kitapların kokusuna karışmış durumdaydı. Raflarda ki kadar etrafa yayılmış, masa, sehpa ve hatta yerlere kadar gelişigüzel dizilmiş kah ciltli kah ciltsiz, hafif tozlu Almanca, Arapça, Fransızca ve Türkçe kitaplar, albümler, dergiler bambaşka bir dünyaya geldiğimizi gösteriyordu. Çalışma masasının üstü de kitaplarla dolu idi ve Şevket Ağabey masasına oturduğunda kitapların arasından ancak yüzü görünürdü. Yerebatan Sarnıcının çaprazında kalan bu bina oldukça eski bir binaydı hatırladığım. Yüksek tavanlı, kapıları eski tip çift kanatlı ahşaptı. İçeride ısınmak için kul landığı rezistanslı küçük bir sobası vardı.Kış günleri gittiğimizde üşümeyelim diye onu yakardı.

En alt katta ise iki emektarın çalıştığı, kurşundan harfler ve kelimeler döken, lineotip küçük bir matbaa vardı. Erimiş kurşundan harflerin dökülmesini ilgiyle izlemiştim. Fotoğraflar ise ayrı bir teknikle klişeciden klişe yaptırılarak basılırdı. Basılacak sayfa matrisinin alınması için bağlandığında herşeyin ters göründüğü dizgi ve resimleri incelemek nedense çok hoşuma giderdi. Ofset, renk ayrımı gibi baskı teknikleri yeni yeni piyasaya giriyordu ve kullanımı çok yaygın değildi. Ben işin ekonomik tarafından habersiz, bu biraz demode baskı işini Şevket Ağabey’in eskiye olan rağbetine bağlardım haksız olarak. Matbaada en enteresanı da tipo ustalarının birbirleriyle hem işlerini yapıp hem de siyasi tartışmalara girmeleri idi ki bu bilenler arasında pek meşhur ve görülmeye değerdi. En son matrisler Şevket Ağabey’e gelir , onayı alındıktan sonra gazete veya kitap baskıya girerdi.Büyük Gazete işte bu matbaada hazırlanan kurşun kalıpların matrise dökülmesi ile basılırdı. 

Bir konu daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Şevket ağabey tuvalet konusunda çok titizdi. Yabancıların kendi katındaki tuvaleti kullanmasını pek sevmezdi. Ben de o tuvalet çok temiz  olduğundan inatla onu kullanırdım. Birkaç sefer ima etmesine rağmen duymazlıktan geldim ve biliyorum ve bu yüzden çok puanımı kırdığını düşünüyorum. Gençlere örnek olsun, yabancı bir yere gidiyorsanız, tuvaletinizi dışarıda hallediniz.

Şevket Ağabey daimi yatılı olduğumuzdan bize bir araya geldiğimiz her seferinde uygun ve temiz bir yerde güzel bir yemek ısmarlamayı ihmal etmezdi. En çok da Çemberlitaş da Çemberlitaş Turşucusunun yanında faaliyet gösteren Çemberlitaş Köftecisine giderdik. Şevket Ağabey’i tanıyan mütedeyyin ve temiz bir adamdı köfteci. Köfte ve piyazı çok güzeldi. Kemalpaşa’sı da güzeldi. Hatırladığım köftecinin kızdığı zaman kızdığına en büyük küfürü “inek!” idi. Çok fazla kızarsa “inek arabası!” diye bahsederdi. Bizim gibi Beyoğlu kaldırımı çiğnemiş çocuklara bu küfürler çok sempatik gelir gülerdik. Bu kaliteli ve

uygun fiyatlı temiz esnaf lokantalarını arayıp bulmak Şevket Ağabey’in önemli hususiyetlerinden biri idi. Nerede kaliteli ve uygun fiyatlı esnaf lokantası varsa hepsini bilirdi. 

Nedense Enderun’da ( hatta kendilerini sağ görüşlü olarak tanımlayan insanlar arasında) ve oraya gelen insanlarda Galatasaray Lisesi ile ilgili olarak Galatasaray’dan vatanını ve milletini seven insanların çıkmayacağı şeklinde bir düşünce hakimdi. Hatta o zamanlar Şevket Ağabey de bizlere başta biraz ihtiyatla yaklaşmıştı diye hatırlıyorum. Geçen zaman içinde birbirimizi tanıdıkça karşılıklı saygımız ve sevgimiz arttı. Bir kere bizim için Galatasaray Lisesi’nden böyle bir Ağabey’imiz olması bize her zaman gurur ve kıvanç verdi. Bize her zaman örnek olmaya çalışırdı. Paramızı nasıl harcamamız gerektiğinden, dini hayatımızı nasıl tanzim edeceğimize kadar her türlü konuda kendisini örnek almışımdır. Özellikle ev idaresi hususunda öğütlerinden çok faydalanmışımdır.

Şevket Ağabey’le bir çok hatıramız var. Şevket Ağabey bizim mektepte ve Beyoğlu’nda neler yaptığımızı çok merak eder, bir türlü ağzımızdan bir laf alamazdı. Bir gün ziyaretine gittiğimde odasında yalnızdı. Sandal ağacı ve tütsüden yayılan amber kokusu, kitapların o hafif tozlu ve yanık mürekkep kokularına karışmaktaydı. Şevket Ağabey, evinde veya ofisinde ziyaret edenler bilir, çok iyi bir çay gurmesi idi ve o gün yine Hindistan Assam, ve muhtelif Seylan çaylarından yapmış olduğu harmanla güzel bir çay demlemişti. Çayın kaynayan suyla demlenmesini doğru bulmaz, su kaynama noktasına gelmeden 80 dereceler civarında demlenmeli derdi. Tabii yanında masasından eksik olmayan kurabiye ve bisküvilerle her zamanki gibi misafirine yani bana ikramda bulundu. O gün belli kararlıydı ağzımdan hakkımızdaki her türlü bilgiyi alacaktı şüphesiz. Tabii şunu da söyleyeyim. Şevket Ağabey çok zeki bir insandı ve bizim bir şeyler karıştırdığımızın hep farkında idi. “Musibetler ! Gene ne muzırlıklar peşindesiniz?” deyip ağzımızdan laf almak istediği çok olmuştur ki, musibetler kelimesi onun bize meşhur muzip hitaplarından biriydi. Cinsilatifler hakkındaki genellemesi de hepsini Şaziye’ler şeklinde ifade ederdi. Bize zaman zaman hareket ve sesleri taklid ile canlandırmalı teyatral ibretli ama mizahi hikayeler anlatırdı. Tabii bu fıkralarda cinsi latiflerin adı her zaman Şaziye idi erkeklerin de Tercan. Çocuklara düzgün ve doğru isimler konulmasını telkin eder, kötü isimlerle de işte böyle fıkralar da Tercan, Mercan gibi isimler uydurarak istihza ederdi. Cengiz ismine çok kızar Cengiz Han’ın Müslümanlara çok eziyet ettiğinden dem vurarak ismi Cengiz olanların isimlerini mahkeme kararıyla değiştirtecek kadar ağır konuşurdu. Onun gözünden bir fıkrada bir kadının güzelliğinden bahsedilecekse, o kadın her zaman “Türkan Şoray” gibi güzel olurdu. İşte efendim, o hanımefendi bizim okul arkadaşımız falan diyecek olsak, ne arkadaşı musibet? Türkan Şoray gibi kızı almışsınız karşınıza der, bize takılarak utandırmayı ve kızdırmayı severdi. Evet, nerede kalmıştık? Tamam, odada sandal kokusu, uzak doğudan gelme amber tütsüsüne karışmış, tozlu kitapların kokusu yanık mürekkep kokuları ile harman olmakta ve Assam , Seylan ve Çin çaylarından harman edilmiş çay demlikte demlenmekteydi. Ama herhâlde karşısındakinin de Galatasaraylı olduğunu unutmuş olacaktı ki havadan sudan muhabbetin bir yerinde kıvama geldiğimi düşünüp bana merhum Ahmet Haluk Dursun’u  Dolmabahçe’de taksiden inerken gördüklerinden dem vurdu. Ben tabii ki anladım durumu ama bir yandan muhteşem çayımı yudumluyorum bir yandan bisküvileri götürürken bir gözümle de kurabiye tabağındaki kurabiyeleri garantiye almaktayım.(Ki, bu ifadeler Şevket Ağabey’in fıkralarından bire bir apartılmıştır.) Şevket Ağabey’in merakının tecessümü zirveye varmadan, meramını anladığım için hemen sazı elime alıp Dolmabahçe’de görülen merhum canım kardeşim Haluk’u aldım, Dolmabahçe Sarayına soktum, Ortaköy de gezdirdim, yemekler tatlılar yedirdim, Ortaköy de Galatasaray Lisesi’ne soktum çıkardım. Araya üçbeş Şaziye de sıkıştırdım. Ballandıra ballandıra güzel bir hikaye yazdım. Üç beş gün sonra Haluk geldi, “Oğlum ben ne zaman Dolmabahçe’ye gittim, okula ne zaman uğradım, Ortaköy çarşısında ne zaman gezdim? Bu Şaziye’ler kim? Neden benim haberim yok?” deyince karşılıklı uzun uzun gülmüştük. Şevket Ağabey Haluk’a “Yahu, bu senin arkadaşının ağzında bakla ıslanmıyor, senin hakkında ki herşeyi ağzından birer birer aldım. Çok boşboğaz aman dikkat et!” demiş meğerse. 

İkincisi ise meşhur 12 Eylül günü yaşadıklarımızdır. 12 Eylül günü Darbeyi erken saatlerde Atilla Şentürk’ten öğrenir öğrenmez gerekli tedbirleri evde alıp, ne yapabiliriz derken, ilk aklımıza Şevket Ağabey’in tutuklanıp sıkıntı çekebileceği geldi. Biz Fatih Koyunbaba Babnaibi Sokak’ta oturuyorduk. Şevket Ağabey Aksaray Yusufpaşa'da. Arada koca Vatan Caddesi var.  Haluk Dursun’la güzelce lacivert takımlarımızı giyip, ayakkabılarımızı boyayıp, ense traşımızı düzeltip yola düştük. Hatırlayanlar bilir, o gün sıkıyönetim  ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Ama kimin umurunda, serde gençlik var ve şöyle bir bakıyorum yaşadığımız pandemi günlerine kadar bütün sokağa çıkma yasaklarını , birçoğu sebepsiz ve mesnetsiz de olsa kamîlen ihlâl etmiştim zaten.  Yolda camdan cama dedikodu yapanlara fırçalar atarak, köşebaşlarında askerlerden "Nasılsın asker!" deyip tekmil (!) alarak Vatan Caddesini boydan boya geçtik ve Şevket Ağabey’in oturduğu apartmana vardık. Apartmanın üst katlarında oturuyordu. Muhterem validesi o zamanlar sağdı. Kapıyı o açtı. Şevket Ağabey’i sorduk. İhtiyaten en alt kattaki bir komşuya gitti dediler. O zaman da hatırlıyorum Haluk Dursun’la Şevket Ağabey’in naifliğine üst kattan alt kattaki yakın bir komşusuna saklanmasına çok gülmüştük. Şevket Ağabey’i ikna ettik. İlk defa bu kadar telaşlı, endişeli ve ciddi görüyordum kendisini. Ama Şevket Ağabey'in bunu kıymetli validesinin nahoş tutuklama sahnelerine şahit olmaması için yaptığını daha sonra anladık. Kendisinin daha önceden böyle bir "Darbe" beklediğini biliyorduk, bize de söylemiş idi ama Darbenin gerçekliğini ve ciddiyetini biz o zaman gençlik ateşi ile pek anlayamamıştık doğrusu. Kendisini evden aldık. Ben yolda bir şey olur da yakalanırlarsa diye, en azından başkalarına haber verebilmek üzere arkada kaldım, onlar iki – üç yüz metre önümde, geldiğimiz yolu, Vatan Caddesini boydan boya aynı minval üzere, herkese fırçalar atarak, bağırıp çağırıp talimatlar yağdırarak, evimize döndük ve Şevket Ağabey’i Fatih’te bir evde kaybettik. Şevket Ağabey Haluk’un da benim de kendisini tanıyana kadar hiç sahip olmadığımız bir ağabeyimizdi. Her zaman çok düşünceli ve kibar bir insandı. Hayat ve din hakkındaki öğütlerinden çok yararlandım. Yanında kendimizi güvende hissettiğimiz nadir insanlardandı. Tanımış olmaktan her zaman gurur duydum hatta çok zaman da öğündüm. Kendisini tabii ki çok özlüyorum. O yüzden Sultanahmet’e hiç gidesim yok. Umarım S.A.V. e komşu olur. Kabri bir cennet bahçesidir. Bilmem Allah ahirette de görüşmeyi nasip eder mi? İnşallah. 

Amin!

Rahmetullahi aleyh, inna lillah ve inna ileyhi raciun…



HALDUN LENGERLİOĞLU.

ISTANBUL-ŞİLE,  Haziran 2021

28 Aralık 2021 Salı

 İstanbul Boğazını lodosta sandalla geçmek...



-I-

        Sene 1969 veya 70. Valide Hanım, Denizli den yalnız başına trene binmiş. Haydarpaşa Garı'nda karşılanacak. Pederim, geldi beni okuldan aldı. İkindi vakti Karaköy'e indik.  Babacığımla namazı Yeraltı Camiinde (Kemankeş Karamustafa Paşa, Camii) kıldık. Lakin hava lodos. Şehir hatları vapurları çalışmıyor. Babamın dediğine göre kara tren Denizli'den yatsı ezanına doğru gelecekmiş.  İskeleye vardık, dalgalar hafif bir şiddetle rıhtımı dövmekte. Babam bir bana baktı, bir havaya baktı ve herhal bir de anacığımı Haydarpaşa Garında gece yalnız bırakma ihtimalini düşündü. Validenin eli belinde hali geldi gözlerinin önüne zahir. Hemen rıhtımdaki bir sandalcıya koştu. 

- Bizi Haydarpaşa Garı'na götürür müsün? Hanımı muhakkak karşılamam lazım.  

        Sandalcı belli ki, o da evli bir adam. Sanki bir ressamın tuvalinden fırlamış gibi, kolları sıvalı, pazuları şiş, kırmızı esmer tenli, palabıyık bir hamlacı. O da konuşmadan  bir havaya baktı, bir bana bir de babama. Aklına besbelli kendi hanımı geldi. Para konuştuklarını duymadım. 

-Götüreyim götürmesine ama, yolda sandala istifra etmek yok! 

deyip, iri, kemikli, eklem yerleri şiş bir elini bize uzatırken, diğeriyle rıhtımdaki babadan iskarmozun dış tarafındaki demir halkaya bağlı ipi çözmeye başladı. İlk bakışta sarhoşmuş izlenimi veren gözleri, belli ki güneş altında, tuzlu suda, kürek çekmekten kıpkırmızı ve kanlı idi. Sarhoş olmadığını nereden anladım derseniz, zira Yeraltı Camii’nde cemaatte onu da gördüm.

       Babamla bindik binmesine sandala ama, ben hayatımda ilk defa sandala biniyorum, ve daha rıhtımdayken bile sandal beşik gibi sallanmakta. O zaman gözüme devasa büyük bir tekne gibi görünse de, bir yandan bu dalgalara nasıl mukavemet edecek, nasıl devrilmeyecek onu düşünmekteyim, öte yandan da bu adamın o koca  tekneyi kürek çekerek idare edebileceğinden de oldukça şüpheliyim. Aklıma radyodan her gece saat 11:00 ajans haberlerinden sonra duyduğum Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı' nın balıkçılara, denizcilere 40 küsur derece, bilmem kaç dakika ve bilmem kaç saniye kuzey, 20 küsur derece, dakika ve saniye doğuda görülen kimliği belirsiz cisim anonsları gelmekte.  



      Sandal palamarı çözdü ve rıhtımdan ayrıldık. Sanki kıyıya yakınken deniz daha bir çalkantılıydı gibi hatırlıyorum. Rıhtımdan açılınca deniz bir ara azıcık sakinledi gibime geldi. Babamla sandalın havuzluğuna oturup, aynalık tahtasına sıkıca tutunup yaslandık. Belli ki bu bir yolcu sandalıydı, zira oturduğumuz yolcu oturağının, koltuk gibi aynalık tahtasına bağlı kol dayama yerleri de vardı. Meğer Haliç’in girişinde olduğumuzdan sakinlemiş deniz, Sarayburnu açıklarından boğaza çıkınca gördük ki deniz çırpıntılı köpükler içinde; sandal Karaköy açıklarında o köpüklerin içinde; biz de o sandalın içindeyiz. Tahterevalliye binmiş gibi, burnunu dalgalara doğru vermiş sandalda, hamlacıya bir biz yukarıdan bakıyoruz, bir o bizi tepeden tepeden süzüyor. Babam tebareke, yasin, fetih peşpeşe kaptırmış gidiyor, bir yandan gözleri karşı sahilde, güya korktuğunu belli etmiyor. Ben hem dalgaların köpüren tepelerinden püsküren tuzlu sudan gözlerimi korumaya çalışıyorum, denizin tuzu yosun yosun ağzımda buz gibi, hem de hava soğuk üşümemek için üzerimdeki pardösüye sarılmaya çalışıyorum ama ilk sarsıntıda denize düşeceğim korkusuyla pardösünün yakasını bırakıp bir yandan oturağın kolunu tutmaya çalışıyorum, bu sefer pardösünün yakası bağrı açılıyor. Velhasıl beyhude bir çaba içindeyim.




        Bir de bu yetmezmiş gibi sandalın dört bir yanından sesler geliyor, sandalın omurgasında bodoslamalar ve postalar hararetli bir şekilde diş gıcırdatmakta, kaplamalar gözümün önünde ileri geri oynuyor, ana gövdeden ha koyverdi ha koyvermek üzereler. Hamlacı esmer yüzünün ortasındaki birbirine oldukça yakın ve kısılmış kanlı iki gözle  halimize sinsi sinsi gülüyormuş gibime geliyor. O tecrübeli tabi, üzerinde yağlı bir kumaştan kalın bir ceket var, kafasında da kulaklıkları olan muşambadan bir şapka. Denizin suyundan pek rahatsız olmuşa benzemiyor. Asılıyor var gücüyle küreklere. Kürek topaçlarının dibinden gevşek bir iple ıskarmoza bağlı. Bana sanki kürekler her hamlede ıskarmozdan bir anda  boşalacak gibi geliyor. O kadar dalgaya rağmen küreği kaptırmıyor sandalcı. Ne çok daldırıyor denize ne de yüzeysel çekiyor. Her asıldığında topaca sandal hafifçe yukarıya doğru havalanıyor, veya hamlacı tecrübesiyle, göz ucuyla baktığı arkadan gelen dalgaya göre ayarlıyor kürekleri çekeceği zamanı. Hep burnunu denk getiriyor dalgalara. Bazen ters bir dalga aldığımız da oluyor yandan, korkuyoruz babamla alabora olmaktan. Hava yavaşça kararıyor. Babam, sevinçle “İşte Haydarpaşa!” diye boş bulunup haykırıyor. Sandalcı gülünce de mahcup oluyor biraz. Haydarpaşa ya 3-5 yüz metre kala yağmur başlıyor ve deniz yağmuru beklermiş gibi daha bir sakinleşiyor. Mendireği aşıyoruz ve işte nihayet rıhtımdayız. Bir heyecan önce babam atlıyor rıhtıma, sonra beni tuttuğu gibi çekip alıyor sandaldan. Ben Haydarpaşa Garı’nın renkli vitraylarına dalmışken sandalcıyla helalleşiyorlar. İkimiz de deniz suyuyla sırılsıklam ıslak, gara giriyoruz. Tren henüz gelmemiş. Babam demiryolcularla konuşup, bizi içinde soba yanan bir odaya sokuyor. Etrafta kırmızı şeritli elbiseleriyle demiryolcu memurlar var. Masanın üstünde muşamba kaplı, altın renkli düğmeleriyle, siyah siperlikli, kıpkırmızı şapkalar gelişigüzel duruyor. Selamlar alınıyor veriliyor. Çaylar söyleniyor. Pardösümü çıkarıyorum. Gürül gürül yanan sobanın başına geçiyorum hemen. Boğazda yaşadığım, şimdi sıcak soba başında rüya gibi gelen, tehlikeli macerayı düşünüyorum. 
İçimde anne özlemi. Karnım aç…

-II-


          Validem merhume, 1950 öncesi lise mezunlarından idi. Denizli nin yerlilerine has, maderşahi bir aileden geliyordu, üstelik hiç erkek kardeşi de yoktu. Dört kız kardeşin en küçüğüydü. Ata biner, her türlü iş elinden gelirdi. Solaktı ama her iki eliyle her işi aynı mükemmellikte görebilirdi.

          Benim çocukluğumda, Denizli'de evliliklerde, her türlü ev eşyası kız tarafınca yapılır, damat sadece ceketini alır gelirdi. Belki bir döşek verirse annesi ne alâ. Ama evin her türlü idaresi kadınların elindeydi, ve erkekler maaşlarını, gelirlerini aldıklarında derhal gelir hanımın eline sayarlar, karşılığında haftalık, günlük harçlık alırlar ve hemen her konuda kadınlara hesap verirlerdi. Hem dedemi, hem eniştelerimi, yakın komşuların erkeklerini ve tabii ki babamı hep bir içtima halinde, neredeyse hazır ol durumunda, ayakta durarak, bir sedirde veya sandalyede oturan hanımları önünde hesap verir durumda defalarca görmüş ve kanıksamışımdır. Benim suyun öte tarafından, Selanik’li olan eşime evliliğimizin ilk yıllarında görgüm sebebiyle aynı şekilde gelirimi teslim etmeye kalktığımda, ikimizin de eli ayağı birbirine dolaşmış, benim hanımın tuhaf karşılaması nedeniyle, anlayamadığım bir şekilde bu yük benim omuzlarıma kalmıştı.





           Lafı uzatmıyalım. Validem bir kere Denizli'den aramıza geldikten sonra artık bize bir şey düşmezdi. Zaten alıştığımız üzere O ne derse o yapılacaktı . Başka türlüsünü düşünemezdik bile. Yatsı ezanı okunduktan çok sonra geldi Pamukkale Ekspresi. Dışarıda fırtına artmış, hatta şiddetinden Haydarpaşa Garı'nın giriş kapısı üstündeki vitraylardan bazıları düşüp kırılmıştı. Kara tren oflayıp puflayarak, geldi, bir iki manevra yaptı, daha sonra buharlar içinde perona yanaşıp son nefesini verip durdu. Koltuk altlarında evraklar, bir ellerinde beyaz ve kısa bir sopanın ucuna bağlı ve ortadan bir tarafı yeşil bir tarafı kırmızı yanan 
daire şeklinde işaret levhaları ve diğer ellerinde vagonlarla rayların  aralarını tarayan uzun el fenerleri ile demiryolu memurları; çekiç, levye ve manivela taşıyan el arabalı demiryolu işçileri; hepsi koşturup kara trenin sağında, solunda, altında, üstünde, vagon aralarında ve içinde, geride fırfırlı düdük, zincir şakırtıları, tren tekerlerine vurulan çekiç sesleri ve çınlamalar bırakarak kayboldular.  

            Biz baştan başlayıp tren camlarından annemi görmeye çalışarak hızla peronda ilerliyorduk. Vagonlardan hala küçük küçük, bıkkın tıslama sesleri geliyordu. Derken bir cam açıldı, anneciğimin “Halduuun!” diye seslenen çağrısını duydum. Hemen koştuk, kompartmana girdik. Sepetler valizler çantalar hepsini pencereden babama uzatarak perona indirdik. Babam her zamanki alışkanlıkla saydı ve bize 

-Tam yedi parça. Unutmayın! 

dedi. Anneme kısa bir rapor verdi. Şehir hatları vapurları hala çalışmıyordu ve sabaha kadar da çalışmayacaklardı. Valideciğim oturduğu yerde kısa bir müddet soluklandıktan sonra, talimatlarını bize iletti. Yedi parça eşyanın içinden sadece çantasını aldı ve diğerlerini, eskiden Haydarpaşa Garında bulunan Emanetçi’ ye makbuz karşılığında teslim etmemizi ve Cevizli de ki, babamın amca kızlarından Hacer Hala' mıza gideceğimizi söyledi. Dediğini yaptık ve camekanında kocaman çeyrek daire yay şeklinde, sarı kırmızı renkli, "Emanetçi" yazan depo gibi bir yere eşyalarımızı teslim ettik. Karşılığında bir makbuzu aldık.



         Doğrusu o zamana kadar hiç duymamıştım Hacer Hala’ mın ismini. Babam adresini bilmiyorum ama diyecek oldu, anneciğim, derhal müdahale edip, ben bulurum dedi. Hacer Hala' m Deniz İşletmeleri Hastanesinde başhemşire idi, soyadı Lenger' di, ve Cevizli' de oturuyordu. Bütün bildiklerimiz buydu. Annem bizim şaşkın bakışlarımız arasında hemen bir taksi buldurdu babama. Beni öne oturttu, Kendisi babamla arka koltuğa geçtiler.






- Cevizli'ye!

          diye seslendi kısaca Taksi şoförüne. Taksi şoförü kontağı çevirdi gecenin bir yarısı düştük Cevizli yollarına. Cevizli tabelasını görünce, Valide Hanım, nöbetçi eczaneyi buldurdu önce şoföre. O zamanlar Cevizli minnacık köy gibi uzak bir yerdi. Nöbetçi eczaneye girdi, ve Hacer Hala' mın ismini verdi, Deniz İşletmeleri Hastanesinde başhemşire olduğunu söyledi. Eczacı Hacer Hala’ mı tanıdı, yanımıza kalfasını verdi ve Hacer Hala’ nın evine vardık. Eczacı kalfası eczaneye aynı 
taksiyle geri döndü. Cevizli' nin tepelerinde müstakil bir evdi hatırladığım. Çok sevecen bir kadın, üzerinde sabahlığı, gözleri mahmur ve şaşkın bizi karşıladı. Önce babamı tanıdı, sonra annemle sarmaş dolaş oldular. Beni de bağrına bastığını hatırlıyorum. Beni elimi yüzümü ayağımı yıkayıp hemen yatırdılar. Onlar da herhalde bir müddet oturup yattılar. Sabah erkenden tabak çatal kaşık sesleriyle uyandım.


           Sofrada dedim ki anneme, "Ya eczacı tanımıyor olsaydı Hacer Hala' mı ne yapacaktınız.?"

Kendinden çok emin bir tavırla :

"Ne demek ne yapacaktınız? Karakol'a gider buldururdum muhakkak. Sokakta kalacak değildik ya!" deyip kestirip attı.

            Ne demek bulamamak, benim ki de laf olsun diye sorulmuş bir soruydu aslında.

            Kahvaltı da şaşılacak şey, patlıcan reçeli vardı. Patlıcandan reçel mi olurmuş Allah aşkına? Halâ şaşarım.





            Cenabı Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.

28 Aralık 2021, Kavacık, İstanbul


27 Aralık 2021 Pazartesi

 

Melih Düzenli den Yaban Ördeği - Henrik Ibsen 


 



            Sevgili Melih’ i en son Sam Shepard’ın Aşk Delisi oyununda seyredebilmiştim. Taa 2006 da. Halbuki birçok tiyatro oyununda ve sinemada sanatını icra etti. Bahane yok, gidemedik, göremedik. Ne çok şey kaybettik. Maalesef zamanı geri çevirmek de mümkün değil.

            Şimdilerde ise pandemiler çağına düştük. Hayır hayır sadece virütik, mikrobik pandemiden bahsetmiyorum. İnsanların sosyal medya ile güdüldükleri, kısa mesajlarla yönlendirildiği, neyi sevip nelerden nefret etmeleri gerektiğinin empoze edildiği sosyal pandemiler de buna dahil.

           Halbuki, hayat pandemilerimize aldırmadan olanca hızıyla akıyor, hayatın neresinden heybemizi dolduracağımıza,  neyi soluyacağımıza bilinçli bilinçsiz biz karar veriyoruz.

 

 

              Hayat tiyatro, tiyatro hayat değil miydi? Sahte korkularla akan hayatı, bir mihenk taşına vurmak bir ayarlamak gerekmez miydi? Kendimize bu yaşta ördüğümüz kozayı delmek? İşte bu duygularla, bir Galatasaray’lıyı, bir dostu, bir hayatı, Güre’deki münzevilikten çıkıp gelen kardeşimi başrolde görmek üzere Tiyatro Pera, Henrik İbsen’in Yaban Ördeği’ne bilet aldık. Aslında kendisi tarih vermemi ve davetiye göndereceğini israrla söyledi ama, seyirciliğimden taviz vermek gibi geldi bana davetiye ile gitmek. Evet tabi Melih için gidiyordum ama, bir taşla iki kuş, seyirci dediğin biletini kendi almadan tatmin olur mu? Duyan da zannedecek ki servet ödedim bilete. Emekli’ye 40.- TL, ama tiyatroya bilet alıp gitmenin zevki paha biçilmez!


 

  


                  Tiyatro Pera, Şişli de. Arkaya dolanıp, altındaki otoparka arabanızı park edebiliyorsunuz. Biletinizi gösterince park ücreti de ödenmiyor. Fakat esas ilginci, koltuklarımız sahne içinde idi. Tabi davetiye istemedik ama , gişedeki Hülya Hanım’a, ben Melih’in liseden sınıf arkadaşıyım, ön sıra olsun demeyi de ihmal etmedik.  Yani seyirci olarak, Melih’e çaktırmadan torpilini de kullandık. Yukarıda ki resimde, solda görünen yerden 10 cm yükseklik bile yoktu bizim sandalyelerde. Belli ki tiyatro seyirci oyunun içinde olsun istemiş. Hatta ve hatta sandalyeler –bence- biraz da alttan dürtücü ve rahatsız ediciydi. Seyirci,  sinemada olduğu gibi, rahat koltuğuna gömülüp, bana ne işte orada perde de bir şeyler oluyor, ben de izliyorum, benden ne kadar uzak, rehavetine kapılsın istenmemiş.



         Hatta bir ara Bay Werle yere düşünce, sandalye den fırlayıp, açılın ellemeyin arkadaşımı diyesim bile geldi. Tabii Bay Werle dememe gülümseyeniniz olmuştur.  Hayır, hayır bunu sizi gülümsetmek için yazmadım. Ben de biliyorum, Bay Werle’yi oynayan Melih’ dir. Ama Bay Werle, hem konumu, hem durumu, hem yaşı, hem geçmiş sırları, hayatı, düşündükleri aynı bize benziyor. Bir de canlandıran Melih olunca,  sandalyeden fırlayıp koluna giresim geldi.

              Yaban Ördeği’nin konusu aslında tam da bizim çağımıza, yaşımıza uygun düşüyor. 1900 lerde Kuzey Avrupa da yaşanıp geride kalanların, bizim şimdilerde yaşıyor olmamız çok dikkat çekici. Burjuvazi 1884 te de üretim ve sermayeden gelen gücünü, zenginliğini istismar etmiş. Tuhaf olan bizim bir yüzyıl sonra bunları yeni yeni görüp yaşıyor olmamız. Ne kadar da benziyor şu anda yaşadıklarımıza. Ama bir Henrik Ibsen de bizden çıkar mı? Kimbilir?

           Fakat Sevgili Melih’in çok başarılı bir şekilde canlandırdığı Bay Werle, ilerlemiş yaşıyla, bir günah çıkarma, kendini affettirme telaşı içinde.  Bazen ben de kendimi bu telaş içinde buluyorum. Tabi ki Werle nin sermaye ve burjuvazi destekli günahlarıyla benim ki kıyaslanamaz bile. Benim ki biraz 64 yaşın getirdiği, bir hacı amcanın geçmişine bakıp ince bir muhasebe, neyi yanlış yaptım, nerede yanlış yaptım, tamir edebilir miyim telaşı.  


             Fakat, şu bizim neslin bir ömrüne sığanlar, daha önce bu gezegende hiç yaşanmadı ve bir daha da yaşanmayacak. Lambalı radyodan, dünyada ki her türlü yayına anında ulaşılabilen internete ulaştık. Bütün izmleri, ideolojileri bitirdik. Bütün sanatsal akımlardan haberimiz oldu ve hepsine bir şekilde eriştik. Bizim hayata başladığımız yerden bugüne kadar ömrümüze sığanların hacminin devasa büyüklüğü, başdöndürücü sürati ve artık dayanılmaz ağır mı ağır bir yük haline gelen kesafeti, bundan sonra gelen hiçbir nesilde olmayacak, olması da mümkün değil. 



              Melih’in oyunculuğunu değerlendirmek ne haddime! Ama ben Melih’in oyununda kendimden bir çok şey buldum. Gençliğin gerçekçiliğiyle, olgunluğun, tecrübenin, bilgeliğin iyileştirici gücünün karşılaştırmasını gördüm. Hem kuzum nedir şu bizim gençlerde de var olan kendinden yaşça çok büyük olan yakınlarını acımasızca ve ne pahasına olursa olsun, acıtıcı bir şekilde tenkit etme hevesi? Evet, Bay Werle’nin geçmişinde bir çok hatalar yaptığı su götürmez bir şekilde ortaya konuyor oyunda. Ama, yaptıklarından duyduğu pişmanlığı, bunu tamir etme isteğini görmezden gelmek mümkün değil. Bu çabayı katı bir gerçekçilik adına baltalamaya çalışmak, illa gerçeği anlatacağım diyerek, züccaciye dükkanına dalan bir fil misali insanların hayatlarına dalmak? Kendi hayatındaki eksiklikleri, yanlışları sanki babadan, aileden tevarüs etmiş gibi başkalarını suçlamak?  İllâ Yaban Ördeği’ni öldürmek!



             Ben Bay Werle ‘den yanayım. Gayet net ve açık. Melih’in muhteşem oyunu bunu söylememde çok etkili tabii ki. İnkar etmem.  Kemal Tahir’ in    “Gerçekçilik kitap okuyarak elde edilir bir marifet değildir. Gerçekçilik insan ve toplumun bir ileri basamağıdır. Basamağa erişmek, gerçekçiliği işe yarar hale getirebilmek için insanoğlunun yalnız şuuruyla gerçekçi olması yetmez, şuuraltıyla da gerçekçi olması şarttır, çünkü gerçekçilik insanoğluna, rahatça düşündüğü gevşek zamanlarda değil, şuuraltıyla, refleksleriyle hareket etmesi gerekli sert, gergin, hızlı zamanlarda işe yararlı olabilmelidir. Gerçekçi olabilmek çok zordur. Çünkü bir kez elde edilince sürgit kullanılmaz; her durumda gerçekçiliği yeniden elde edip geliştirmek gerektir.” i bir kez daha, kendime daha çok tiyatro izlemeliyim telkininde bulunarak, idrak etim.

              Bir de eşimin söyledikleri var. Sadece 2 oyunda gördüğü ( ki biri taa 2006 yılında idi.)  Melih’le hal ve tavırlarımız birbirimize çok benziyormuş, ki bilen bilir ne kadar farklı olduğumuzu. Ama o akşam Melih mi Bay Werle’ ydi, ben mi Melih’tim, Bay Werle mi bendim, diğer oyuncular nasıl bu kadar bana yakındı, eşim kimdi, oğlum neredeydi, kızım ne derdi, aklım karman çorman oldu. Sevgili Melih’in oynadığı, insanı düşüncelere gark eden bir oyun seyrettik bu kesin.




              Velhasıl 25 Aralık 2021 günü  Norveç’in kuzeyinde, aklımıza Melih Düzenli’nin oyunuyla “aurora borealis” kaçtı.  Hala bütün gizemiyle gezinip duruyor beynimizin kıvrımlarında.

 



 26 Aralık 2021 - Şile- İstanbul


21 Ekim 2021 Perşembe

 




Şeker Çekici...

        Yün yatakla yün yorganın arasında anasına doğru iyice sokuldu. Anası misler gibi sabun ve buhur kokuyordu. Yorganın altı ne kadar sıcaksa, dışı da bir o kadar soğuktu. Odanın soğuğu göz pınarlarından  kafasının içine ve burnundan ciğerlerine serin serin akıyordu. İyice büzüldü, yatağın içinde annesine daha bir sokularak buz gibi olan burnunun ucunu annesinin nefesinin altına doğru soktu. Annesi, eliyle uzanıp uykudan uyanmadan alışkanlıkla, oğlunun sırtına doğru yorganı sıkıştırdı. Yavrusunun saçları “alabros” (Fransızca fırça gibi demek.) kesilmiş fırça gibi olmuş kafasını göğsüne doğru bastırarak öptü. Kafası gıdıklandı, içine sımsıcak bir sevinç doldu. 

        Neden sonra sırtüstü dönüp gözünü çatıdaki eğimli pencereye dikti. Hava karanlıktı ve toz lacivertti gökyüzü. Dörtlü pencere camının her bir çerçevesi içinde bir dolu yıldız, ona bakmak için birbiriyle itişiyordu. Pencerenin camları bir mercek gibi yer yer kalınlaşıp, dalgalı bir hal aldığından, yıldızlar sırayla o dalgalı yerlerden atlarken, gözlerini koskocaman açıp ona bakıyorlardı.

              Dışarıdan boğuk boğuk köpeklerin ulumaları ve havlama sesleri gelmekteydi. Bekçi Baba Tayyar’in  düdüğü zaman zaman “fırrrr!” diye  yükselip havlamaları susturuyordu. Herkes güven içinde, sımsıcak evlerindeydi. Köpekler aralarında haberleşir gibi, uzaktan uzağa ne diye havlarlardı acaba ? Üşümezler miydi hiç? Hiç mi uyumazlardı? Bekçi Baba Tayyar gündüz uyurdu, onu biliyordu.  Çünkü Baba Tayyar ev sahipleriydi. Hemen alt katta oturuyorlardı. Aslında iki kat arasında birbirini ayıran bariz bir kapı da yoktu. Aynı evi paylaşan geniş bir aile gibiydiler. Yaşlılar alt katta oturuyordu, gençler yukarıda. Çünkü demişti babası, yaşlılar merdiven çıkamazlardı. Baba Tayyar’ın karısı Hattuş Nene bazen anasına yarenliğe gelirdi yukarıya. Dizlerini ova ova şikayet ederdi romatizmadan. Şikayetlerinin arasına “Baba çıhan, torpah başan” (iğrenç, geberesice!)  diyerek hayırsız ayyaş oğlunu da eklemeyi unutmazdı. Hayırsız oğlan, Hattuş Nene'nin demesine bakılırsa, evlere badanaya, boyaya, tamirata gider, çarşıda bir merdiven altında boya, gazyağı, anason ve şarap kokuları arasında yatar uyurdu. Bir kere görmüştü Hattuş Nene'nin hayırsız oğlunu evin önünde ki geniş çukurun içinde. Elinde sigarası, dumanlar içinde öylece oturuyordu. Anasına bir koca torba çamaşır getirmişti yıkatmaya.  Hattuş Nene'nin sesinden anlamıştı hayırsız oğlanın geldiğini. Yine sıralıyordu Hattuş Nene hayırsız oğluna karşı ağzına geleni. Ama ana yüreği  kıyamıyordu ki, al çamaşırını git nerde yıkatırsan yıkat demeye. “Hayırsız Oğlan” eve gelmeye de korkuyordu. Çünkü bekçi babasından ve özellikle kiracıları polis komiseri’ nden çok korkar olmuştu. Bir ara kafayı iyice bulduğunda sokakta naralanacak olmuş, Komser Emi (öyle diyordu kiracılarından bahsederken) yakalattığı gibi, 3 -5 serseriyle birlikte karakolun jipine doldurup, şehrin 25-30 kilometre ötesine atıp gelmişti hepsini gecenin bir vakti. “Hah!” demişti, “İşte burası size uygun, naralanın canınız ne kadar istiyorsa!” Zor dönmüştü geriye, yolda soğuktan donup öleyazmıştı. Etraftan gelen kurt ve köpek ulumalarının verdiği korku ayrı. Bir daha tövbe etmişti merdiven altından çıkmaya. Bir de duymuştu ki Erzurum Valisi azılı serhoşları toplayıp Tortum Şelalesi'nin altına yatırmaya başlamış meğer. Çoğu serhoş, şelale altında iyice ıslandıktan sonra, ya ince hastalıktan ya da zatürreden sizlere ömür oluyordu.  Komiser Emi’si evlerinde kiracı olduğundan, daha çok da bekçi babasının hayrına, yine onu kollamış, hoşgörülü davranmıştı kendisine. Kızgınlıkla karışık bir minnet duydu.

             

 

           Hattuş Nene’nin evi çam reçinesi ile karışık arap sabunu kokardı kostik, kostik. Odanın ortasında kocaman bir çini soba, sobanın yanında sürekli yanan; sönmüş, ateşsiz ve soğuk olarak hiç göremediği, bir türlü ne zaman nasıl yakıldığını anlayamadığı, tıkız şilteler, üstü halı kaplı ot yastıklar,  yere serili kaçak İran halıları ile uyumlu, işlemelerine dalıp gideceğiniz, bir türlü gözünüzü ayıramayacağınız kocaman, odun kömürlü, bakır bir semaver kaynardı. Arada bir kaybolurdu semaver. O zaman anlardı ki kalaya gitmiştir. Bir gelirdi kalaydan, her tarafı pırıl pırıl parlardı. Tombul kazanının ayna gibi dış yüzeyinin yansımalarında, şişip tombullaşan kuru kemikli yanaklarına, eğilip bükülen yüzüne bakardı zaman zaman, gördüğü çok tuhafına gider, kendi kendine gülerdi. Semaverin  yanındaki tepside yaldızlı, üzeri tülbentle örtülü hepsi birbirinden farklı porselen fincan ve cam bardaklar olurdu. 

          Bir de kapaklı bir ahşap kutu vardı ki içinde iri taş gibi sert, yumruğu büyüklüğünde bembeyaz topak şekerler olurdu. Kelle şekeriymiş onlar. Annesi öyle demişti. Kutuya bitişik ayrı bir bölmede de bu sert şekerleri kırmaya yarayan şeker çekici. Hattuş Nene çayını yaldızlı bir cam bardağa doldurur, bardağı derin çukurlu, elinde def ile danseden, genç bir kız desenli porselen tabağa oturtur, sonra şeker kutusunun kapağını kaldırıp uzun uzun şekerlere bakar, ya küçük bir parça alır, ya da şeker çekicinin keskin tarafı ile, yine gözüne kestirdiği iri bir şekerden tek darbede etrafa şeker sıçratmadan küçük bir parça koparıp, avurduna yerleştirirdi. Daha sonra, eğer yaz günüyse soba yanmıyorsa, bardakdan çayı porselen çukur tabağına döker, oradan içer, yok eğer sobanın gürül gürül yandığı o dehşet Erzurum kışıysa mevsim,  o zaman doğrudan bardağı avucuyla kavrar,avurdundaki şekerle tatlandırıp, bardaktan yudum yudum içerdi. Bazen kiracının ufak yumurcağına da kutudaki kelle şekerden kocaman bir parça verdiği oluyordu. Oğlan çay da istiyordu ama Komiser Emi yasakladığından veremiyordu Hattuş Nene. Başını okşardı oğlanın, çay veremediğine çok üzülürdü. Çatlamış dudaklarının arasından gülümserdi, sapsarı dişleri ile. 

         Çok keyifli olursa,  “Nerede benim gayıp gelinin sarı saçları?” diye arandığı tütünü,  lale işlemeli kesesinde duran gümüş bir tabakadan sağ elinin, tütünden sararmış siyah çatlaklarla bezeli üç parmağıyla çıkarırdı. Aynı tabakanın kapağında yaylı bir tutacak ardında duran minik desteden de öbür eliyle tek bir sigara kağıdını çekerdi. Daha sonra sigara kağıdını, sol elinin işaret parmağı ile baş parmağı arasına koyup orta parmağına doğru boru gibi çukurlaştırır, neredeyse arkası görünecek kadar ince bu sigara kağıdına, içinden topaklarını ayıklaya ayıklaya, sıkıştıra sıkıştıra, "gayıp gelin"in sarı saçlarını, ince kıyım tütünü dizer, bir müddet işaret parmağı ile başparmağı arasında  ileri geri oynatarak minik bir boru haline getirirdi. En nihayet damar damar olmuş, beyaz pütürlü kıpkırmızı diliyle,  uzun kenarının iç tarafına saydam ince şeffaf bir yapışkan sürülmüş kağıdı azıcık ıslatır, ağıza gelecek kısmın ilk 1-2 cm sini de çarpık sarı ön dişleriyle azıcık ısırır kabartır, daha sonra ıslattığı kenarı sigara kağıdının silindir kenarının üstüne getirip yapıştırırdı. Bazen annesi de özenirdi  Hattuş Neneye “Bana da sar bir cuvara, Hattuş Annem, efkarım üstümde bu yaramaz oğlanla!” dedi miydi, bu sefer Hattuş Nene sigara kağıdını boydan boya diliyle ıslatmaz, ağıza gelecek o 1-2 santimlik yeri kuru bırakıp, dışarı katlı şekilde uzatırdı annesine. Annesi bu dışa katlı kuru yeri kendisi diline değdirdiği serçe parmağıyla ıslatıp kapatırdı. Sonra Hattuş Nene, semaverin yakınındaki raftan oldukça uzun, üzeri dantel gibi işli bir yasemin çubuğunu, marpucunu yemenisine silerek uzatır, genç annenin çubuğa sigarayı takmasını izler, kendisi de, kendi işlemesiz upuzun, vişne rengi pürüzsüz çubuğuna sigarasını takıp, semaverin altından gümüş maşa ile aldığı közle evvela misafirinin sonra kendisinin sigarasını yakardı. “Tutuşuversin "gayıp gelin"in sarı saçları, kaynanalar bir nefes alsın canım şöyle!” der,  boğazını öksürüp temizleyerek, gevrek gevrek gülerdi. 

        Bazen annesiyle Hattuş Nene’nin sesi kısılır giderdi. O zamanlar işte, güya oynuyor gibi yapar kulaklarını diker dikkat kesilirdi. Pek bir şey anlamazdı ama çoğu zaman çok terbiyesiz şeyler konuştuklarını sezerdi aralarında. Annesi de az kurnaz değildi. Kulaklarının dikildiğini anladığında, “Hadi sen çık dışarı oyna biraz bakalım. Büyüklerin lafı dinlenmez!” diye azarlardı. Suçüstü yakalanmış olmanın mahcubiyeti ve telaşıyla hemen sokağa atardı kendini. Çıkarken kapı kenarındaki süpürgenin tellerinden bir avuç süpürge çöpü koparır, hırsla sokak kapısını çarparak dışarı çıkardı. Koşarak evin önündeki çukur arsaya gider, ablasının öğrettiği gibi sağ ellini kepçe gibi yapar, taşa veya yaprağa konmuş sineklerin tam üstünden hızla savururken, sineğin eline çarpmasıyla çabucak yumardı. Bazen  kocaman bir kara sinek yakalardı. Sırtları, babasının tabancasının siyah çeliği gibi renkli menevişlerle parlayan, neredeyse balarısından daha iri kara kara sinekler. Bazen kanatlarını yolar onları izlerdi. Sinek hızla uzaklaşmaya çalışır, bir yandan da ön bacaklarıyla sürekli gözlerini oğuştururdu. Ağlıyordu belki de kanatları koparıldı diye. Ağzında uzunca bir hortumcuk, sürekli ileri geri oynatıp yerlerde bir şeyler ararlardı. Kanatlarını koparmadığı zamanlar, özellikle de iri bir kara sinekse, hemen kısa pantalonunun cebinden bir süpürge çöpü çeker, ablasından öğrendiği gibi zavallı hayvanın  arkasına yavaşça çöpü iliştirir,  sonra da salıverip kıçında süpürge çöpüyle, minik cadılar hayal ederek, sineğin uçuşunu izlerdi.

              Kışın kar yağdığını gece çatıdaki pencereden görürdü. Kar bir yağmaya başladı mı, tane tane gelir en önce o pencerenin bölünmüş çerçevelerine düşerdi. İlk gelenler erir, bir kısmını rüzgar uçurur, ama hava bir ayaza çekti mi, düşen kar taneleri yapışır kalırdı. Üst üste yavaş yavaş  birikir, en altta kalıp yapışanlar buzdan pırlantalar gibi parıldardı. Daha bahara kadar artık o pencereden yıldızlar görünmezdi. O zaman işte oturma odasında annesiyle dışarıyı seyrederlerdi. Evleri uzaktan büyük bir mezarlığa bakıyordu.  Kar yağdığında mezarlar ve mezar taşları bembeyaz bir örtünün altında kalıyordu.  Etraftan yükselen yaban hayvanların bağırışları, kurt ve köpek ulumaları arasında, karların altında kalmış mezarlar ve taşlarının yükseltisi, sonsuz alemin her an hücuma geçecek siperdeki neferleri gibi dururlardı. O uzun kış gecelerinde, döküm kömür sobanın üzerinde ısınan güğümün inleyip, titreyen ıslığı, kendince bir şarkı tutturur,  ateşin pohpohlamasıyla rezonans bazen yavaşça yükselir  bazen de yavaşça azalırdı. Evin kalas ve direklerinden çıtırtılar gelir, ahşap kurtlarının kırt kırt ahşabı kemirmelerinin sesine şahit olurdunuz. Eşyalar uhrevi paralel bir dünyayla konuşur gibiydiler. Evde bunların dışında başka bir ses duyulmazdı. Ha bir de dışarda kime sataşacağını bilemeyip tayfunlanan rüzgarın sesi. 

             Ne radyo, ne televizyon, ne de başka bir elektronik cihaz. Babanın nöbette olduğu ve memleketten, Denizli’den gelen kötü haberlerle gurbet karanlığının uyku tutmayan gecelerinde, tıfıl oğlan, anasıyla oturma odasının penceresi önüne oturur, anasının kucağında, annesinin niye ağladığını bilmeden, anlamadan, alabros kafası anasının gözyaşlarıyla sırılsıklam, sebebini bilemese de sırf anası ağlıyor diye iç çeke çeke ağlardı. Anası onu bu sessiz sebepsiz kendisine eşlik eden ağlamalarına gözyaşları arasından gülümser, sen niye ağlıyorsun garip oğlan diyerek daha sıkı bir şek,ilde bağrına bastırır gözyaşları ile ıslanmış soğuk yanaklarından defalarca öperdi. Bazen yine sıla hasretiyle dolu bu gecelerde, anacığı soba üstünde mısır patlatır, kestane pişirir, kuru yemiş çıkarır, Simi gamı ketti kütah, çeşmi siyah diye başlayan, devlerin, kahinlerin, kayıp bilicilerin cirit attığı, masallar ve hikayeler anlatırdı. Bazı gecelerde de pencere önünde annesiyle beraber mezarlığa inen o yusyuvarlak tepsi gibi nur toplarını seyrederlerdi. Bembeyaz, koskocaman, yusyuvarlak, aydededen de büyük nurdan ve  parlak mı parlak bir ışıktan koskocaman, iri iri toplar, hafif meltemde yere düşen yapraklar gibi, bazen yalnızca bir tane, bazen de birbirinin peşi sıra, üçer beşer sağa sola yalpalayarak, sallana sallana mezarların üzerine doğru iner, mezarların içinde ve aralarında yavaşça kaybolurlardı. Annesi peşpeşe salavatlar getirir, bildiği sureleri sırayla okur, ve sübhanallah, allahuekber diyerek  zikreder, gözleri yaştan sırılsıklam, kenarı rengarenk iğne oyalı bembeyaz yaşmağıyla, faltaşı gibi açılmış gözlerini silerdi. Hemen mushaf açılır, fetihler, tebarekeler, yasinler okunurdu. İlk başlarda her seferinde Hattuş Nene’ye koşardı annesi ama Hattuş Nene sanki yaprak dökülüyormuş, yağmur yağıyormuş da gayet olağan bir tabiat olayına şahit oluyormuşcasına, kanıksamış bir tavırla, “Bu hep olur burada bizim mezarlıkta, biz fatiha okuruz, bilenler yasin, tebareke  okur görünce.” der, ezberinden dudaklarını kıpırdatarak sessiz sessiz bir şeyler okurdu. 

          Ümmi idi Hattuş Nene, okuma yazma bilmezdi. O yüzden kur'an okuyamazdı da, perşembe akşamları, kiracı gelini, yani annesini çağırır, ona çok eskimiş yaprakları dökülen bir mushaftan sureler okuturdu. Annesi bir seferinde kendi Kuran'ını getirmiş, ama Hattuş Nene illa ki, istisnasız bütün sahifeleri fersude o mushaftan okuması için israr etmişti. Annesi bir gurbet şarkısını makamıyla okur gibi, yanık bir sesle kuran okurken, Hattuş Nene'nin gözlerinden yaşlar, kurumuş toprak gibi çatlamış yanaklarına yavaş yavaş süzülürdü. Bir keresinde annesi yokken sormuştu Hattuş Nene'ye. Ne diyordu da Kuran,  niye ağlıyordu ki?  Çok mu acıklıydı? "Hele bir büyü, bak bir sevda, bir aşk gelsin başına, o zaman anlarsın niye ağladığımı." diyordu Hattuş Nene.  Sevda neydi, aşk neydi ki? Onu da annesine sormuştu bir keresinde. Annesi gülmüş, "Hani uzun saçlı güzel bir kız gördüğünde, için kıpır kıpır olur ya, işte öyle olur aşk, işte odur sevda."  demişti. Bundan sonra sokaktan geçen annelerinin elini tutmuş, saçları uzun uzun örüklü kızlara daha bir dikkatle bakar olmuştu. İçi kıpırdamadığı gibi, gidip saçlarını çekesi geliyordu içinden. Saçlarını çekip kızları ağlattığı da oluyordu bazen. Peki, Kuran okunurken Hattuş Nene'nin saçlarını kim çekiyordu ki? Bir müddet sonra bıktığında saç çekmekten, demişti ki kendi kendine, bu mahcub bakışlı,  karabiber gibi esmer kız çocuklarında sevda mevda yoktu besbelli, veya sevda bu değildi belki de?  Düşündü, geceleri tavanda ki o pencereye bakıp hep düşündü. Neydi ki Hattuş Nene'yi ağlatan bu aşk ve bu sevda? Bu böyle olmayacaktı anlaşılan, bir an önce büyümeliydi ki, herşeyi anlasın...


21 Ekim 2021 Bulgurlu İstanbul

Lütfen yorum yapınız!


7 Eylül 2021 Salı


 Bir meş’um Kovid testi…

        Hafta sonu çok yakın bir aile dostumuzla hanımları da alıp Şile çevresine dolaşmaya çıktık. Şile yakınlarında 2 adet şelale var. Yani şelale demek ne kadar doğru bilemiyeceğim. Çağlayan demek belki daha doğru. Bunlardan büyük olanı Hacıllı da diğeri ise Demircili köyünde. Biz uzak olanı tercih edip Hacıllı Çağlayanı’na gittik. Amma velakin, orman yangınları sebebiyle, bu çağlayanlar da orman arazisinde olduğundan, başlarına birer jandarma dikmişler, içeriye kimseyi sokmuyorlar. Velhasıl giremedik. Benim hanım bir sürü güzel fotoğraf çekmeyi umuyordu o da olmadı.

        Dönüşte yolumuzun üzerinde Yeniköy’e uğradık. Yeniköy Ağva’ya doğru Şile merkeze 6-7 kilometre uzakta bir Boşnak köyü. Aslı esası ikibuçuk asır önce rumların yerleştiği bir köy. İkiyüzelli sene burada rahat rahat yaşayan rumlar, İstiklal Savaşı esnasında Türklere karşı çeteciliğe başlayınca civar köylerin direnişiyle karşılaşmış ve savaş bitince de utançlarıyla başbaşa köyü boşaltmışlar. Tabii dir ki biraz yardım da almışlar.(!) Daha sonra, o zamanın Yugoslav göçmeni Boşnak Abdurrahman Akova buraya iki hane olarak 1924 de yerleşmiş. Abdurrahman Çavuş’un Mustafa Kemal tarafından rumların çok olduğu Şile ye yerleştirildiği ifade ediliyor kaynaklarda.(*)  Vadiler, ormanlar, tarihi kalıntılar çok güzel bir köydür Yeniköy. Hayvancılık ve ormancılıkla meşgul olurlar. Köyü de beğenince Abdurrahman Çavuş zamanla 5 hane olur ve daha sonra Bosna dan, Yugoslavya’dan akrabalarını da getirir.  Köy şimdilerde 113 hanedir. Yeniköy “yeni” bir isim gibi görünmekle beraber hatırlayanlar köyün isminin eskiden beri Yeniköy olduğunu belirtmekteler. Ben de şömine için odunu bu köyden alırım. Oduncunun biri kız biri oğlan iki çocuğu İstanbul da üniversite talebesi. Bir küçük oğlu var yanında, ortaokula giden. Onunla ve eşiyle beraber getirirler odunları, kamyonetlerine atlayıp. Çalışkan ve görgülü insanlardır.

        Köyün girişinde çok güzel Boşnak mantısı yapan bir yer var. Dedik orada bir mantı yiyelim. Arabamızı park ettik, bahçeye oturduk. Fakat hava oldukça serindi. Üşüdüğümü anladım ama yapacak bir şey yok, gözlemelerimiz ve mantımızı yedik eve döndük. Evde bir hapşırık bir öksürük, kırgınlık bir yandan.  Attık kendimizi yatağa. Ertesi sabah  sıhhi tablo biraz daha ağırlaşınca, korku dağları bekler, gittik mecburen hastaneye. Muayene, kontrol, ilaçlarımızı yazdılar ve sevkettiler şu  meşum hastalığın da testini yapmaya. Görevli ince bir çubuğu aldı, ağzımıza burnumuza soktu karıştırdı, zannettim o kıymetli zeka küpü beynimden numune parça alıyorlar. Dediler 24 saat izolasyondasın, evinde otur, e-nabızdan sana bilgi vereceğiz netice hakkında. Geldik eve, ilaçları almaya başladık. Hanım uzaktan uzaktan bana tuhaf tuhaf bakıyor. Neyse artık yatsıyı kıldık lahavleyle beraber yorganı çektik başımıza. Sabah ola hayrola. Sabah korka korka e-nabızı açtık telefondan. O da ne? Beynimden vurulmuşa döndüm. Bu nasıl bir felakettir Allah’ım?

          Ben iyisi mi konuyu anlamanız için detaylı izah edeyim. Şimdi mektebi sultaniden en yakın iki sınıf arkadaşımdan Vahdettin A’bem bizim en büyüğümüzdür, merhum Haluk ondan küçüktür, en küçükleri de benim. Vahdettin A’bem 64 olsa, Rahmetli ondan küçüktü, o da olur sana 63. Eh ben de en küçükleriysem demek ki 62 yaşındayım, diye avunup gitmekteydim. Lakin raporun sağ üst köşesine kocaman yazmışlar. Hastanın yaşı 64! Haydaaa? Yahu hadi beni geçin, bu hesaba göre Vahdet A’bem olur sana 66 yaşında. Ne zaman 66 ya bağladın Vahdet A’bey? Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Dedim ki Vahdet A’bem bu kadar yaşlanmış olamaz. Herşey sonunda “66” ya bağlanır ama onun da bir vakti merhunu var yahu! Tamam, anladık, devletsin, SSK sın, öyle her şey, her yere açıktan açığa yazılır mı? Hani ne oldu hasta hakları, hani insan hakları vardı? Çaaat diye yaz uluorta öyle heryere, oldu mu şimdi? Hiç mi düşünmediniz bu hastanın morali, psikolojisi ne olur diye? Yazıklar olsun. Başından belliydi zaten, bu hükümet bunu da yaptı sonunda.

          Hastalık geçti geçmek üzere, ama sırf bu yüzden attım kendimi yataklara, ses ettim Ayvaza, dedim ki ört ki ölem! Aklımdan şöyle sıcak bir duşun altında bir müddet dursam yaştan çeker miyim, düşer miyim 60 lara falan gibi tuhaf düşünceler geçiyor. Demek 65 yaşa gelince kanuni ehliyetini ispat için tam teşekküllü hastaneden raporu da bunun için istiyorlar dedim. Anam da sağ değil ki gitsem yatsam kucağına, aklını karıştırsam, desem ki : “ Ana ben ne zaman doğdum?”. O da dese ki “Guzuum ben seni 60 ihtilalinde, leylekler göç ederken doğurdu idim!”

Ha bu arada Kovid testim de negatifmiş, ne işe yarayacaksa?


SSS

Haldun Lengerlioğlu 7 Eylül 2021 Şile

(*)
T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI
YÜKSEK LİSANS TEZİ İSTANBUL ŞİLE İLÇESİNE BAĞLI KÖYLERDE
FOLKLOR ARAŞTIRMALARI
Elif ŞENDUR İstanbul-2019
2501160880
TEZ DANIŞMANI
Dr. Öğr. Üyesi
Zehra HAMARAT
İstanbul-2019