28 Aralık 2021 Salı

 İstanbul Boğazını lodosta sandalla geçmek...



-I-

        Sene 1969 veya 70. Valide Hanım, Denizli den yalnız başına trene binmiş. Haydarpaşa Garı'nda karşılanacak. Pederim, geldi beni okuldan aldı. İkindi vakti Karaköy'e indik.  Babacığımla namazı Yeraltı Camiinde (Kemankeş Karamustafa Paşa, Camii) kıldık. Lakin hava lodos. Şehir hatları vapurları çalışmıyor. Babamın dediğine göre kara tren Denizli'den yatsı ezanına doğru gelecekmiş.  İskeleye vardık, dalgalar hafif bir şiddetle rıhtımı dövmekte. Babam bir bana baktı, bir havaya baktı ve herhal bir de anacığımı Haydarpaşa Garında gece yalnız bırakma ihtimalini düşündü. Validenin eli belinde hali geldi gözlerinin önüne zahir. Hemen rıhtımdaki bir sandalcıya koştu. 

- Bizi Haydarpaşa Garı'na götürür müsün? Hanımı muhakkak karşılamam lazım.  

        Sandalcı belli ki, o da evli bir adam. Sanki bir ressamın tuvalinden fırlamış gibi, kolları sıvalı, pazuları şiş, kırmızı esmer tenli, palabıyık bir hamlacı. O da konuşmadan  bir havaya baktı, bir bana bir de babama. Aklına besbelli kendi hanımı geldi. Para konuştuklarını duymadım. 

-Götüreyim götürmesine ama, yolda sandala istifra etmek yok! 

deyip, iri, kemikli, eklem yerleri şiş bir elini bize uzatırken, diğeriyle rıhtımdaki babadan iskarmozun dış tarafındaki demir halkaya bağlı ipi çözmeye başladı. İlk bakışta sarhoşmuş izlenimi veren gözleri, belli ki güneş altında, tuzlu suda, kürek çekmekten kıpkırmızı ve kanlı idi. Sarhoş olmadığını nereden anladım derseniz, zira Yeraltı Camii’nde cemaatte onu da gördüm.

       Babamla bindik binmesine sandala ama, ben hayatımda ilk defa sandala biniyorum, ve daha rıhtımdayken bile sandal beşik gibi sallanmakta. O zaman gözüme devasa büyük bir tekne gibi görünse de, bir yandan bu dalgalara nasıl mukavemet edecek, nasıl devrilmeyecek onu düşünmekteyim, öte yandan da bu adamın o koca  tekneyi kürek çekerek idare edebileceğinden de oldukça şüpheliyim. Aklıma radyodan her gece saat 11:00 ajans haberlerinden sonra duyduğum Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı' nın balıkçılara, denizcilere 40 küsur derece, bilmem kaç dakika ve bilmem kaç saniye kuzey, 20 küsur derece, dakika ve saniye doğuda görülen kimliği belirsiz cisim anonsları gelmekte.  



      Sandal palamarı çözdü ve rıhtımdan ayrıldık. Sanki kıyıya yakınken deniz daha bir çalkantılıydı gibi hatırlıyorum. Rıhtımdan açılınca deniz bir ara azıcık sakinledi gibime geldi. Babamla sandalın havuzluğuna oturup, aynalık tahtasına sıkıca tutunup yaslandık. Belli ki bu bir yolcu sandalıydı, zira oturduğumuz yolcu oturağının, koltuk gibi aynalık tahtasına bağlı kol dayama yerleri de vardı. Meğer Haliç’in girişinde olduğumuzdan sakinlemiş deniz, Sarayburnu açıklarından boğaza çıkınca gördük ki deniz çırpıntılı köpükler içinde; sandal Karaköy açıklarında o köpüklerin içinde; biz de o sandalın içindeyiz. Tahterevalliye binmiş gibi, burnunu dalgalara doğru vermiş sandalda, hamlacıya bir biz yukarıdan bakıyoruz, bir o bizi tepeden tepeden süzüyor. Babam tebareke, yasin, fetih peşpeşe kaptırmış gidiyor, bir yandan gözleri karşı sahilde, güya korktuğunu belli etmiyor. Ben hem dalgaların köpüren tepelerinden püsküren tuzlu sudan gözlerimi korumaya çalışıyorum, denizin tuzu yosun yosun ağzımda buz gibi, hem de hava soğuk üşümemek için üzerimdeki pardösüye sarılmaya çalışıyorum ama ilk sarsıntıda denize düşeceğim korkusuyla pardösünün yakasını bırakıp bir yandan oturağın kolunu tutmaya çalışıyorum, bu sefer pardösünün yakası bağrı açılıyor. Velhasıl beyhude bir çaba içindeyim.




        Bir de bu yetmezmiş gibi sandalın dört bir yanından sesler geliyor, sandalın omurgasında bodoslamalar ve postalar hararetli bir şekilde diş gıcırdatmakta, kaplamalar gözümün önünde ileri geri oynuyor, ana gövdeden ha koyverdi ha koyvermek üzereler. Hamlacı esmer yüzünün ortasındaki birbirine oldukça yakın ve kısılmış kanlı iki gözle  halimize sinsi sinsi gülüyormuş gibime geliyor. O tecrübeli tabi, üzerinde yağlı bir kumaştan kalın bir ceket var, kafasında da kulaklıkları olan muşambadan bir şapka. Denizin suyundan pek rahatsız olmuşa benzemiyor. Asılıyor var gücüyle küreklere. Kürek topaçlarının dibinden gevşek bir iple ıskarmoza bağlı. Bana sanki kürekler her hamlede ıskarmozdan bir anda  boşalacak gibi geliyor. O kadar dalgaya rağmen küreği kaptırmıyor sandalcı. Ne çok daldırıyor denize ne de yüzeysel çekiyor. Her asıldığında topaca sandal hafifçe yukarıya doğru havalanıyor, veya hamlacı tecrübesiyle, göz ucuyla baktığı arkadan gelen dalgaya göre ayarlıyor kürekleri çekeceği zamanı. Hep burnunu denk getiriyor dalgalara. Bazen ters bir dalga aldığımız da oluyor yandan, korkuyoruz babamla alabora olmaktan. Hava yavaşça kararıyor. Babam, sevinçle “İşte Haydarpaşa!” diye boş bulunup haykırıyor. Sandalcı gülünce de mahcup oluyor biraz. Haydarpaşa ya 3-5 yüz metre kala yağmur başlıyor ve deniz yağmuru beklermiş gibi daha bir sakinleşiyor. Mendireği aşıyoruz ve işte nihayet rıhtımdayız. Bir heyecan önce babam atlıyor rıhtıma, sonra beni tuttuğu gibi çekip alıyor sandaldan. Ben Haydarpaşa Garı’nın renkli vitraylarına dalmışken sandalcıyla helalleşiyorlar. İkimiz de deniz suyuyla sırılsıklam ıslak, gara giriyoruz. Tren henüz gelmemiş. Babam demiryolcularla konuşup, bizi içinde soba yanan bir odaya sokuyor. Etrafta kırmızı şeritli elbiseleriyle demiryolcu memurlar var. Masanın üstünde muşamba kaplı, altın renkli düğmeleriyle, siyah siperlikli, kıpkırmızı şapkalar gelişigüzel duruyor. Selamlar alınıyor veriliyor. Çaylar söyleniyor. Pardösümü çıkarıyorum. Gürül gürül yanan sobanın başına geçiyorum hemen. Boğazda yaşadığım, şimdi sıcak soba başında rüya gibi gelen, tehlikeli macerayı düşünüyorum. 
İçimde anne özlemi. Karnım aç…

-II-


          Validem merhume, 1950 öncesi lise mezunlarından idi. Denizli nin yerlilerine has, maderşahi bir aileden geliyordu, üstelik hiç erkek kardeşi de yoktu. Dört kız kardeşin en küçüğüydü. Ata biner, her türlü iş elinden gelirdi. Solaktı ama her iki eliyle her işi aynı mükemmellikte görebilirdi.

          Benim çocukluğumda, Denizli'de evliliklerde, her türlü ev eşyası kız tarafınca yapılır, damat sadece ceketini alır gelirdi. Belki bir döşek verirse annesi ne alâ. Ama evin her türlü idaresi kadınların elindeydi, ve erkekler maaşlarını, gelirlerini aldıklarında derhal gelir hanımın eline sayarlar, karşılığında haftalık, günlük harçlık alırlar ve hemen her konuda kadınlara hesap verirlerdi. Hem dedemi, hem eniştelerimi, yakın komşuların erkeklerini ve tabii ki babamı hep bir içtima halinde, neredeyse hazır ol durumunda, ayakta durarak, bir sedirde veya sandalyede oturan hanımları önünde hesap verir durumda defalarca görmüş ve kanıksamışımdır. Benim suyun öte tarafından, Selanik’li olan eşime evliliğimizin ilk yıllarında görgüm sebebiyle aynı şekilde gelirimi teslim etmeye kalktığımda, ikimizin de eli ayağı birbirine dolaşmış, benim hanımın tuhaf karşılaması nedeniyle, anlayamadığım bir şekilde bu yük benim omuzlarıma kalmıştı.





           Lafı uzatmıyalım. Validem bir kere Denizli'den aramıza geldikten sonra artık bize bir şey düşmezdi. Zaten alıştığımız üzere O ne derse o yapılacaktı . Başka türlüsünü düşünemezdik bile. Yatsı ezanı okunduktan çok sonra geldi Pamukkale Ekspresi. Dışarıda fırtına artmış, hatta şiddetinden Haydarpaşa Garı'nın giriş kapısı üstündeki vitraylardan bazıları düşüp kırılmıştı. Kara tren oflayıp puflayarak, geldi, bir iki manevra yaptı, daha sonra buharlar içinde perona yanaşıp son nefesini verip durdu. Koltuk altlarında evraklar, bir ellerinde beyaz ve kısa bir sopanın ucuna bağlı ve ortadan bir tarafı yeşil bir tarafı kırmızı yanan 
daire şeklinde işaret levhaları ve diğer ellerinde vagonlarla rayların  aralarını tarayan uzun el fenerleri ile demiryolu memurları; çekiç, levye ve manivela taşıyan el arabalı demiryolu işçileri; hepsi koşturup kara trenin sağında, solunda, altında, üstünde, vagon aralarında ve içinde, geride fırfırlı düdük, zincir şakırtıları, tren tekerlerine vurulan çekiç sesleri ve çınlamalar bırakarak kayboldular.  

            Biz baştan başlayıp tren camlarından annemi görmeye çalışarak hızla peronda ilerliyorduk. Vagonlardan hala küçük küçük, bıkkın tıslama sesleri geliyordu. Derken bir cam açıldı, anneciğimin “Halduuun!” diye seslenen çağrısını duydum. Hemen koştuk, kompartmana girdik. Sepetler valizler çantalar hepsini pencereden babama uzatarak perona indirdik. Babam her zamanki alışkanlıkla saydı ve bize 

-Tam yedi parça. Unutmayın! 

dedi. Anneme kısa bir rapor verdi. Şehir hatları vapurları hala çalışmıyordu ve sabaha kadar da çalışmayacaklardı. Valideciğim oturduğu yerde kısa bir müddet soluklandıktan sonra, talimatlarını bize iletti. Yedi parça eşyanın içinden sadece çantasını aldı ve diğerlerini, eskiden Haydarpaşa Garında bulunan Emanetçi’ ye makbuz karşılığında teslim etmemizi ve Cevizli de ki, babamın amca kızlarından Hacer Hala' mıza gideceğimizi söyledi. Dediğini yaptık ve camekanında kocaman çeyrek daire yay şeklinde, sarı kırmızı renkli, "Emanetçi" yazan depo gibi bir yere eşyalarımızı teslim ettik. Karşılığında bir makbuzu aldık.



         Doğrusu o zamana kadar hiç duymamıştım Hacer Hala’ mın ismini. Babam adresini bilmiyorum ama diyecek oldu, anneciğim, derhal müdahale edip, ben bulurum dedi. Hacer Hala' m Deniz İşletmeleri Hastanesinde başhemşire idi, soyadı Lenger' di, ve Cevizli' de oturuyordu. Bütün bildiklerimiz buydu. Annem bizim şaşkın bakışlarımız arasında hemen bir taksi buldurdu babama. Beni öne oturttu, Kendisi babamla arka koltuğa geçtiler.






- Cevizli'ye!

          diye seslendi kısaca Taksi şoförüne. Taksi şoförü kontağı çevirdi gecenin bir yarısı düştük Cevizli yollarına. Cevizli tabelasını görünce, Valide Hanım, nöbetçi eczaneyi buldurdu önce şoföre. O zamanlar Cevizli minnacık köy gibi uzak bir yerdi. Nöbetçi eczaneye girdi, ve Hacer Hala' mın ismini verdi, Deniz İşletmeleri Hastanesinde başhemşire olduğunu söyledi. Eczacı Hacer Hala’ mı tanıdı, yanımıza kalfasını verdi ve Hacer Hala’ nın evine vardık. Eczacı kalfası eczaneye aynı 
taksiyle geri döndü. Cevizli' nin tepelerinde müstakil bir evdi hatırladığım. Çok sevecen bir kadın, üzerinde sabahlığı, gözleri mahmur ve şaşkın bizi karşıladı. Önce babamı tanıdı, sonra annemle sarmaş dolaş oldular. Beni de bağrına bastığını hatırlıyorum. Beni elimi yüzümü ayağımı yıkayıp hemen yatırdılar. Onlar da herhalde bir müddet oturup yattılar. Sabah erkenden tabak çatal kaşık sesleriyle uyandım.


           Sofrada dedim ki anneme, "Ya eczacı tanımıyor olsaydı Hacer Hala' mı ne yapacaktınız.?"

Kendinden çok emin bir tavırla :

"Ne demek ne yapacaktınız? Karakol'a gider buldururdum muhakkak. Sokakta kalacak değildik ya!" deyip kestirip attı.

            Ne demek bulamamak, benim ki de laf olsun diye sorulmuş bir soruydu aslında.

            Kahvaltı da şaşılacak şey, patlıcan reçeli vardı. Patlıcandan reçel mi olurmuş Allah aşkına? Halâ şaşarım.





            Cenabı Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.

28 Aralık 2021, Kavacık, İstanbul


27 Aralık 2021 Pazartesi

 

Melih Düzenli den Yaban Ördeği - Henrik Ibsen 


 



            Sevgili Melih’ i en son Sam Shepard’ın Aşk Delisi oyununda seyredebilmiştim. Taa 2006 da. Halbuki birçok tiyatro oyununda ve sinemada sanatını icra etti. Bahane yok, gidemedik, göremedik. Ne çok şey kaybettik. Maalesef zamanı geri çevirmek de mümkün değil.

            Şimdilerde ise pandemiler çağına düştük. Hayır hayır sadece virütik, mikrobik pandemiden bahsetmiyorum. İnsanların sosyal medya ile güdüldükleri, kısa mesajlarla yönlendirildiği, neyi sevip nelerden nefret etmeleri gerektiğinin empoze edildiği sosyal pandemiler de buna dahil.

           Halbuki, hayat pandemilerimize aldırmadan olanca hızıyla akıyor, hayatın neresinden heybemizi dolduracağımıza,  neyi soluyacağımıza bilinçli bilinçsiz biz karar veriyoruz.

 

 

              Hayat tiyatro, tiyatro hayat değil miydi? Sahte korkularla akan hayatı, bir mihenk taşına vurmak bir ayarlamak gerekmez miydi? Kendimize bu yaşta ördüğümüz kozayı delmek? İşte bu duygularla, bir Galatasaray’lıyı, bir dostu, bir hayatı, Güre’deki münzevilikten çıkıp gelen kardeşimi başrolde görmek üzere Tiyatro Pera, Henrik İbsen’in Yaban Ördeği’ne bilet aldık. Aslında kendisi tarih vermemi ve davetiye göndereceğini israrla söyledi ama, seyirciliğimden taviz vermek gibi geldi bana davetiye ile gitmek. Evet tabi Melih için gidiyordum ama, bir taşla iki kuş, seyirci dediğin biletini kendi almadan tatmin olur mu? Duyan da zannedecek ki servet ödedim bilete. Emekli’ye 40.- TL, ama tiyatroya bilet alıp gitmenin zevki paha biçilmez!


 

  


                  Tiyatro Pera, Şişli de. Arkaya dolanıp, altındaki otoparka arabanızı park edebiliyorsunuz. Biletinizi gösterince park ücreti de ödenmiyor. Fakat esas ilginci, koltuklarımız sahne içinde idi. Tabi davetiye istemedik ama , gişedeki Hülya Hanım’a, ben Melih’in liseden sınıf arkadaşıyım, ön sıra olsun demeyi de ihmal etmedik.  Yani seyirci olarak, Melih’e çaktırmadan torpilini de kullandık. Yukarıda ki resimde, solda görünen yerden 10 cm yükseklik bile yoktu bizim sandalyelerde. Belli ki tiyatro seyirci oyunun içinde olsun istemiş. Hatta ve hatta sandalyeler –bence- biraz da alttan dürtücü ve rahatsız ediciydi. Seyirci,  sinemada olduğu gibi, rahat koltuğuna gömülüp, bana ne işte orada perde de bir şeyler oluyor, ben de izliyorum, benden ne kadar uzak, rehavetine kapılsın istenmemiş.



         Hatta bir ara Bay Werle yere düşünce, sandalye den fırlayıp, açılın ellemeyin arkadaşımı diyesim bile geldi. Tabii Bay Werle dememe gülümseyeniniz olmuştur.  Hayır, hayır bunu sizi gülümsetmek için yazmadım. Ben de biliyorum, Bay Werle’yi oynayan Melih’ dir. Ama Bay Werle, hem konumu, hem durumu, hem yaşı, hem geçmiş sırları, hayatı, düşündükleri aynı bize benziyor. Bir de canlandıran Melih olunca,  sandalyeden fırlayıp koluna giresim geldi.

              Yaban Ördeği’nin konusu aslında tam da bizim çağımıza, yaşımıza uygun düşüyor. 1900 lerde Kuzey Avrupa da yaşanıp geride kalanların, bizim şimdilerde yaşıyor olmamız çok dikkat çekici. Burjuvazi 1884 te de üretim ve sermayeden gelen gücünü, zenginliğini istismar etmiş. Tuhaf olan bizim bir yüzyıl sonra bunları yeni yeni görüp yaşıyor olmamız. Ne kadar da benziyor şu anda yaşadıklarımıza. Ama bir Henrik Ibsen de bizden çıkar mı? Kimbilir?

           Fakat Sevgili Melih’in çok başarılı bir şekilde canlandırdığı Bay Werle, ilerlemiş yaşıyla, bir günah çıkarma, kendini affettirme telaşı içinde.  Bazen ben de kendimi bu telaş içinde buluyorum. Tabi ki Werle nin sermaye ve burjuvazi destekli günahlarıyla benim ki kıyaslanamaz bile. Benim ki biraz 64 yaşın getirdiği, bir hacı amcanın geçmişine bakıp ince bir muhasebe, neyi yanlış yaptım, nerede yanlış yaptım, tamir edebilir miyim telaşı.  


             Fakat, şu bizim neslin bir ömrüne sığanlar, daha önce bu gezegende hiç yaşanmadı ve bir daha da yaşanmayacak. Lambalı radyodan, dünyada ki her türlü yayına anında ulaşılabilen internete ulaştık. Bütün izmleri, ideolojileri bitirdik. Bütün sanatsal akımlardan haberimiz oldu ve hepsine bir şekilde eriştik. Bizim hayata başladığımız yerden bugüne kadar ömrümüze sığanların hacminin devasa büyüklüğü, başdöndürücü sürati ve artık dayanılmaz ağır mı ağır bir yük haline gelen kesafeti, bundan sonra gelen hiçbir nesilde olmayacak, olması da mümkün değil. 



              Melih’in oyunculuğunu değerlendirmek ne haddime! Ama ben Melih’in oyununda kendimden bir çok şey buldum. Gençliğin gerçekçiliğiyle, olgunluğun, tecrübenin, bilgeliğin iyileştirici gücünün karşılaştırmasını gördüm. Hem kuzum nedir şu bizim gençlerde de var olan kendinden yaşça çok büyük olan yakınlarını acımasızca ve ne pahasına olursa olsun, acıtıcı bir şekilde tenkit etme hevesi? Evet, Bay Werle’nin geçmişinde bir çok hatalar yaptığı su götürmez bir şekilde ortaya konuyor oyunda. Ama, yaptıklarından duyduğu pişmanlığı, bunu tamir etme isteğini görmezden gelmek mümkün değil. Bu çabayı katı bir gerçekçilik adına baltalamaya çalışmak, illa gerçeği anlatacağım diyerek, züccaciye dükkanına dalan bir fil misali insanların hayatlarına dalmak? Kendi hayatındaki eksiklikleri, yanlışları sanki babadan, aileden tevarüs etmiş gibi başkalarını suçlamak?  İllâ Yaban Ördeği’ni öldürmek!



             Ben Bay Werle ‘den yanayım. Gayet net ve açık. Melih’in muhteşem oyunu bunu söylememde çok etkili tabii ki. İnkar etmem.  Kemal Tahir’ in    “Gerçekçilik kitap okuyarak elde edilir bir marifet değildir. Gerçekçilik insan ve toplumun bir ileri basamağıdır. Basamağa erişmek, gerçekçiliği işe yarar hale getirebilmek için insanoğlunun yalnız şuuruyla gerçekçi olması yetmez, şuuraltıyla da gerçekçi olması şarttır, çünkü gerçekçilik insanoğluna, rahatça düşündüğü gevşek zamanlarda değil, şuuraltıyla, refleksleriyle hareket etmesi gerekli sert, gergin, hızlı zamanlarda işe yararlı olabilmelidir. Gerçekçi olabilmek çok zordur. Çünkü bir kez elde edilince sürgit kullanılmaz; her durumda gerçekçiliği yeniden elde edip geliştirmek gerektir.” i bir kez daha, kendime daha çok tiyatro izlemeliyim telkininde bulunarak, idrak etim.

              Bir de eşimin söyledikleri var. Sadece 2 oyunda gördüğü ( ki biri taa 2006 yılında idi.)  Melih’le hal ve tavırlarımız birbirimize çok benziyormuş, ki bilen bilir ne kadar farklı olduğumuzu. Ama o akşam Melih mi Bay Werle’ ydi, ben mi Melih’tim, Bay Werle mi bendim, diğer oyuncular nasıl bu kadar bana yakındı, eşim kimdi, oğlum neredeydi, kızım ne derdi, aklım karman çorman oldu. Sevgili Melih’in oynadığı, insanı düşüncelere gark eden bir oyun seyrettik bu kesin.




              Velhasıl 25 Aralık 2021 günü  Norveç’in kuzeyinde, aklımıza Melih Düzenli’nin oyunuyla “aurora borealis” kaçtı.  Hala bütün gizemiyle gezinip duruyor beynimizin kıvrımlarında.

 



 26 Aralık 2021 - Şile- İstanbul