17 Mayıs 2022 Salı

 MEHMED ŞEVKET EYGİ

Haldun Lengerlioğlu

Şevket Ağabey’le ilk defa Enderun da karşılaştık. Deve tüyü paltosu ve astragan görünümlü kalpağı ve hüzünlü gülümsemesi ile aklımda yer etmiş. Ama tanıştığımızda her zaman olduğu gibi kendisine yakışan bir ceket, yelek ve başında Faslıların giydiği usül güzel bir başlık vardı. Hiçbir zaman kendisini başı açık görmedim. Halbuki gayet bakımlı ve uzun saçları da vardı. Bir de tabii ki dikkatimi çeken Türkçe’yi fasih bir İstanbul lehçesi ile konuşması idi. Herhâlde Enderun’a gelenler arasında Türkçe’yi latif fasih ve kibar bir ifade ile konuşan tek insandı. Bir de Edebiyat Fakültesinden Nejat Göyünç Hocam vardı tabii ama o Enderun da pek sohbetlere katılmazdı. Galatasaray Lisesi’nde okurken rahmetli Haluk Dursun’la cumartesi günleri gittiğimiz Enderun kitabevinde tanıştık Şevket Ağabey’le. Galatasaray’lı olmanın getirdiği “ocaklılık” aramızdaki sıcaklığı artırıvermişti. O gün Şevket Ağabey bizi bir tarttıktan sonra Sultanahmet’te ki altı matbaa üstü ofis olan işyerine götürmüştü. Ara katta ise daha sonra vilayetin çaprazına taşınmış olan Bedir yayınevi vardı. Ofise kesinlikle ayakkabılarla girilmiyordu ve içerideki zihin açan egzotik parfüm kokusu, raflardaki kitapların kokusuna karışmış durumdaydı. Raflarda ki kadar etrafa yayılmış, masa, sehpa ve hatta yerlere kadar gelişigüzel dizilmiş kah ciltli kah ciltsiz, hafif tozlu Almanca, Arapça, Fransızca ve Türkçe kitaplar, albümler, dergiler bambaşka bir dünyaya geldiğimizi gösteriyordu. Çalışma masasının üstü de kitaplarla dolu idi ve Şevket Ağabey masasına oturduğunda kitapların arasından ancak yüzü görünürdü. Yerebatan Sarnıcının çaprazında kalan bu bina oldukça eski bir binaydı hatırladığım. Yüksek tavanlı, kapıları eski tip çift kanatlı ahşaptı. İçeride ısınmak için kul landığı rezistanslı küçük bir sobası vardı.Kış günleri gittiğimizde üşümeyelim diye onu yakardı.

En alt katta ise iki emektarın çalıştığı, kurşundan harfler ve kelimeler döken, lineotip küçük bir matbaa vardı. Erimiş kurşundan harflerin dökülmesini ilgiyle izlemiştim. Fotoğraflar ise ayrı bir teknikle klişeciden klişe yaptırılarak basılırdı. Basılacak sayfa matrisinin alınması için bağlandığında herşeyin ters göründüğü dizgi ve resimleri incelemek nedense çok hoşuma giderdi. Ofset, renk ayrımı gibi baskı teknikleri yeni yeni piyasaya giriyordu ve kullanımı çok yaygın değildi. Ben işin ekonomik tarafından habersiz, bu biraz demode baskı işini Şevket Ağabey’in eskiye olan rağbetine bağlardım haksız olarak. Matbaada en enteresanı da tipo ustalarının birbirleriyle hem işlerini yapıp hem de siyasi tartışmalara girmeleri idi ki bu bilenler arasında pek meşhur ve görülmeye değerdi. En son matrisler Şevket Ağabey’e gelir , onayı alındıktan sonra gazete veya kitap baskıya girerdi.Büyük Gazete işte bu matbaada hazırlanan kurşun kalıpların matrise dökülmesi ile basılırdı. 

Bir konu daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Şevket ağabey tuvalet konusunda çok titizdi. Yabancıların kendi katındaki tuvaleti kullanmasını pek sevmezdi. Ben de o tuvalet çok temiz  olduğundan inatla onu kullanırdım. Birkaç sefer ima etmesine rağmen duymazlıktan geldim ve biliyorum ve bu yüzden çok puanımı kırdığını düşünüyorum. Gençlere örnek olsun, yabancı bir yere gidiyorsanız, tuvaletinizi dışarıda hallediniz.

Şevket Ağabey daimi yatılı olduğumuzdan bize bir araya geldiğimiz her seferinde uygun ve temiz bir yerde güzel bir yemek ısmarlamayı ihmal etmezdi. En çok da Çemberlitaş da Çemberlitaş Turşucusunun yanında faaliyet gösteren Çemberlitaş Köftecisine giderdik. Şevket Ağabey’i tanıyan mütedeyyin ve temiz bir adamdı köfteci. Köfte ve piyazı çok güzeldi. Kemalpaşa’sı da güzeldi. Hatırladığım köftecinin kızdığı zaman kızdığına en büyük küfürü “inek!” idi. Çok fazla kızarsa “inek arabası!” diye bahsederdi. Bizim gibi Beyoğlu kaldırımı çiğnemiş çocuklara bu küfürler çok sempatik gelir gülerdik. Bu kaliteli ve

uygun fiyatlı temiz esnaf lokantalarını arayıp bulmak Şevket Ağabey’in önemli hususiyetlerinden biri idi. Nerede kaliteli ve uygun fiyatlı esnaf lokantası varsa hepsini bilirdi. 

Nedense Enderun’da ( hatta kendilerini sağ görüşlü olarak tanımlayan insanlar arasında) ve oraya gelen insanlarda Galatasaray Lisesi ile ilgili olarak Galatasaray’dan vatanını ve milletini seven insanların çıkmayacağı şeklinde bir düşünce hakimdi. Hatta o zamanlar Şevket Ağabey de bizlere başta biraz ihtiyatla yaklaşmıştı diye hatırlıyorum. Geçen zaman içinde birbirimizi tanıdıkça karşılıklı saygımız ve sevgimiz arttı. Bir kere bizim için Galatasaray Lisesi’nden böyle bir Ağabey’imiz olması bize her zaman gurur ve kıvanç verdi. Bize her zaman örnek olmaya çalışırdı. Paramızı nasıl harcamamız gerektiğinden, dini hayatımızı nasıl tanzim edeceğimize kadar her türlü konuda kendisini örnek almışımdır. Özellikle ev idaresi hususunda öğütlerinden çok faydalanmışımdır.

Şevket Ağabey’le bir çok hatıramız var. Şevket Ağabey bizim mektepte ve Beyoğlu’nda neler yaptığımızı çok merak eder, bir türlü ağzımızdan bir laf alamazdı. Bir gün ziyaretine gittiğimde odasında yalnızdı. Sandal ağacı ve tütsüden yayılan amber kokusu, kitapların o hafif tozlu ve yanık mürekkep kokularına karışmaktaydı. Şevket Ağabey, evinde veya ofisinde ziyaret edenler bilir, çok iyi bir çay gurmesi idi ve o gün yine Hindistan Assam, ve muhtelif Seylan çaylarından yapmış olduğu harmanla güzel bir çay demlemişti. Çayın kaynayan suyla demlenmesini doğru bulmaz, su kaynama noktasına gelmeden 80 dereceler civarında demlenmeli derdi. Tabii yanında masasından eksik olmayan kurabiye ve bisküvilerle her zamanki gibi misafirine yani bana ikramda bulundu. O gün belli kararlıydı ağzımdan hakkımızdaki her türlü bilgiyi alacaktı şüphesiz. Tabii şunu da söyleyeyim. Şevket Ağabey çok zeki bir insandı ve bizim bir şeyler karıştırdığımızın hep farkında idi. “Musibetler ! Gene ne muzırlıklar peşindesiniz?” deyip ağzımızdan laf almak istediği çok olmuştur ki, musibetler kelimesi onun bize meşhur muzip hitaplarından biriydi. Cinsilatifler hakkındaki genellemesi de hepsini Şaziye’ler şeklinde ifade ederdi. Bize zaman zaman hareket ve sesleri taklid ile canlandırmalı teyatral ibretli ama mizahi hikayeler anlatırdı. Tabii bu fıkralarda cinsi latiflerin adı her zaman Şaziye idi erkeklerin de Tercan. Çocuklara düzgün ve doğru isimler konulmasını telkin eder, kötü isimlerle de işte böyle fıkralar da Tercan, Mercan gibi isimler uydurarak istihza ederdi. Cengiz ismine çok kızar Cengiz Han’ın Müslümanlara çok eziyet ettiğinden dem vurarak ismi Cengiz olanların isimlerini mahkeme kararıyla değiştirtecek kadar ağır konuşurdu. Onun gözünden bir fıkrada bir kadının güzelliğinden bahsedilecekse, o kadın her zaman “Türkan Şoray” gibi güzel olurdu. İşte efendim, o hanımefendi bizim okul arkadaşımız falan diyecek olsak, ne arkadaşı musibet? Türkan Şoray gibi kızı almışsınız karşınıza der, bize takılarak utandırmayı ve kızdırmayı severdi. Evet, nerede kalmıştık? Tamam, odada sandal kokusu, uzak doğudan gelme amber tütsüsüne karışmış, tozlu kitapların kokusu yanık mürekkep kokuları ile harman olmakta ve Assam , Seylan ve Çin çaylarından harman edilmiş çay demlikte demlenmekteydi. Ama herhâlde karşısındakinin de Galatasaraylı olduğunu unutmuş olacaktı ki havadan sudan muhabbetin bir yerinde kıvama geldiğimi düşünüp bana merhum Ahmet Haluk Dursun’u  Dolmabahçe’de taksiden inerken gördüklerinden dem vurdu. Ben tabii ki anladım durumu ama bir yandan muhteşem çayımı yudumluyorum bir yandan bisküvileri götürürken bir gözümle de kurabiye tabağındaki kurabiyeleri garantiye almaktayım.(Ki, bu ifadeler Şevket Ağabey’in fıkralarından bire bir apartılmıştır.) Şevket Ağabey’in merakının tecessümü zirveye varmadan, meramını anladığım için hemen sazı elime alıp Dolmabahçe’de görülen merhum canım kardeşim Haluk’u aldım, Dolmabahçe Sarayına soktum, Ortaköy de gezdirdim, yemekler tatlılar yedirdim, Ortaköy de Galatasaray Lisesi’ne soktum çıkardım. Araya üçbeş Şaziye de sıkıştırdım. Ballandıra ballandıra güzel bir hikaye yazdım. Üç beş gün sonra Haluk geldi, “Oğlum ben ne zaman Dolmabahçe’ye gittim, okula ne zaman uğradım, Ortaköy çarşısında ne zaman gezdim? Bu Şaziye’ler kim? Neden benim haberim yok?” deyince karşılıklı uzun uzun gülmüştük. Şevket Ağabey Haluk’a “Yahu, bu senin arkadaşının ağzında bakla ıslanmıyor, senin hakkında ki herşeyi ağzından birer birer aldım. Çok boşboğaz aman dikkat et!” demiş meğerse. 

İkincisi ise meşhur 12 Eylül günü yaşadıklarımızdır. 12 Eylül günü Darbeyi erken saatlerde Atilla Şentürk’ten öğrenir öğrenmez gerekli tedbirleri evde alıp, ne yapabiliriz derken, ilk aklımıza Şevket Ağabey’in tutuklanıp sıkıntı çekebileceği geldi. Biz Fatih Koyunbaba Babnaibi Sokak’ta oturuyorduk. Şevket Ağabey Aksaray Yusufpaşa'da. Arada koca Vatan Caddesi var.  Haluk Dursun’la güzelce lacivert takımlarımızı giyip, ayakkabılarımızı boyayıp, ense traşımızı düzeltip yola düştük. Hatırlayanlar bilir, o gün sıkıyönetim  ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Ama kimin umurunda, serde gençlik var ve şöyle bir bakıyorum yaşadığımız pandemi günlerine kadar bütün sokağa çıkma yasaklarını , birçoğu sebepsiz ve mesnetsiz de olsa kamîlen ihlâl etmiştim zaten.  Yolda camdan cama dedikodu yapanlara fırçalar atarak, köşebaşlarında askerlerden "Nasılsın asker!" deyip tekmil (!) alarak Vatan Caddesini boydan boya geçtik ve Şevket Ağabey’in oturduğu apartmana vardık. Apartmanın üst katlarında oturuyordu. Muhterem validesi o zamanlar sağdı. Kapıyı o açtı. Şevket Ağabey’i sorduk. İhtiyaten en alt kattaki bir komşuya gitti dediler. O zaman da hatırlıyorum Haluk Dursun’la Şevket Ağabey’in naifliğine üst kattan alt kattaki yakın bir komşusuna saklanmasına çok gülmüştük. Şevket Ağabey’i ikna ettik. İlk defa bu kadar telaşlı, endişeli ve ciddi görüyordum kendisini. Ama Şevket Ağabey'in bunu kıymetli validesinin nahoş tutuklama sahnelerine şahit olmaması için yaptığını daha sonra anladık. Kendisinin daha önceden böyle bir "Darbe" beklediğini biliyorduk, bize de söylemiş idi ama Darbenin gerçekliğini ve ciddiyetini biz o zaman gençlik ateşi ile pek anlayamamıştık doğrusu. Kendisini evden aldık. Ben yolda bir şey olur da yakalanırlarsa diye, en azından başkalarına haber verebilmek üzere arkada kaldım, onlar iki – üç yüz metre önümde, geldiğimiz yolu, Vatan Caddesini boydan boya aynı minval üzere, herkese fırçalar atarak, bağırıp çağırıp talimatlar yağdırarak, evimize döndük ve Şevket Ağabey’i Fatih’te bir evde kaybettik. Şevket Ağabey Haluk’un da benim de kendisini tanıyana kadar hiç sahip olmadığımız bir ağabeyimizdi. Her zaman çok düşünceli ve kibar bir insandı. Hayat ve din hakkındaki öğütlerinden çok yararlandım. Yanında kendimizi güvende hissettiğimiz nadir insanlardandı. Tanımış olmaktan her zaman gurur duydum hatta çok zaman da öğündüm. Kendisini tabii ki çok özlüyorum. O yüzden Sultanahmet’e hiç gidesim yok. Umarım S.A.V. e komşu olur. Kabri bir cennet bahçesidir. Bilmem Allah ahirette de görüşmeyi nasip eder mi? İnşallah. 

Amin!

Rahmetullahi aleyh, inna lillah ve inna ileyhi raciun…



HALDUN LENGERLİOĞLU.

ISTANBUL-ŞİLE,  Haziran 2021