Sigaradan nefret etmeyi beklemeyin.
Sene 1997 ydi yanılmıyorsam. ABD de sigara yasakları
başlayalı 4 yıl olmuştu. Minneopolis’e gitmeye karar verdik iş için. Uçak Chicago
aktarmalı. O zamanlar günde 1 paket falan sigara içiyorum. Tütünü seviyorum,
kokusunu, sıcaklığını, ateşini. Taaa çocukluğumdan içime işlemiş. Denizli de daha ilkokula gitmezken ucundan
ufak ufak tatmaya başlamışım. Kurutmaya kirmandallara asılan tütün dizilerinin
altında elimizi gezdirip ele dökülen tütünleri gazete kağıdına sarıp ortalığı
dumana boğmak gibi bir eğlencemiz var o zamanlar, benden büyük teyze çocuklarıyla. Neden
teyzeler gündemde? Çünkü anamlar 4 kızkardeş, erkek kardeş yok, biz de anneannemlerde
kalıyoruz her yaz. Neden babannem de değil? Zira anam öyle istiyor, öyle rahat
ediyor. Kaynana sıkıntısı çekecek hali hiç yok. Belki de kaynanasının gelin
dırıltısı çekecek hali yok. Bilemeyeceğim.
Teyzelerim, enişteler tütün emekçisi. Ektikleri kendilerine ait yerler de var. Yazın tarlaların çapalanmasında, sulanmasında çok bulundum. 5-6 yaşlarındaydım. Hatırladığım çok zahmetlidir tütün tarımı. Bebek gibi ilgi bekler tarlalar. Bir de çocukluk işte, aklımda kalan, semiz otunun tütün tarlalarının kenarında sebilillah, kendiliğinden yetiştiği. Kadınlar tarla işinden sıkıştı mı, gelsin süzme yoğurtlu, taze semiz otları, hatta az biraz kıyma ile semiz otu yemekleri. Rahmetli anamla kaldığımız dedemlerin evine giderken yolunu bazen tütün tarlalarına düşürür, dış eteğinin ucunu kaldırıp acel tecel semiz otu doldurur eve gelince keçi sütünden yanık kokan kese yoğurdunu suyla ezerek seyreltir, semiz otuyla harman edip önümüze sürüverirdi. İştahla yerdik. Temmuz ayı gelip hasat başladı mı bütün aileler çoluk çocuk, torun torba sabah namazından önce tarlalara tütün kırmaya gidilirdi. Hangi yapraklar nasıl kırılacak tek tek öğretilirdi çocuklara gençlere. Namazlar tarla kenarında arıkdan alınan abdestlerle alel tecel eda edilir, tesbih çekmeden kısa bir dua ile tarlaya tütün kırmaya dönülürdü. Güneş 1 mızrak yükselene kadar devam edilirdi. Güneş doğunca neden tütün kırılmazdı bilmezdim ve çok da kızardım gündüz çuvala mı girdi derdim de büyük küçük herkes kıkır kıkır gülerdi. Ben zannederdim ki onlar biliyor da gülüyorlar halbuki meğer onlar da bilmezmiş tütün neden gün doğmadan kırılır. Sonradan aklım erip okuma yazma öğrenip okullu olunca öğrendim. Konuyu en kestirme yoldan ele almak gerekirse; yeşil tütün yaprağının gün ışığında fotosentez yolu ile sentezini yaptığı maddeler yavaş yavaş köklere taşınırmış. Bu taşınma olayı sabaha kadar sürer ve yeni günün fotosentez işlemleri başlamadan tamamlanma noktasına gelirmiş. Kırımın, o tütün tipi için öngörülen olgunluk döneminde ve sabaha karşı yapılması, yüzyılları alan tecrübeler sonunda, aynı iklim kuşağında yetiştirilen şark tütünleri için bir hasad metodu halini almış ve bu metod aynı dönemde hasad edilen yaprakların benzer renk ve aromatik niteliği taşımasında büyük bir amilmiş (*).
Kırılan tütün yaprakları büyük hararlarda getirilir evin hayatına dökülürdü. Herkes elinde uzun 45-50 santimetrelik, dikiş iğnesi gibi ucuna kınnap takılmış dev şişlerle tütün dizerdi. Yine çoluk çocuk, torun tombalak, nineler dedeler, hep beraber, çaylar pişirilir, transistörlü radyo açılır, eski defterler açılıp ama kahkahalı ama hüzünlü hikayeler, atışmalar ve sözlü kavgalar eşliğinde tütün dizilirdi. Benim şişin ucuna elimin erişmesine kol boyum yetmez, duvara sırtımı dayar, şişin arkasını da koltuk altından duvara dayayıp öyle dizerdim tütünü. Tütün yaprağının tam kırıldığı yerden 5 santim aşağı , damarın tam ortası şişin ucuna denk getirilerek dizilir tütün. Yanılıp, yenilip de elini ağzına hele hele gözüne sürdün mü, işte o zaman anlarsın neden acı tütün dediklerini. Yakar, acıtır. Yapışkan şeffaf özsu elde kuruyunca kararır esmer bir renk alır. Herkesin elleri kınalanmış gibi katran kahvesi bir renge döner. Yıka yıka günlerce çıkmaz. Çarşıda pazarda tütün dizenler birbirini bu nişaneden tanırlar. Gülerler birbirlerinin gözlerine tanışmasalar da. Sen de bizdensin diyerek.
Galatasaray Lisesi'ne geldiğimde yetiştirici de fırsat bulamadım. Ama daimi, leyli meccani olarak Beyoğlu na geçince ufaktan haftada bir paket falan almaya başlamışız. Üçüncü sigarası var, ikinci var, birinci var, sonra Bafra var. Bafra kalite sigara. Filtre yok henüz. Var da yaygın değil. Fakat Bafra da Bafra yani. Hala öyle tütün yok Türkiye de artık. Var oğlum, senin ağız tadın bozulmuş demişlerdi. Ben de inanmıştım mecburen. Ta ki bir arkadaşım 45 li yaşlarımda Kolombiya dan bir torba dolusu sigar getirene kadar. Ne kadar mutlu olmuştum. Sanki tarih olmuş çok sevdiğim biri mezarından dirilip gelmiş gibi sevindiydim. Aynı renk, aynı tad, aynı koku, aynen Bafra! Demek ki ağız tadımda bir şey yokmuş. Bizimkiler tütünü bozmuş meğer. Bunun için bir anekdot anlatırlar. Cevdet Sunay cumhurbaşkanlığı döneminde, Tekel tütün fabrikalarını teftiş ediyormuş. İyi giyimli, egolu bir adam dikkatini çekmiş. Kim bu demiş. Efendim demişler o tütün eksperi. Ne iş yapar, haftada bir gelir tütünü harmanlar, bir, iki tadım yapar gider demişler. Maaşı ne kadar bunun demiş. Bir rakam telaffuz etmişler, şimdi yalan olmasın neredeyse cumhurbaşkanı maaşı kadar. Ulan demiş, iki sigara sarıp içiyor aldığı paraya bak. Atın bunu işten demiş. Adamı atmışlar. Sigaralar ondan sonra bozuldu derler. Ben anonim öyküyü anlatım. Doğru yanlış bilemem. Ama bizim işlerimize ters bir iş değil, akla da yakın. Neyse derken 6. Sınıfta çaktım, haftada 1,5 pakete terfi ettim, 7. Sınıfta bir daha çaktım hafta da 3 pakete grade oldum. Grade oldum diye yabancı bir kelime kullandım bir halt oldum sanın diye.
Sandınızsa devam ediyorum. 8. Sınıfta artık 2 günde 1 paket götürüyorduk, tuvaletlerde, 20 dakikalık teneffüslerde. Sigaraları yatakhane dolaplarının ayakkabılık rafının altına yapıştırıyor veya kenar çentiklerine tutturuyorum. Olmadı, en üst rafın altındaki, üzerine elbise askılarını dizdiğimiz, askılık borusunun içine tek tek diziyorum. Hoşuma da gidiyor. Ağzımı dayayıp hüüp diye çekince ağzıma bir dal sigara geliyor o muhteşem tütün kokusuyla. Bafranın ağzıma gelen tütünlerini de ön dişlerimle eziyorum içerken. Tadı damağıma vuruyor, mest oluyorum. Bir gün zannederim 2. 7. sınıfta sınıf arkadaşım merhum, Korhan Meriç (Şabo) ile 20 dakikalık teneffüste sınıfın tam karşısındaki tuvalette kabinlere girmişiz sigara içiyoruz, bir yandan da birbirimizi görmeden, kabinden kabine muhabbet ediyoruz. Ben diyorum ki Bafra nın "r" sine geldim birazdan çıkacağım, Şabo cevap veriyor, abi ben de Bafra nın "Ba" sına geldim derken, dışarıdan rahmetli İrfan Hoca sesleniyor, aferin sonunda babalara geldiniz, çıkın bakayım dışarı da İrfan Baba'ya gelin diyor. Biz tabi çıkıyoruz ama, İrfan Hocam hakkaten ehli irfan imiş, Bafra paketine el koyuyor bizi de affediyor. Bir de 12. Sınıf faşizmi zirvelerde o zamanlar. Ama kendileri bazen sınıflarda, hatta fransızların imtihanlarında anfilerde, grankur da fosur fosur sigara içmekteler. Biz de özeniyoruz haliyle. Bu arada 9 ve 10. Sınıflarda iken Fransız hocalardan Gitane, Gauloise gibi sigaralar istiyoruz, onlar da karton karton getiriyorlar (!) ücreti mukabili. Yabancı sigaraların satışı Türkiye de resmi olarak yasak. Yine o yıllarda, Beyoğlu’nda Japon Oyuncakçısı nın sokağında çay ocağı işleten Halis var. Karaman, toraman kısa boylu, doğu lehçesiyle konuşan posbıyık bir kürt. Bazen ona gidiyoruz, yeni meşhur olmaya başlayan Amerikan sigaralarından almaya. O da bir havalar bir tafralar, parayı alıyor, burada bekleyin diyor. Peşimden gelmeyin. Sonra elinde kocaman gazete kağıtlarına sarılmış sigara paketleriyle sokağın köşesinden görünüyor. Etrafı kolaçan ederekten. Sanırsınız fatmacığa gayri meşru jinekolojik cerrahi operasyon yapmış da çok başarılı olmuş kerata. Bunu başka türlü söylerler Denizli de ama yani bu kadar tahsil terbiye, yaşımız olmuş 65 herhalde aynısını yazacak değilim. Neyse ben altın yüzüklü mavi yassı kare paket Rothmans veya Dunhill veya uzun klasik paket Marlboro sigaralarından alıyorum, genelde. Ama favorim filtresiz 100 mm lik Pall Mall. Kent sigarası da var ama benim ağzımda nedense yağlı bir tad bırakıyor sevmiyorum. Pall Mall için diyorlar ki şarapla yıkanıyormuş güyya. İki fırt çekiyorum, nasıl bir kafa yapıyor anlatamam. Dehşet bir aroma. Özenti de var tabii. Tophane de kaçak her türlü emteanın satıldığı Amerikan pazarlarının meşhur olduğu zamanlar. Harçlıktan para biriktirip Fitaş pasajından bir Riffle blucin almışım, mavi bir anorağım da var. Ayağımda Converse ayakkabılar. Boğaz köprüsünden yaya geçilebildiği zamanlarda, Galatasaray dan Burhan Felek’e, Topkapı garajlara, Harbiye ye, Beyazıt a yürüyerek gidip geliyorum. Hele bir de yağmur yağıyorsa, mavi anorağımla havamdan geçilmiyor.
Her neyse, uzattık biraz ama bir girizgah lazımdı elbet. Ne
diyordum, ha evet, Chicago aktarmalı Minneopolis’e gidiyoruz. Günde 1 paket
sigara içiyorum. Chicago uçağına bindik patronla. Yol 11 saat. Sigara ihtiyacı
had safhada. Sonra hostes ablalarla muhabbeti ilerletiyoruz, kokpitin hemen
arkasındaki kapıların olduğu kendi bölümlerine alıyorlar beni, açıyorlar
havalandırmaları, karşılıklı tüttürüyoruz. Neyse Chicago ya vardık. Aktarma
yaptık. Doğru Minneapolis. Orada pirinç aldığımız ABD li bir şirket var. Onlarla
görüşeceğiz. Minneapolis 300- 350 bin nüfuslu bir yerleşim o zamanlar. Fakat iklimi sert ve soğuk. Herşeyi yeraltına
almışlar, yeraltından bütün şehri yürüyerek gezmek mümkün. Toplantılar başladı.
Yüksek yüksek gökdelen gibi binalar var her yerde. Tuvaletlerde futbol topu
büyüklüğünde duman dedektörleri var. “IT’S THE LAW” diye kocaman kocaman
yazmışlar. Patronun yanında. ben sigara içecem nerede içeceğim, falan da
diyemiyorum.
Dışarısı soğuk. Buzlar sarkıyor yer yer. Sonra öğlen oldu bir baktım, her
gökdelenin önünde nümayiş yapan bir grup misali 100-150 kişilik gruplar var. Hepsi
etek tayyör, veya takım elbise gravatlı insanlar. Tepelerinde bir duman bulutu.
Hemen sordum bizi karşılayan amerikalı Moiz’e. Dedim ne yapıyor bunlar? Dedi ki
sigara içiyorlar. Dedim bu soğuk havada gökdelenden dışarıya mı çıkıyorlar?
İçeride sigara içecek yer yok mu? Yok dedi Moiz. Yasak. Kapalı yerde içemezler.
O zaman beynimde bir ışık yandı. Dedim ben bunu şirkette de uygularım.
O zaman İstanbul Göztepe de oturuyorum, ofis Fener Balat ta. Köprü trafiğine
takılmamak için sabah erkenden ofise gidiyorum ve ben açıyorum ofisi. Fakat
içerden kapıyı açar açmaz, rutubetli iğrenç katranlı ağır bir tütün kokusu vuruyor
burnuma her sefer. Tabi içeride sigara içtiğimizden. Biz içince personel de
içiyor. Kızların tiryaki olmaları daha sonraları, onlar içmiyor.
Minneapolis'den döner dönmez benden yaşlı bir personel daha vardı, -yaşlı dediysem 1-2
yaş büyük- Süleyman. Süleyman ı hemen çektim kenara dedim böyle böyle, sigara içecek
olan çıksın kapının önünde içsin, izin veriyorum ben dedim. İçeride sigara
içmeyi yasaklıyacağım. Biz 2. Kattayız. Elin gavuru 50 katlı gökdelenden inip
dışarıda içiyor. Peki dedi naçar. Hemen uygulamaya koydum. Dedim arkadaşlar
sigara içecek olan benden izin, kapının önüne çıkıp içsin. O zaman astığımız astık
kestiğimiz kestik. Kimse itiraz edemedi. Öyle başladık. Sonra zamanla baktık ki
sigara tüketimimiz düşmüş. Dur şu elimdeki işi bitireyim çıkar içerim derken.
Daha sonra bir yerlerde okuduğum salam metoduna başladım. Yemek yemeden
içmeyeceğim, saat 11 den önce içmeyeceğim, 12 den önce içmeyeceğim, öğle
yemeğinden önce içmeyeceğim, arabada içmeyeceğim, yanımda sigara paketi
taşımayacağım. (1 paket işte, 1 paket evde.) Evde odada içmeyeceğim derken
günde 1 paketten 2 günde 1 pakete kadar ilerledim. Şu saatten sonra içmeyeceğim
pek çalışmadı. Olmuyor. Hayatta cesaret edip kapıları çalamadım ama, gece yarısı sabaha doğru saat
2:00 lerde 3:00 lerde şuurumu kaybedip, bir dal sigara istemek için komşunun kapısına kadar gidip, soğuk
hava ile kendime gelip geri dönmüşlüğüm çok var.
Bernard Shaw’ın dediği gibi, sigarayı bırakmaktan kolay ne var , ben belki 50 sefer bıraktım demiş. Ben de çok bıraktım. Bundan yıllar sonra, 50 li yaşlarda kronik faranjitim vardı ve tansiyon hastası idim. İlaç da kullansam 1 tek sigara ilacın etkisini sıfırlıyordu. Bir gece yine saat 02:00 sularında yataktan kalktım, balkona çıktım. Sigarayı yaktım. Kış poyrazı burnumun direğine vurdu. Bir gözüm açıldı. Bir zihnim açıldı. Ulan dedim, bu saatte herkes sıcak yatağında, sen kalk sigara içmek için balkona çık, utanmalısın dedim, elimde ki yanan sigaraya baktım, bir yemin ettim, sigarayı balkon demirinde söndürdüm aşağıya fiskeleyip savurdum. O rüzgar, Üsküdar, Libadiye de Çamlıca dan mübarek bir yerden esip gelmiş olmalı ki daha da başlamadım.
Bırakmak çok zor. Hala bırakmış sayılmıyorum. 15,5 sene oldu ağzıma koymadım. Bir kere ağzıma sürsem başlarım biliyorum. Tekrar başlamıyorsam, içmekten korktuğumdan değil, tekrar bırakmanın getireceği ızdıraptan korktuğum için başlamıyorum. Seviyorum tütünü. Yanımda birisi sigara içse dışarıda, (kapalı yerde müsaade etmem.) hoşuma bile gidiyor. İçim cızz ediyor. Bütün çocukluğum, gençliğim, sevinçlerim, acılarım, üzüntülerim, yaşama arzum o mavi beyaz dumana binip bana nanik yapıyorlar. Geçen yanımdaki gençler müşteri ziyaretine gittiler. Gittikleri müşteri eski bir dost. Benim sigara içme taklidimi yapmış. Dumanı çekiyormuşum, -evet çekiyordum- sonra yarısını dışarı bırakıyormuşum, -evet öyle yapardım-. Daha sonra da o bıraktığım dumanı dudaklarımı uzatıp peşi sıra elektrik süpürgesi gibi kovalayarak tekrar içime çekiyormuşum. -Evet, öyle yapardım- Çocuklar yüzleri alı al edeple gülerek anlattılar. Ben de güldüm, yavaşça çaktırmadan yerimden kalkıp lavaboya gittim, yüzümü yıkar gibi yapıp, gözümde tomurcuklanan yaşı buz gibi suyla yıkayıp, döktüm lavaboya.
Uygunsuz birini gençliğinizde çok sevdiniz mi hiç? Hani buluşmayı dört gözle çekip, fakat bir araya geldiğinizde beraberce her türlü muzurluğu yapıp kendinize ağır zarar verdiğiniz birini?
Psikiyatr bir dostum, sen dedi
bırakmış sayılmazsın sigarayı. Evet dedim, bırakmadım, zararını bir gün izale
ederler umuduyla, boşanmadan, narin bembeyaz kağıda sarılı, ince bedenini, tüm geçmiş hatıra ve hayallerimle ellerin hoyrat dudaklarına bırakıp, ayrı yaşamaya kararlıyım. . .
Ha, bu arada, onyılların kronik farenjiti sigarayı bırakır bırakmaz 1-2 ayda hiç iz bırakmadan geçti gitti. İnanamadım. Tansiyonu sorarsanız, sistolik 11-14 diastolik 7-9 ilaçlarla idare ediyoruz. Sistolik, diastolik ne mi? Torik balığının bir boy büyüğü! Ona da siz bakıp öğrenin sözlükten. Ben bayılıyorum tıbbi terimlerle ukalalık etmeye... -:)
Haldun LENGERLİOĞLU
9 Mayıs 2024, Kavacık, Beykoz, İstanbul.
(*) Kaynaklar:
Adolf Wenush.Tütün yaprağının kimyası
Samim Aksu-Gülnür Mertoğlu Elmas.Tütün Kimya ve
Teknolojisi.