İstanbul Boğazını lodosta sandalla geçmek...
Sene 1969 veya 70. Valide Hanım, Denizli den yalnız başına trene binmiş. Haydarpaşa Garı'nda karşılanacak. Pederim, geldi beni okuldan aldı. İkindi vakti Karaköy'e indik. Babacığımla namazı Yeraltı Camiinde (Kemankeş Karamustafa Paşa, Camii) kıldık. Lakin hava lodos. Şehir hatları vapurları çalışmıyor. Babamın dediğine göre kara tren Denizli'den yatsı ezanına doğru gelecekmiş. İskeleye vardık, dalgalar hafif bir şiddetle rıhtımı dövmekte. Babam bir bana baktı, bir havaya baktı ve herhal bir de anacığımı Haydarpaşa Garında gece yalnız bırakma ihtimalini düşündü. Validenin eli belinde hali geldi gözlerinin önüne zahir. Hemen rıhtımdaki bir sandalcıya koştu.
- Bizi Haydarpaşa Garı'na götürür müsün? Hanımı muhakkak karşılamam lazım.
Sandalcı belli ki, o da evli bir adam. Sanki bir ressamın tuvalinden fırlamış gibi, kolları sıvalı, pazuları şiş, kırmızı esmer tenli, palabıyık bir hamlacı. O da konuşmadan bir havaya baktı, bir bana bir de babama. Aklına besbelli kendi hanımı geldi. Para konuştuklarını duymadım.
-Götüreyim götürmesine ama, yolda sandala istifra etmek yok!
deyip,
iri, kemikli, eklem yerleri şiş bir elini bize uzatırken, diğeriyle rıhtımdaki
babadan iskarmozun dış tarafındaki demir halkaya bağlı ipi çözmeye başladı. İlk
bakışta sarhoşmuş izlenimi veren gözleri, belli ki güneş altında, tuzlu suda, kürek
çekmekten kıpkırmızı ve kanlı idi. Sarhoş olmadığını nereden anladım derseniz,
zira Yeraltı Camii’nde cemaatte onu da gördüm.
Babamla bindik binmesine sandala ama, ben hayatımda ilk defa sandala biniyorum, ve daha rıhtımdayken bile sandal beşik gibi sallanmakta. O zaman gözüme devasa büyük bir tekne gibi görünse de, bir yandan bu dalgalara nasıl mukavemet edecek, nasıl devrilmeyecek onu düşünmekteyim, öte yandan da bu adamın o koca tekneyi kürek çekerek idare edebileceğinden de oldukça şüpheliyim. Aklıma radyodan her gece saat 11:00 ajans haberlerinden sonra duyduğum Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı' nın balıkçılara, denizcilere 40 küsur derece, bilmem kaç dakika ve bilmem kaç saniye kuzey, 20 küsur derece, dakika ve saniye doğuda görülen kimliği belirsiz cisim anonsları gelmekte.
Sandal palamarı çözdü ve rıhtımdan ayrıldık. Sanki kıyıya yakınken deniz daha bir çalkantılıydı gibi hatırlıyorum. Rıhtımdan açılınca deniz bir ara azıcık sakinledi gibime geldi. Babamla sandalın havuzluğuna oturup, aynalık tahtasına sıkıca tutunup yaslandık. Belli ki bu bir yolcu sandalıydı, zira oturduğumuz yolcu oturağının, koltuk gibi aynalık tahtasına bağlı kol dayama yerleri de vardı. Meğer Haliç’in girişinde olduğumuzdan sakinlemiş deniz, Sarayburnu açıklarından boğaza çıkınca gördük ki deniz çırpıntılı köpükler içinde; sandal Karaköy açıklarında o köpüklerin içinde; biz de o sandalın içindeyiz. Tahterevalliye binmiş gibi, burnunu dalgalara doğru vermiş sandalda, hamlacıya bir biz yukarıdan bakıyoruz, bir o bizi tepeden tepeden süzüyor. Babam tebareke, yasin, fetih peşpeşe kaptırmış gidiyor, bir yandan gözleri karşı sahilde, güya korktuğunu belli etmiyor. Ben hem dalgaların köpüren tepelerinden püsküren tuzlu sudan gözlerimi korumaya çalışıyorum, denizin tuzu yosun yosun ağzımda buz gibi, hem de hava soğuk üşümemek için üzerimdeki pardösüye sarılmaya çalışıyorum ama ilk sarsıntıda denize düşeceğim korkusuyla pardösünün yakasını bırakıp bir yandan oturağın kolunu tutmaya çalışıyorum, bu sefer pardösünün yakası bağrı açılıyor. Velhasıl beyhude bir çaba içindeyim.
Bir de bu yetmezmiş gibi sandalın dört bir yanından sesler geliyor, sandalın omurgasında bodoslamalar ve postalar hararetli bir şekilde diş gıcırdatmakta, kaplamalar gözümün önünde ileri geri oynuyor, ana gövdeden ha koyverdi ha koyvermek üzereler. Hamlacı esmer yüzünün ortasındaki birbirine oldukça yakın ve kısılmış kanlı iki gözle halimize sinsi sinsi gülüyormuş gibime geliyor. O tecrübeli tabi, üzerinde yağlı bir kumaştan kalın bir ceket var, kafasında da kulaklıkları olan muşambadan bir şapka. Denizin suyundan pek rahatsız olmuşa benzemiyor. Asılıyor var gücüyle küreklere. Kürek topaçlarının dibinden gevşek bir iple ıskarmoza bağlı. Bana sanki kürekler her hamlede ıskarmozdan bir anda boşalacak gibi geliyor. O kadar dalgaya rağmen küreği kaptırmıyor sandalcı. Ne çok daldırıyor denize ne de yüzeysel çekiyor. Her asıldığında topaca sandal hafifçe yukarıya doğru havalanıyor, veya hamlacı tecrübesiyle, göz ucuyla baktığı arkadan gelen dalgaya göre ayarlıyor kürekleri çekeceği zamanı. Hep burnunu denk getiriyor dalgalara. Bazen ters bir dalga aldığımız da oluyor yandan, korkuyoruz babamla alabora olmaktan. Hava yavaşça kararıyor. Babam, sevinçle “İşte Haydarpaşa!” diye boş bulunup haykırıyor. Sandalcı gülünce de mahcup oluyor biraz. Haydarpaşa ya 3-5 yüz metre kala yağmur başlıyor ve deniz yağmuru beklermiş gibi daha bir sakinleşiyor. Mendireği aşıyoruz ve işte nihayet rıhtımdayız. Bir heyecan önce babam atlıyor rıhtıma, sonra beni tuttuğu gibi çekip alıyor sandaldan. Ben Haydarpaşa Garı’nın renkli vitraylarına dalmışken sandalcıyla helalleşiyorlar. İkimiz de deniz suyuyla sırılsıklam ıslak, gara giriyoruz. Tren henüz gelmemiş. Babam demiryolcularla konuşup, bizi içinde soba yanan bir odaya sokuyor. Etrafta kırmızı şeritli elbiseleriyle demiryolcu memurlar var. Masanın üstünde muşamba kaplı, altın renkli düğmeleriyle, siyah siperlikli, kıpkırmızı şapkalar gelişigüzel duruyor. Selamlar alınıyor veriliyor. Çaylar söyleniyor. Pardösümü çıkarıyorum. Gürül gürül yanan sobanın başına geçiyorum hemen. Boğazda yaşadığım, şimdi sıcak soba başında rüya gibi gelen, tehlikeli macerayı düşünüyorum. İçimde anne özlemi. Karnım aç…
Validem merhume, 1950 öncesi lise mezunlarından idi. Denizli nin yerlilerine has, maderşahi bir aileden geliyordu, üstelik hiç erkek kardeşi de yoktu. Dört kız kardeşin en küçüğüydü. Ata biner, her türlü iş elinden gelirdi. Solaktı ama her iki eliyle her işi aynı mükemmellikte görebilirdi.
Benim çocukluğumda, Denizli'de evliliklerde, her türlü ev eşyası kız tarafınca yapılır, damat sadece ceketini alır gelirdi. Belki bir döşek verirse annesi ne alâ. Ama evin her türlü idaresi kadınların elindeydi, ve erkekler maaşlarını, gelirlerini aldıklarında derhal gelir hanımın eline sayarlar, karşılığında haftalık, günlük harçlık alırlar ve hemen her konuda kadınlara hesap verirlerdi. Hem dedemi, hem eniştelerimi, yakın komşuların erkeklerini ve tabii ki babamı hep bir içtima halinde, neredeyse hazır ol durumunda, ayakta durarak, bir sedirde veya sandalyede oturan hanımları önünde hesap verir durumda defalarca görmüş ve kanıksamışımdır. Benim suyun öte tarafından, Selanik’li olan eşime evliliğimizin ilk yıllarında görgüm sebebiyle aynı şekilde gelirimi teslim etmeye kalktığımda, ikimizin de eli ayağı birbirine dolaşmış, benim hanımın tuhaf karşılaması nedeniyle, anlayamadığım bir şekilde bu yük benim omuzlarıma kalmıştı.
Lafı uzatmıyalım. Validem bir kere Denizli'den aramıza geldikten sonra artık bize bir şey düşmezdi. Zaten alıştığımız üzere O ne derse o yapılacaktı . Başka türlüsünü düşünemezdik bile. Yatsı ezanı okunduktan çok sonra geldi Pamukkale Ekspresi. Dışarıda fırtına artmış, hatta şiddetinden Haydarpaşa Garı'nın giriş kapısı üstündeki vitraylardan bazıları düşüp kırılmıştı. Kara tren oflayıp puflayarak, geldi, bir iki manevra yaptı, daha sonra buharlar içinde perona yanaşıp son nefesini verip durdu. Koltuk altlarında evraklar, bir ellerinde beyaz ve kısa bir sopanın ucuna bağlı ve ortadan bir tarafı yeşil bir tarafı kırmızı yanan daire şeklinde işaret levhaları ve diğer ellerinde vagonlarla rayların aralarını tarayan uzun el fenerleri ile demiryolu memurları; çekiç, levye ve manivela taşıyan el arabalı demiryolu işçileri; hepsi koşturup kara trenin sağında, solunda, altında, üstünde, vagon aralarında ve içinde, geride fırfırlı düdük, zincir şakırtıları, tren tekerlerine vurulan çekiç sesleri ve çınlamalar bırakarak kayboldular.
Doğrusu o zamana kadar hiç duymamıştım Hacer Hala’ mın ismini. Babam adresini bilmiyorum ama diyecek oldu, anneciğim, derhal müdahale edip, ben bulurum dedi. Hacer Hala' m Deniz İşletmeleri Hastanesinde başhemşire idi, soyadı Lenger' di, ve Cevizli' de oturuyordu. Bütün bildiklerimiz buydu. Annem bizim şaşkın bakışlarımız arasında hemen bir taksi buldurdu babama. 1954 model Plymouth Belvedere, sarı damalı, simsiyah kocaman bir araba idi. Annem beni öne oturttu, Kendisi babamla arka koltuğa geçtiler.
- Cevizli'ye!
diye seslendi kısaca Taksi şoförüne. Taksi şoförü kontağı çevirdi, koca Plymouth un motoru silkinerek, homurdanarak çalıştı. Şoför direksiyonu kucaklar gibi, vites kolunu avucunun ortasıyla kavrayarak, kısacık bir müddet vites yuvasını arayıp denk getince hemen birinci vitese geçirdi, yavaşça hareket edip vitesi ikileyiverdi. Gecenin bir yarısı Koca Plymouth yollarda yaylanarak asfalta düşen kendi far izlerinin peşi sıra ileriye doğru atıldı. Cevizli tabelasını görünce, Valide Hanım, nöbetçi eczaneyi buldurdu önce şoföre. O zamanlar Cevizli minnacık köy gibi uzak bir yerdi. Nöbetçi eczaneye girdi, ve Hacer Hala' mın ismini verdi, Deniz İşletmeleri Hastanesinde başhemşire olduğunu söyledi. Eczacı Hacer Hala’ mı tanıdı, yanımıza kalfasını verdi ve Hacer Hala’ nın evine vardık. Eczacı kalfası eczaneye aynı taksiyle geri döndü. Cevizli' nin tepelerinde müstakil bir evdi hatırladığım. Çok sevecen bir kadın, üzerinde sabahlığı, gözleri mahmur ve şaşkın bizi karşıladı. Önce babamı tanıdı, sonra annemle sarmaş dolaş oldular. Beni de bağrına bastığını hatırlıyorum. Beni elimi yüzümü ayağımı yıkayıp hemen yatırdılar. Onlar da herhalde bir müddet oturup yattılar. Sabah erkenden tabak çatal bıçak sesleriyle uyandım.
Sofrada dedim ki anneme, "Ya eczacı tanımıyor olsaydı Hacer Hala' mı ne yapacaktınız.?"
Kendinden çok emin bir tavırla :
"Ne demek ne yapacaktınız? Karakol'a gider buldururdum muhakkak. Sokakta kalacak değildik ya!" deyip kestirip attı.
Ne demek bulamamak, benim ki de laf olsun diye sorulmuş bir soruydu aslında.
Kahvaltı da şaşılacak şey, patlıcan reçeli vardı. Patlıcandan reçel mi olurmuş Allah aşkına? Halâ şaşarım.
Cenabı Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.
28 Aralık 2021, Kavacık, İstanbul