Şemsiyeli Meydan.
Uçağın tekerlekleri yere yumuşacık değiverdi. Hemen anladım
ki pilot ordudan yetişme bir Türk tür. Dünyada böyle yumuşacık inenler sadece
askerlikten ayrılmış Türk pilotlarıdır. Almanlar uçağı yere çarparak bir
inerler ki çakıldık sanırsınız.
Hayır diyeceksiniz ki;
- Zaten THY ile seyahat etmiyor muydun pilotun Türk olduğunu
yeni mi anladın?
- Evet ama bazen yabancı kökenli pilot da çalıştırıyorlar.
- Tamam olabilir ama uçak havalanırken kaptan pilotların kim
oldukları anons edilmiyor mu ki sen
anca inerken anladın pilotun Türk olduğunu?
- Evet ben kalkıştaki anonsları da uyarıları da pek
dinlemem. Uyumuşum besbelli. Niye kurguda illa
bir hata bulmaya çalışıyorsunuz
anlamış değilim?
Neyse uzatmayalım bu yumuşak inişin arkasından kabin
amirinin cilveli sesi şakıdı hoparlörlerden. Koridordaki koltuğumdan
yanımdakine rahatsızlık vermemeye çalışarak göz ucuyla eğilip pencereden
dışarıya baktım. Hava puslu ve yağmurluydu. Eşimin zorla elime
tutuşturduğu yağmurluk geldi aklıma sevinçle. Nedense asla şemsiye taşıyamıyordum.
Dağınık bir adamdım ve belki şimdiye kadar 20 ye yakın şemsiye unutmuştum
sağda solda. Uçak pistte taksi yaparken telefonumu açtım. "Vassap"
dan eşime uçağın indiğini bildirdim kısa ve öz bir şekilde:
“İndim.”
Gideceğim adrese bir daha baktım. “La Plaza del Sombrilla.
Calle de Salazar, nu: 5.” Şemsiye Meydanı veya Şemsiyeli
Meydan, Salazar Sokağı numara 5. Yazları çok sıcak olduğundan mı yoksa kışları
çok yağmurlu olduğundan mı şemsiyeli meydan bilemedim. Bilirsiniz şemsiye arapça bir kelime, güneşten
koruyan manasında. Biz yağmurda da kullanıyoruz diye umarım
araplar kızmıyorlardır. Adresteki "Sombrilla" herhalde gölgelik
anlamında arapça aslına uygun şemsiye olsa gerek diye düşündüm.
Uçak bir müddet pistte bekledikten sonra nihayetinde körüğe
yanaştı. Herkes yavaş yavaş ayaklanıp üst dolaplardan valizlerini ve diğer
eşyalarını alıp koltuklara çarpa çarpa kapıya doğru ilerlemeye başladı. Uçaktan
indikten sonra pasaport işlemlerini bitirip kendimi havaalanından dışarı zar
zor atabildim. Hava kararmış Yağmur daha da bir şiddetlenmişti.
Çıkışta üstü kapalı bir yerde olmama rağmen rüzgarın savurduğu yağmur damlaları
sert bir şekilde yüzüme çarpıyordu. Taksi kuyruğuna girdim ve biraz eski model
ama genişçe temiz bir taksiye kapağı attım. Valizlerimi bagaja koyan şoför
direksiyona geçince elimdeki kağıttan, hani İspanyolca yı çok iyi bilirmişim de
azıcık uzak kalmışım gibi hafifte aksan yaparak “Alla La Plaza del Sombrilla
kapitano per favor!” demiş bulundum. Şoför aynadan beni birine benzetmiş gibi
şöyle bir müddet süzdü. Hiç üzerime alınmadan pencereden dışarı bakmaya
koyulmuştum ki ilk trafik lambasında durduğumuzda çarpıcı soru Türkçe
olarak geliverdi.
-Abi memleket nere?
-Denizli liyim sen nerelisin?
Deyiverdim cevaben.
O da Denizli liymiş, 22 senedir buradaymış. Önce bir beyaz
eşya fabrikasında işçi olarak çalışmış, emekli olunca çocuklar okuduğu için
burada kalmış. Çocuklar okulu bitirince hepsini alıp tekrar memlekete
dönecekmiş. Kadınlar burada çok fenaymış. Oğlanları gavur kızlarına kaptırmak
istemiyormuş. Hepsini helal süt emmiş bir kızla Türkiye de evlendirecekmiş.
Hatta 2 sini Denizli den evermiş şimdi 3 üncü oğlan okulu bitirsin diye
bekliyormuş. O da okulu bitirince ver elini memleket bir daha asla buralara
geri dönmeyecekmiş. İlk başlarda burada kaçak işçi olduğundan vize problemleri
sebebiyle babasının cenazesine çaresizlikten gidemediğine nasıl ağladığını,
memlekette kaçırdığı akraba eş dost düğünlerini, buraya gelmeden önce yeni
yetme delikanlıyken köydeki evin etrafına diktiği ceviz ağaçlarını, üzüm
asmalarını, akasyaları, bıldır kötü hastalıktan kaybettiği 40 yıllık eşini,
küçücük bir çocukken akasyaların çiçeklerini çiğ çiğ nasıl yediğini,
karnının nasıl ağrıdığını, sınıf arkadaşları ile komşunun bahçesinden nasıl
iğde aşırıp hepsini ağızlarına attıktan sonra püskürte pürkürte nasıl konuşmaya
çalıştıklarını, buz gibi pınarlardan artezyenlerden nasıl terli
terli su içip yaz günü zatürre olduğunu, kızamık olduğunda annesinin yedirdiği
kızamık şekerlerini üşenmeden, acele etmeden, tek tek, iç çekerek, sesi
titreyerek anlattı. İnadına ağırdan alarak, kısa olması gereken o yolculukta
aracımızı trafik lambalarının hep kırmızı yananına denk getirerek,
hayat hikayesini iştiyakla nefes almadan uzun uzun, ayrıntılarında gönülden
kaybola kaybola anlattı. Şemsiyeli Meydan a gelmemiz çok ama çok vakit
aldı. Anladım ki beni en uzun yollardan dolaştırarak getirdi. Huylandım da
gözüm taksimetreye gidiverdi hemen. Taksimetreye baktığımı görünce elinin
tersiyle düğmesine basıp kapatıverdi.
- Ne yapıyorsun yahu? Diye bir hışım gayri ihtiyari
bağırıvermişim.
Mahcub bir ifade ile, hafif kızararak ;
-Yanlış anlama ağabey, kusura da bakma, senden de ücret mi
alacağım kırk yılda bir ilk defa binlerce kilometre öteden, kendi memleketimden
denk gelmiş benim arabama binmişsin, ayıp olmaz mı?
Demesin mi?
Düşündüklerimden utandım, pek çok utandım, illa vermek
için israr ettiysem de paramı almaya ikna edemedim. Ön koltuğun üzerine
bıraktığım banknotu karvizitini ekleyip zorla ceket cebime tekrar soktu. Akşam
vaktim olursa aramamı tembih etti.
Ne olduğumu şaşırdım. Sadece benim yüzümden tuzlu tuzlu
süzülen o sağanak yağmurun altında, kolumda buruş buruş bir yağmurluk,
bir türlü karşıya geçemediğim sürekli yeşil yanan bir trafik lambasının
dibinde, o yeşil şemsiyeli meydanda şaşkın, şoförün 55 yıllık hayat
hikayesi Ağrı Dağı gibi sırtımda, omuzlarım düşük, ezilmiş bir üzüm tanesi
gibi, tekerleklerinden etrafa tertemiz berrak sular saçarak uzaklaşan
taksinin arkasından öylece bakakaldım gavur ellerinde,
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
SSS
Lenger.
Sevgili Haldun, büyük bir keyifle okudum bu kısa öykünü, daha uzun, kısa roman tarzı yazılarının ne kadar başarılı olacağını umarak. Umarım gezi anılarından uyarladığın bir çalışmanı yakında okuma şansına kavusuruz. Sevgiler, Raif Güven (108)
YanıtlaSilSevgili Raif, yorumun için çok teşekkürler. İnşallah, dış ticaretten fırsat bulur bulmaz projem var. Tekrar sağol..
YanıtlaSil