7 Ocak 2020 Salı

Annem’in ardından ...



Annem’in ardından ...

Yıl 1968. Aziz Günden İlkokulu. Çorlu. 5. sınıftayız.

Öğretmenimiz Sevgili Saime Tercan sınıfa girdi ve "Ayfer, Safi, Haldun, Fevziye haftasonu devlet parasız yatılı imtihanları var, ailelerinize haber verin Tekirdağ'a gideceğiz."Dedi.

Galatasaray maceram hepi topu bu cümle ile, böyle başladı. Önceden ne bir haber ne de bir hazırlık. Belki öğretmenimiz bizimle hazırlanıyordu ama biz bunun farkında değildik. Öyle ya, niye bütün sınıf değil de sadece Ayfer, Safi, Haldun ve Fevziye.

O yıllarda ilkokulu bitirme sınavları vardı. Bu sınavlara hazırlanıyor olmak sebebiyle bir müddet sonra biz girmiş olduğumuz bu parasız yatılı imtihanlarını unuttuk. Haziran ayı oldukça yoğun ve hararetli geçti. İlkokulu elbette pekiyi derece ile bitirdim. O kadar kaptırmıştım ki bu bitirme imtihanına imtihanların bittiği gün  Çorlu daki Tavanlı Çeşmenin karşısındaki 2 katlı ahşap evimizin 2 inci katında divan altında güpegündüz yorgunluktan uyuyakalmıştım. Gece vakti annemin oğulcuğum kayboldu diyen ağlama sesiyle uyandım. Eh doğrusu akıllarına gelmemişti bir üst kata divanın altına bakmak. Hem bunca hareketli bir çocuğun divan altında uyuyakalabileceğini hiç hesaplamamışlardı. O divan altı benim sıkıntılarımdan kaçış yeri kimsenin bilmediği bir sığınak gibiydi.

Yeni öğretim yılında ise çoktan Çorlu Lisesi orta kısmına kaydım yapılmış, kitaplarım alınmış, derslere başlamış ve hatta sıra arkadaşım Kahraman la kavga eder bile olmuştuk. Bir gün komşumuz Meral Öztekin Hanımteyze eve gelip müjdeyi verdi. Galatasaray Lisesi'ni kazanmıştım. Benimle beraber Çorlu'dan, geçen yıllarda akciğer kanserinden Fransa da vefat eden Rahmetli Zafer Aktop da vardı.

Bir heyecan hazırlandık ve İstanbul'a geldik. Önce sağlık Muayenesinden geçmem gerekiyordu. Çok iyi hatırlıyorum sağlık muayenesini de imtihan gibi algılayıp, geçemeyeceğimi düşünmüş ve çok üzülmüştük. Çünkü sağlık muayenesine girmeden önce bahçe duvarının içine yuva yapmış eşek arısı yuvasını çomaklamış ve dersimi de almıştım. Yüz göz balon gibiydi. Canım Annem bana ne kadar kızmış ve beni bu yüzden Galatasaray a almıyacaklar diye ne kadar üzülmüştü.

Bütün bu formaliteler bir aksilik yaşanmadan tamamlandı,  ve ben Ortaköy de yetiştirici B ye başladım. Mösyö Ropers'in sınıfıydı. Geceleri yatakhane de yorganı başına çeken ağlıyordu. Yatılı okul evden ayrılık çoğumuza zor gelmişti. Bense o zamana kadar bu kadar yakından görmediğim denizi, boğazı seyrediyordum her teneffüs. Yemekhanede ise ilk çatal bıçak dersimi Müdiremiz Muzaffer Hanım'dan almıştım. Çatal sol elde, bıçak sağ elde tutulacaktı. Müdür Muavinimiz Enver bey ise yemeklerini bitirmeyenlerin kabusu gibiydi. Özellikle pava çıktığı günler herkesin yemesine dikkat ederdi. Bizden büyük sınıflar masa altından çöp tenekesini itekleyip kurtulurlardı ama biz buna pek cesaret edemezdik. Sabah kahvaltılarında yumurta,salam, yemeklerde palamut balığı çıktığı bir dönemdi. Izgara köfteler de yerdik. Suyumuz ise musluklardan akan Hamidiye suyu idi.

Akşam etüd aralarında “zımba” oynardık. Her oyun sonrasında da Egemen Ersan Güner le ettiğimiz kavgaları hatırlıyorum. Daimi yatılı idik ve Cumartesi Pazar da okul da kalırdık. Muzaffer Hanım'ın oğlu Demir Abi sandalıyla kofana avlardı. Zarganalar eksik olmazdı sahilde deniz analarıyla beraber.

O sene şubat tatiline doğru aşırı kar yağdı. Kayarken düştüm ve kolumu kırdım.Çok güzel bir revir ve bize şefkatle davranan yaşlı, temiz, titiz bir hemşiremiz vardı. En güzel yemekler revir için çıkardı. İmtihandan kaçmak için tebeşir içtiğimizde hemen anlar bir kaşe ile sınıfa geri gönderirdi.

Tavanlar hiç görmediğim kadar yüksek, okul ilk zamanlarda kaybolacağım kadar büyüktü. Koridorlar upuzun sonu gelmeyecek gibi uzar giderdi. Şimdiki yeni binaların altında yıldıza doğru uzanan bir tünel vardı. Zaman zaman oradan geçmeye teşebbüs eder bir türlü cesaret edemezdik. Yangın merdiveninden yatakhaneye çıktığımız için ihtarlar alırdık. Boğaziçi vapurları geçerken "Kaptan düdük" diye bağırılırdı. Kaptanlar da düdük çalarlardı. Eğer çağrıya cevap vermezlerse. "Düdük Kaptan!" diye bağırılırdı. Boğazın o eşsiz güzelliği ilk estetik dersini seyrederken kafama işledi. O yüzdendir deniz başka şey İstanbul Boğazı başka deyişim. Bahar geldiğinde ise her tarafta irili ufaklı kertenkeleler çıkar taşların üzerinde güneşlenirlerdi.

Evden aldığım harçlıkla 2 tane çukulatalı gofret aldığımda aylığım biterdi. Üzeri isim ve numaramızla işli çamaşırlarımız okulda yıkanırdı. Cumartesi ve Pazar herkes dışarıdan sucuklu tost söyler ben param yetmediğinden, peşimde sucuk kokuları sessizce sınıftan sıvışırdım.

İlk sene yetiştiricide ikmale kaldım. Yazın ders aldım ve geçtim. 6. sınıf Beyoğlu'na geldim. Burası çok daha değişikti. Dersler buluğ çağı problemleri ile beraber  ağır geldi. Ve sınıfta kaldım. Parasız
yatılı hakkımı kaybettim.  Evde uzun müddet okula paralı olarak devam edemeyeceğim konuşuldu. İkinci 6 da sınıfı geçtim ama 7. sınıfta bir daha kaldım. Eh artık çok olmuştum. Babam beni okuldan almayı kararlaştırdı ama Anneciğim israrla gitmem gerektiğini savundu ve beni tekrar gönderdi. İkinci 7 de not ortalamam 8 in üstünde olduğu için tekrar parasız yatılı imtihanına girmeye hak kazandım ve
8. sınıfta tekrar imtihana girip parasız yatılı hakkını tekrar kazandım. 8.sınıfın yazı çok güzeldi. Bitirme imtihanları vardı ve gündüz 12 ye kadar uyur gece 12 ye kadar ders çalışırdık. Gece 12 den sonra da Beyoğlu'na çıkar, aşağıya inip Dolmabahçe'de çay içerdik. Ondan sonra bir daha iflah etmedim. Sene başında ders planımı yapar, hangi derslere yükleneceğimi hangi dersleri İkmale bırakacağımı, hangi hocalar üzerinde yoğunlaşmam gerektiğini hesaplardım. Canlı kopyalar, palamutlar, dahili telefon hatları, telsizler, çöp tenekelerindeki, teksire basılmış soruların, karbon kopyalarından da nasibimi aldım. Bana çok düşkün olan sevgili Annem'e karne zamanı eğer 2 zayıfım gelecekse önceden 5 zayıfım geleceğini söylerdim. 2 zayıf gelince 3 ünü kurtarmış pozlarında aferini de kapardım. Zaman su gibi akıp geçti ve son sınıfa geldim.Bütün derslerim iyi lakin İngilizcem bir fecaattı. Muhakkak ikmale kalacaktım. Sene bitti ben avare avare okulda dolaşıyor karnemi bekliyordum ki o sıralar Fransa ya gidecek olan 271 Ragıp Pirselimoğlu geldi ve dediki gözünaydın mezun olmuşsun. İnanamadım ve not bürosuna gidip bir de ben sordum. Evet dediler mezunsun. İnanamadım ama hiç inanamadım Öğretmenler kapısından ön bahçeye kadar çıkabildiğimi, ayaklarımın dermanının kesildiğini, dizlerimin üstüne çöküp gözlerimin karardığını hatırlıyorum. Dile kolay. 10 sene tam on sene.....! Kendime geldiğimde içimde derin bir boşluk, nefesimde bir genişlik vardı. İşte bitmişti. Nihayet okul bitmişti... İnanamadım. Ne yapacaktım
şimdi. Hedefsiz, amaçsız ve çaresiz kalakalmıştım. İlk aklıma gelen Sevgili annemin beni Galatasaray da okutmak için verdiği mücadele idi.

Annemin vefatıyla şimdi ona soramadığım birçok soru geliyor aklıma. Ama artık o yok. 24 Nisan 2001 den beri artık o yok. Dilerim gittiği yerde rahat ediyordur, kabri bir cennet bahçesi olmuştur. Hiçbirşey
olmasa, benim için,evladını adam etmek, okutmak, Galatasaray da okutmak için verdiği mücadele onu Cennete sokmaya yeter.

Şu sıralar aklıma takılan bir masal vardı bana çocukken anlattığı. Sonra dan kaleme almak için sorduğumda bir türlü hatırlayamamıştı. Çünkü ileri yaşlarında menapoza bağlı epilepsi geçirdi. Bazı şeyler hafızasından silinmişti. Simi gamı ketti kütah, çeşmi siyah, Germiyan da Gümrühan, Memleketi Horasan, Ramazan oğlu Ramazan diye uzayıp giden, işte parasını dolandırıcılara kaptıran iki arkadaşın kayıpbilici bir dede vasıtasıyla paralarını geri almalarını anlatan çok eğlenceli bir masaldı. Hiç bir yerde duymadım ve okumadım şimdiye kadar. İnsanlar yaşıyor bir şeyler yapıyor ve bazı değerleri de şüphesiz kendileriyle beraber alıp götürüyorlar. Vefatla-rından sonra o masallar hiç anlatılmamış, o hayat hiç yaşanmamış gibi oluyor. Yazı geleneği de biz de maalesef pek gelişmemiş. Ne hikayeler vardır oysa yakınımızdaki güngörmüş insanlarda!

Bir de yandığım, Annemin omuzuna başımı koyup şöyle doyasıya bir ağlıyamadım. Bazen erkek olmak insanın üzerinde dayanılmaz ağır bir yük oluyor. Kimseye ek yerini belli edemiyorsun. Eş için dirayetli erkek gibi erkek bir koca, çocuklar için sığınılacak büyük bir liman, dostlar için sırların saklanacağı en emniyetli kasa, patron için ise her işe yarıyan kırılmaz bir aletsindir. Eh Galatasaray da da bunu iyi öğrendik doğrusu. Bazen yalnız kaldığımda gözlerim dolar içim acır, kendime bile zayıflığımı itiraf edip ağlıyamadığım olur. Bir erkeğin Annesinden başka kim olabilir ki omzuna yatıp fütursuzca, hüngür, hüngür, katıla katıla, salya sümük ağlıyabileceği? Anneden başka hangi kadının göğsü seks içermeden bütün dünyanın huzurunu içinde taşıyabilir ki? Başkasında iğrendiğim buğulu ter kokusu hangi kadında bu kadar sakinleştiricidir? 45 inde de olsam hiçbir kaygı duymadan üstelik mahcup bir istekle, sanki şaka yapıyormuş gibi yapıp, içimde sevinç hıçkırıkları, koşa koşa Annemden başka kimin kucağına oturabilir, başımı koyabilirim? Kimsenin!

Gözlerimi kapatırım da Annem hep gözümün önünde elinde örgü şişleri, kendi kendine kaşını gözünü oynatarak bir şeyleri kafasında kendi kendisiyle tartışır haliyle gelir. Arkasından leğende çamaşır yıkadığı, daha sonra koca kalıp sabunlarla yine leğende kafama vura vura beni yıkayıp mis kokulu çarşaflara yatırışı gelir aklıma. Yıllar sonra 30 lu yaşlarımda, uzun ayrılıklardan ikisinin arasında bir gün evde, sıkıntılı bir günümde beni dolabı açmış yıkadığı havluları koklarken yakalamıştı. Ben kızacak diye beklerken o bana "Sen bunu hep yaparsın, yeni yıkadığım çarşafları, havluları kullanmadan önce hep böyle koklarsın. Evet teşekkür etmezsin ama bu yaptığın teşekkürden de öte bir şey, seni böyle görünce bütün yorgunluğum geçiyor." Demişti. Tombul yanaklı, mis kokulu Annem! Seni hiç unutmıyacağım demek bile ne kadar saçma. 5-6 yaşlarımdayken romatizmalarımın azdığı, o zamanlar oldukça zayıf olan vücudumu ağrıların hırpaladığı uzun kış gecelerinde sancıyla zonklayan zayıf ve titrek bacaklarımı bacaklarının arasına alarak ısıtmaya çalışırken, 3 numara alabros kesilmiş saçlarımı gözyaşlarının serin serin ıslattığını unutabilmek ne mümkün! En çok bunlar mı gelir aklımaş Hayır. Neler neler gelir geçer aklımdan. Peşpeşe, ardısıra, alakalı alakasız anılar mermi olmuş da makinalı tüfekden çıkmış gibi, neler geçiyor gözümün önünden bir bilseniz. Çok sevdiğin birini kaybetmeden anlamak mümkün değil. Sağlığında kıymetini bilmiş olmak da bir şey değiştirmez. Hep yapmadığın yapamadığın şeylere üzülür, kahrolursun. Çok ciddi bir toplantının orta yerinde birinin dediği bir şey, yaptığı bir hareket sana onu hatırlatır da gözlerin doluverir. Erkeğiz ya! Anlatamazsın kimseye. "Bir dakika Beyler Hanımlar, aklıma Annem geldi de ben bir ağlayıp geleceğim şurda tuvalette" de diyemezsin. Karşılıksız kara sevdaya tutulmak gibi birşey Annemin ölümüne alışmaya çalışmak. Yolda yürürken karşıdan gelen bütün hanımlar hep Anneme benziyor. Bütün kadın sesleri, bütün anne giysileri, başörtüler, hırkalar, etekler, Anneme aitmiş gibi geliyor. Kokusunu, gülüşünü, takma dişlerini ağzında birbirine sürtüp çıtlatışını, bana bağırmasını, sırtımda poflayan tokadını, seyrelmiş, altından hafifçe beyazları çıkmış koyu kestane boyalı ipek saçlarını çok özledim. Ama çooook özledim.

O sabah kollarımda vefat edeceğini bilseydim eğer bütün gece başımı omuzuna koyar doya doya koklardım. Ama olmadı. Sirozu sebebiyle yatamıyordu, çünkü astımı olduğundan rahat nefes alamaz durumda ve sırtında yastıklar hep oturur vaziyette idi. Bir ara sabaha doğru başımı hafifçe omuzuna koydum oda başını benim başıma yasladı. Nefesi müsaade ettiği kadar bir müddet öyle kaldık. Oymuş, bir daha asla olmıyacak. Bundan yaklaşık 2,5 saat kadar sonra gelen bir astım krizine kalbi dayanamadı ve 11-12 dakika içinde kollarımda,nur gibi yüzüyle kelime-i şehadetler getirerek aldı başını gitti. Ispanaklı böreğini, evimin en güzel köşesini, kızımın en güzel gülüşünü, oğlumun en muzip halini, aldığım nefesin yarısını, sevinçlerimin köpüğünü, Cuma günleri aradığımda bana ettiği hayır duaları, nesi var nesi yoksa herşeyini, tasını tarağını toplayıp gitti. Bana sadece acısı, yapamadıklarımın üzüntüsü ve hatıralar kaldı.

Hayatımı en önemli kısımlarını borçlu olduğum Galatasaray Lisesi bana o çok Sevgili Annemin bir hediyesi idi. Lisenin ağırlığını her zaman üzerimde hissettim. 45 yaşındayım ve her sene en az bir sefer muhakkak gördüğüm bir rüyam var. Rüyam da lisedeyim. Sınıf geçme hesaplarım tutmamış. Sınıfta kalmam mukadder olmuş. Anneme ne diyeceğim korkularıyla uyanırım. Bir müddet kaldığım derslerden nasıl geçeceğimin planlarını yaparım yatağın içinde. Sonra, sonra yanımda yatan kadın ilişir gözüme hayret ederim. Rüya dan rüyaya geçtim sanırım. Bir müddet sonra anlarım ki o benim eşimdir, çocuklarım vardır benim! Üniversiteyi bile çoktan bitirmişimdir. Bir sevinirim ki sormayın gitsin. Boncuk bulmuş çocuk sevinciyle çıkarım balkona, yakarım bir sigara, dudaklarımda sapısalak bir gülümseme. İçim fıkır fıkır, kıkır kıkır, arabaya atlayıp Beyoğlu'na Lise'ye gidesim gelir.

İşte şimdi bu fırsatım var. 25. mezuniyet yılımız sebebiyle bu Cumartesi okulda geceliyeceğiz. Umarım o rüyayı cumartesi gecesi tekrar görürüm. Uyandığımda yanımda kimse olmıyacağından o rüyayı daha uzun müddet yaşama şansım olur belki de. Belki de aşağıya iner Fransız Müdürün çöp tenekesinde soru teksirlerinin karbonlarını arar, kopyalık palamut hazırlarım. Beceremeyince belki de oturur kimya formulü ezberlerim. Ambara gidip belki dolap kapısını kanırtıp ekmek de çalarım. Kimbilir......

Herkese sevgiler, selamlar.
25. yılımız kutlu olsun!

  Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

Lenger.
01 Haziran 2001 / Bulgurlu Istanbul

2 yorum:

  1. 8sınıf parasız yatılı kandilli lisesine çıkmıştı ikimize de, gidip nakil almıştık beraber, ne çocuklarmışız aslında değil mi?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Benim ki Haydarpaşa Lisesi idi. Çok enteresan bir imtihandı. Hey gidi günler..

      Sil