7 Ocak 2020 Salı

Mekteb-i Sultani nin Şifresi



Mekteb-i Sultani'nin Şifresi

          Gece yarısını çoktan geçmişti zaman ve herşey baca kurumuna bulanmış gibiydi. Elini ileriye uzattığında buruşuk ve bembeyaz olan pamuk elleri, ise bulanmış gibi yer yer siyahlaşıyordu karanlığın şiddetinden. Beyoğlu'nda elektrikler kesikti ve birbirlerinden çok uzaklarda çalışan sayılı jeneratörlerin tıkırtıları gecenin sessizliğini bölüyordu. Tek silindir motor gürültüleri rüzgarın serseriliğinde köşe kapmaca oynarmış gibi oradan buradan yükselip alçalarak  bir gelip bir gidiyor, Taksim tarafına doğru bir jeneratör herkese cevap vermeye çalışıyor da boğazını temizliyormuş  gibi öksürüklere boğulurken, Tünel tarafından homurtulu kızgın ve düzensiz bir patırtı duyuluyordu.

       Bu gün de uykusuzdu. İçinde zıplayarak zıtlaşan heyecan yüklü duygular iyice zayıflamış vücudunda kısa devreler  yapıyor, bir kasisten inip diğer bir kasise çıkar gibi yürürken dizlerini hafif aksak sarsalıyordu. Şubatın soğuk rüzgarı pardösüsünün dikilmiş  yakalarından  içeriye ahmak ıslatanın ıslak serinliğini aheste aheste taşıyor, terden ıslanmış gömleğinin kirli yakasını, damarları çıkmış kuru ve uzun boynunu sıkarak buz gibi ensesine yapıştırıyordu. İşaret parmağını yakasından içeri sokup şöyle bir çekiştirdi ama bir düğme açmaya da cesaret edemedi. 50'li yaşlarından önce yılda bir iki sefer  gördüğü kâbus  artık her gece tahta kurusu gibi beynini kemiriyor, bu korkunç rüya nerede başlıyor ne zaman uyanık ne zaman uykuda iyice karıştırıyordu.

           Yaklaşık 5 yıldır sürüyordu bu. Ne zaman yatağa girip başını yastığa değdirse, kendisini lise 10'uncu sınıfta, E şubesinin kapısında buluyordu. Neden 6 ıncı sınıf veya 9 uncu sınıf değil de 10 uncu sınıf ve özellikle 10-E şubesi. Uzun zaman anlayamadı bunu. İçinden bir ses burada okuyacaksın diyor, daha önünde 3 senen var deyip sınıf kapısından içeri itiveriyordu.  Ben bitirdim, mezun oldum, üniversiteye bile gittim, lise diplomam olmasa beni üniversiteye alırlar mıydı dese de kimin umurunda. 4-5 basamakla çıkılıyordu sınıfa, her basamakta yavaş yavaş alçalarak gözünün önünde beliriyordu sınıf. Okulun, yarı fransızca orta kur dedikleri bahçesine bakan sınıf pencerelerinden vuran ışıklar gözünü alıyordu. Yavaşça ön sıralardan birine oturuyordu yorgun argın. Bütün sınıfın gözlerini sırtında taşıyarak. Fransızın biri tahtada ders anlatıyordu. Zorluyordu kendisini zorluyordu ama hangi ders, ne anlatılıyor, hiçbir şey girmiyordu kafasına. “Mösyö, Mösyööö” diyordu, "ben bitirdim bu okulu niye beni tekrar getirdiniz bu sınıfa?" Gülüyordu fransız göbeğini hoplatarak, şaraptan kızarmış burnu ve kel kafasıyla . Uyanıyordu kanter içinde. Bir bardak soğuk su içip tekrar yastığa başını koyduğunda aynı fransız, şişe dibi gibi kalın mercekli gözlüklerle bakıyordu gözlerinin içine. Kötü kalite şarap kokan ıslak burnunu, burnuna dayayarak: “Mösyö(1)” diyordu, “vuz et paressö(2)”, “vuz et meşan(3)”, “vuz et fuuu! (4)” Uyanıyordu tekrar. Duş, soğuk su, yastık, yine aynı sınıf yine aynı kapı, giriyordu aynı sınıftan içeri. Elindeki kalemleri düşürerek. Bu sefer içeride ki öğretmen esmer yüzünün ortasında deniz feneri gibi parlayan bembeyaz gözleriyle "Romeo y Julietta(5)"  kokan keskin nefesi genizler yakarak "alleeee! Fet le nesesser!(6)" diyerek yerdeki kalemleri gösterip kırmasını istiyordu. Son zamanlarda o hale geldi ki rüyaları, kendisini sınıfın ortasında duş yaparken buluyor, elinde su bardağı,  sınıfta mı, yatakta mı duşta mı, gerçek ve rüya, herşey birbirine giriyordu.  Zaman zaman sınıf penceresinde donuk donuk buz yeşili gözleriyle onlarca  siluet beliriyor,  elleri havada öylesine gözlerini dikip bakıyorlardı.  Arkalarında fransızca öğretmeni “Motor Salih” takım elbisesi ve boynunda sarı kırmızı atkısıyla bir Kawasaki'yi yan yatırıp gaz vererek sınıfa dalıyor, "pröne une feuille de papier! (7)" deyip "e pröne ön kreyon, ekrive votr nom e prenom(8)" diyemeden duvarın içinden geçip kolunun altında  Atatürk'ün mektebe imzaladığı fotoğrafıyla orta bahçenin  ortasından yerin içine doğru dalıyordu. Orta kurda gözleri bembeyaz elleri kanlı belletmenler  ellerindeki cetvelleri tehditkar bir şekilde yukarıya sınıftakilere doğru sallıyorlardı. Fransızca öğretmenlerinden diğeri  “Bet Osman” elinde bir çuvalla geliyor bu adamı çuvala koyup sallayıp sallayıp duvara vurmalı sonra çıkarıp adam etmeli diyerek kendisini beyaz bir çuvala koyup habire duvara vuruyordu "Oooh la jönes türk ton prömiyer dövuar...!(9)" nidalarıyla... Kan ter içinde gene uyanıyor kendini yatağın içinde oradan oraya savrulurken buluyordu.

                Bu akşam bu kabusa bir son verecekti. Mektep onu geri çağırıyordu , 10'uncu sınıfa, 10-E’ ye… Çağrıya uymalıydı.  Bırakamazdı geçmişi artık orada, gitmeli ve gereğini yapmalıydı Bet Osman ın dediği gibi, "il fo fer lö neseser! (10)" di… Neye mal olursa olsun yapmalıydı gereğini…

                Karanlık.. Koyu lacivert nemli bir karanlık herşeyi sarmalamış, Hollanda Sefaretinin  duvar kenarında, tüysüz kirli krem rengi kemikleri görünen kuyruğu yanık,  bir gözü beyaz iltihaplı ve patlak sarman bir kedi, bir sarhoş kusmuğundan patisiyle yiyecek bir şeyler ayıklamaya çalışıyordu. Rus konsolosluğu ise, içinden kazak atlıları fırlayacakmış gibi teyakkuz halinde sabahın bilinmezliğine kızıl kızıl kafa tutuyor, büyük ana demir kapısındaki fer forje orak çekiç ise her an fırlayıp bir şeyleri yıkıp kırıp, doğrayıp biçecekmiş gibi ıslak ve parlak bir kuru kafa edasıyla olabilecek herşeye hazırlıklı beklemekteydi. Kapının önündeki bir metrekarelik nöbetçi polis kulubesinin camının ardında içilmekte olan bir sigara izmaritinin parlak ateşi,  kıpkırmızı bir nokta halinde iz bırakarak camın ardında lazer işaretleyici gibi sanki kendi başına kızıl ışığı bir artıp bir azalarak bir aşağı bir yukarı havaya zigzaglar çiziyordu. Memur bir elinde sigara bir şeyler anlatıyor olmalıydı birisine telefonda.

             Sen Antuan'ın geniş ve ferah avlusunda, kapılarındaki haçların arkasındaki ampullerden yansıyan cılız ışıklar, bahçenin ıslak Arnavut kaldırımlarında yansıyıp yakamozlanarak, tuhaf kaligrafiler resmediyordu. Bir an dikkatle baktı bahçeye biraz zorlasa yazılar okunacakmış gibiydi. "Geeel gel bizi al kurtar artık buradan!" diyordu herşey…

                 Galatasaray meydanına geldiğinde bankanın kuytusuna sokulmuş 3-5 evsiz gördü. Elini cebine atıp bozuk para arandı ama nafile... Birden aklına işkembecide hepsini bahşiş bıraktığı geldi. Sunturlu bir küfür edecekti, fakat utandı kendisinden, yutkundu şöyle bir. Yuttuğu küfür şimdi karnında sirkeli kırmızı acı biberli işkembe çorbasının içinde midesini gırtlağına doğru acı acı tekmeliyordu. Okula doğru göremeden şöyle bir yön tayin ederek baktı. Girişteki yokuşu kontrol edecekti ve mümkünse  parmaklıkların arkasını görmeliydi mutlaka. Tıpkı 43 sene önce olduğu gibi. Gecenin simsiyah dumanlarında, yağmurla parlayan birkaç sivri  parmaklık demirini gördüğünü sandı ama havada dolaşan siyah ipeksi duman herşeyi birbirine karıştırıyordu. Duman buharlarla sarmalanmış meydandaki füze rampası şeklindeki  anıttan çıkıyor gibiydi… Oradan çıkıp önce Beyoğlu'nu istila ediyordu. Daha sonra da dünyayı bütün manalarıyla yutacaktı besbelli.

                Okulun önündeki yokuşdan yavaşça kapıya doğru yürüdü, pardesünün kukuleta başlığını kafasına geçirdi. Parmaklığın önüne geldi. Gençlikte olsa kedi gibi tırmanırdı parmaklığa ama ya şimdi?… Bir tereddüt sarstıysa da beynini, kararlı bir şekilde yakaladı parmaklığı. Elleri titriyordu, ayağını attı duvarın üstüne, dizleri de titriyordu. Çekiverdi bir hamlede kendini yukarı.  İçeriye doğru dikkat kesildi. Büstlerden biri gene sigara içiyordu herhalde. Sinsice sırıtmaktan kendisini alamadı.  Recaizade miydi yoksa Tevfik Fikret mi çok dikkat edemedi.  Bir müddet soluklandı parmaklığın tepesinde. Beyoğlu’nu dinledi hiçbir şey göremeden. Üç beş tane  köpek havlaması geldi İngiliz konsolosluğundan doğru, arkasından uğultulu bir teneke tıngırtısı. Yavaşça süzülüverdi parmaklığın tepesinden aşağıya. Büstlerin hepsi sigara içiyor sandı önce. Sonra ıslaklıkların parladığını farketti cansız yüzlerde. "Hıh" dedi sinirli sinirli yapmacıktan bir güldü.  İlerden hızla sağa dönüp orta kapıya doğru 200 metre kadar yürüdü. Tam tören balkonunun altında durdu bir müddet, şöyle bir yokladı çift kanatlı kapıyı. Kilitliydi. Gran kur (11) tarafındaki kapıya yöneldi. Hafif bir ittirmeyle gıcırtısız açılıverdi kapı.  Tekrar durdu etrafı dinledi, bahçedeki ağaçların kuru dalları birbirine çarpıyor tedirgin çıtırtılar çıkarıyorlardı. Bir gölge gibi sessiz koridoru takip edip bir çırpıda arka bahçeye çıkan kapının oraya geldi, hamam tarafına dönüp Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu tabelasının önünde bir daha soluklandı. Kapısına şöyle bir yüklendi. Tahmin ettiği gibi kilitliydi. Sağ elini kapının altından sokup kapıyı yere sabitleyen sürgüyü eliyle yukarı ittirmeye çalıştı. Nafile , kıpırdamıyordu bile. Elini cebine soktu bir deste ham anahtar çıkarıp teker teker denemeye başladı, tam vazgeçiyordu ki bir tanesi zor da olsa kilidi döndürdü. Bir daha,  bir daha  döndürdü, tıkırt, kapı yavaşça açıldı. İçeri girdi ve tekrar yavaşça gerisin geriye kapatıp gözleri karanlığa alışsın diye bekledi bir müddet. Havadaki tuhaf rutubet kokusu burnunu sızlattı. Spor salonunun ortasına doğru ilerledi. Voleybol direklerinden soldakinin yanına gitti. Döndüre döndüre yerinden çıkardı ve orta yere yan yatırdı. Deliğe elini dirseğine kadar sokup deliğin yan duvarındaki kancayı bulmaya çalıştı. Eli soğuk demire değdiğinde döndürerek çevirdi ve çekti. Onun biraz altındaki diğer bir deliği gayri ihtiyari yokladı, bir karton paket çıkardı. Altın renkli bir Rothmans marka sigara paketiydi bu, eli titreyerek paketi açtı içinde 43 sene önce koyduğu çakmak aynen duruyordu.  Deliği bir daha kurcaladı içeriye doğru bir de yassı bir kanyak şişesi çıkardı. Kapağını çevirdi heyecanla ama maalesef içinde hiçbirşey kalmamıştı kötü bir kokudan gayrı. Çakmağı çaktı, Rothmans paketinin içindeki sigaraları çıkardı hepsi kurt yeniğiyle delik deşik olmuştu. Bir an düşündü gene de öylece bir tanesini yakıp dumanını içine çekmeyi çok istedi ama yapmadı. Sonra dışarıdan bir tıkırtı duydu ve hemen dikkat kesildi. Koridordan belliki şişman birisi, yalpalayarak düzenli ve  yavaş adımlarla gelip kapının önünde bir müddet durup uzaklaştı. Cıırrt, cıırt, cıırt! Saatini kuran gece  bekçisiydi galiba. Vaktin daraldığını hissetti ve hemen salonun kıble tarafına tam ortasına gitti, eliyle üzerinde Selim Sırrı Tarcan yazması gereken geniş panoyu yokladı, kenarına baktı. Kahretsin deyip tekrar çıkardığı voleybol direğinin deliğine dönüp demir kancayı bu sefer daha sertçe çekti.  Gıcırtılı bir tıklama duyuldu. Tekrar tahta panonun yanına gidip sağ tarafından açıldığını kontrol etti, parmaklarını sokup yavaşça panoyu çekti, arkadaki boşluktaki örümcek ağlarını eliyle şöyle bir koluna doladı. İğrenç bir koku yayıldı içeriye ama aldırmadı bile. Panonun arkasında ki mihrabın oyuğunu el yordamı ile yokladı. Çakmağı şöyle bir çakıp söndürdü, mihrabın üstündeki arapça ve altın yaldızlı  "fevelli vecheke şatral-mescidil-harâm(12) " hattı siyah kuruma bulanmış örümcek ağlarının arkasında şöyle bir parlayıp söndü. Yavaşça yanında getirdiği çuvalı açıp mihrabın içinden doğru eline ne gelirse alıp beyaz çuvala doldurmaya başladı… Örümcek ağları iyice dağılmış her taraf toz içinde kalmıştı. Çakmağı son bir defa çaktı, mihrabın içinden çenesi düşmüş bir kurukafa inci gibi dişleriyle parlayıverdi. Gayet telaşsız onu da aldı ve çuvala koydu. Dışarı çıkıp bir müddet dışarıyı dinledi. Tahta panoyu omuzlayarak tak sesi gelene kadar ittirip yerine oturttu. Pardösüsünün kollarıyla etrafı güzelce sildi. Salonun ortasına gidip voleybol direğini yerine taktı. Hiçbir şeyden ürpermemişdi o ana kadar. Ama kaldırdığında torbadan çıkan takırtılar tüylerini diken diken etti. Hemen pardesüsünü çıkarıp torbanın içine  kemikleri sıkıştıracak biçimde koydu ve çuvalı ağzından daraltıp cebinden çıkardığı iple bağladı. Bütün vücudunu bir titreme aldı. Sessizce koridora çıktı ileriye bir müddet yürüdü, sağa dönüp arka bahçeye çıktı. Yanında getirdiği uzun ipe çuvalı bağlayıp okulun arka bahçesinin dik eğimli duvarından aşağıya sarkıttı. Tekrar okulun içine döndü, pardösüsüz dişleri birbirine vuruyordu soğuktan.  Geldiği gibi gran kur’a yöneldi, Grankur’un kapısının karşısındaki kapıdan okulun ön avlusuna çıktı. Siyah duman dağılmış, bulutların arasından soluk sarı ay ışığı ıslak asfalt avluyu parlatıyordu. Duvar kenarından hızla geldiği parmaklıklara yöneldi. Tırmanmadan son bir defa etrafı dinledi. Recaizadenin büstüyle gözgöze geldi, dudağını çarpıtıp yalancıktan şöyle bir güldü, "Rahat ol Recaizade Ekrem Bey, rahat ol artık” dedi, "İçeri girip de 43 yıldır çıkmayan davetsiz misafirlerin bir kısmı bugün terkediyor burayı, rahat ol ötekiler de terkedecek. Sonra sen de ben de rahat rahat uyuyacağız!"  Kafasını iki yana salladı şöyle bir,  bronz bir büstle konuşmanın saçmalığını aklına getirdi,  sonra, “adam sende” der gibi titreyen bacaklarıyla bir çırpıda parmaklıkları tırmanıp aşağıya atladı ve Galatasaray Garajının yokuşunda koşar adım kayboldu…

 
(1) Efendi, efendii! manasına.
(2) Yaramazsınız!
(3) Tembelsiniz!
(4) Delisiniz!
(5) Adı geçen öğretmenin içtiği puro markası.
(6) Hadiii! Gereğini yap çabuk!
(7) Bir kağıt çıkarın!
(8) Bir kalem alın ve soyadınızı adınızı yazın!
(9) Ey Türk Gençliği birinci vazifen..!
(10) Gereğini yapmak lazım!
(11) Büyük Bahçe. 
(12) Mescidlerin genelde hepsinde mihrabın üzerinde yazan " .....Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir." manasına gelen Bakara Suresi 149. ayet.
 
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

Lenger

1 yorum: