Mekteb-i Sultani'nin Şifresi
Gece yarısını çoktan
geçmişti zaman ve baca kurumuna bulanmış gibiydi herşey. Elini ileri doğru
uzattığında buruşuk ve bembeyaz olan pamuk elleri, ise bulanmış gibi
kararıyordu karanlığın şiddetinden. Beyoğlu'nda elektrikler kesikti ve birbirinden çok uzaklarda çalışan tek tük
jeneratör tıkırtıları gecenin sessizliğini bölüyordu. Tek silindirli motor gürültüleri rüzgarın serseriliğinde köşe kapmaca oynarmış gibi sağdan soldan yükselip alçalarak bir gelip bir gidiyor, bir müddet sonra Taksim'e doğru bir jeneratör herkese cevap
vermeye çalışıyor da boğazını temizliyormuş
gibi öksürüklere boğulurken, bu defa Tünel tarafından homurtulu kızgın
bir patırtı duyuluyordu.
Bu gün de uykusuzdu ve içinde zıplayarak zıtlaşan heyecanlar iyice zayıflamış vücudunda kısa devreler yapıyor, bir kasisten inip diğer bir kasise çıkar gibi yürürken hafif aksak sarsalıyordu. Şubatın soğuk rüzgarı
pardösüsünün dikilmiş yakalarından içeriye ahmak ıslatanın ıslak serinliğini aheste
aheste taşıyor, terden ıslanmış
gömleğinin kirli yakasıyla damarları çıkmış kuru ve uzun boynunu sıkarak buz gibi yapışıyordu. İşaret
parmağını yakasından içeri sokup şöyle bir çekiştirdi ama bir düğme açmaya da
cesaret edemedi. 50'li yaşlarından önce yılda bir iki sefer gördüğü kâbus
yalnız geceleri tahta kurusu gibi beynini kemiriyor, kabus nerede
başlıyor ne zaman uyanık ne zaman uykuda iyice karıştırıyordu.
Yaklaşık 5 yıldır ne zaman yatağa girip başını yastığa koysa,
kendisini lisede 10'uncu sınıfta, E şubesinin kapısında buluyordu. Neden 6 ıncı
sınıf veya 9 uncu sınıf değil de 10 uncu sınıf ve özellikle 10-E şubesi. Uzun
zaman anlayamadı bunu. İçinden bir ses burada okuyacaksın diyor, daha önünde 3
senen var deyip sınıf kapısından içeri itiveriyordu. Ben bitirdim, mezun oldum, üniversiteye bile
gittim, lise diplomam olmasa beni üniversiteye alırlar mıydı dese de kimin
umurunda. 4-5 basamakla çıkılıyordu sınıfa, her basamakta yavaş yavaş
beliriyordu sınıf. Pencerelerden, orta kurdan vuran ışık gözünü alıyordu.
Yavaşça ön sıralardan birine oturuyordu yorgun argın. Bütün sınıfın gözlerini
sırtında taşıyarak. Fransızın biri tahta da ders anlatıyordu. Zorluyordu
kendisini zorluyordu ama hangi ders ne anlatılıyor hiçbir şey girmiyordu
kafasına. “Mösyö, Mösyööö” diyordu, ben bitirdim bu okulu niye beni tekrar getirdiniz bu sınıfa?. Gülüyordu fransız göbeğini hoplatarak, şaraptan kızarmış burnu ve kel kafasıyla . Uyanıyordu kanter içinde. Bir bardak soğuk su içip tekrar
yastığa başını koyduğunda aynı fransız, şişe dibi gibi cam gözlüklerle bakıyordu
gözlerinin içine, kötü kalite şarap kokan ıslak burnunu, burnuna dayayarak. “Mösyö” diyordu,
“vuz et paressö”, “vuz et meşan”, “vuz et fuuu!” Uyanıyordu tekrar. Duş, soğuk
su, yastık, yine aynı sınıf yine aynı kapı, giriyordu aynı sınıftan içeri. Elindeki kalemleri
düşürerek. Bu sefer içeride ki öğretmen esmer yüzünün ortasında deniz feneri gibi
parlayan bembeyaz gözleriyle "Romeo y Julietta" kokan keskin nefesi genizler
yakarak "aleeee! Fet le nesesser!" diyerek yerdeki kalemleri gösterip kırmasını
istiyordu. Son zamanlarda o hale geldi ki rüyaları, kendisini sınıfın ortasında
duş yaparken buluyor, elinde su bardağı,
sınıfta mı, yatakta mı duşta mı, gerçek ve rüya, herşey birbirine
giriyordu. Zaman zaman sınıf
penceresinde donuk donuk buz yeşili gözleriyle onlarca siluet beliriyor, elleri havada öylesine gözlerini dikip
bakıyorlardı. Arkalarında Motor Salih
takım elbisesi ve boynunda sarı kırmızı atkısıyla bir Kawasaki'yi yan yatırıp
gaz vererek sınıfa dalıyor, "pröne une feuille de papier" deyip "e pröne ön
kreyon, ekrive votr nom e prenom" diyemeden duvarın içinden geçip kolunun
altında Atatürk'ün mektebe imzaladığı
fotoğrafıyla orta bahçenin ortasından
yerin içine doğru dalıyordu. Orta kurda gözleri bembeyaz elleri kanlı
belletmenler ellerindeki cetvelleri tehditkar bir şekilde yukarıya doğru sınıftakilere sallıyorlardı. Bet Osman elinde
bir çuvalla geliyor bu adamı çuvala koyup sallayıp sallayıp duvara vurmalı sonra çıkarıp
adam etmeli diyerek kendisini beyaz bir çuvala koyup habire duvara vuruyordu "Oooh
la jönes türk ton prömiyer dövuar...!" nidalarıyla... Kan ter içinde gene
uyanıyor kendini yatağın içinde oradan oraya savrulurken buluyordu.
Bu akşam bu kabusa bir son
verecekti. Mektep onu geri çağırıyordu , 10'uncu sınıfa, 10-E’ ye… Çağrıya
uymalıydı. Bırakamazdı geçmişini artık
orada, gitmeli ve gereğini yapmalıydı Bet Osman ın dediği gibi, "il fo fer
lö neseser" di… Neye mal olursa olsun yapmalıydı gereğini…
Karanlık, karanlık koyu
lacivert nemli bir karanlık herşeyi sarmalamışken, Hollanda Sefaretinin duvar kenarında, tüysüz kirli krem rengi kemikleri
görünen kuyruğu yanık, bir gözü beyaz iltihaplı ve patlak sarman bir kedi, bir sarhoş kusmuğundan patisiyle yiyecek bir şeyler ayıklamaya çalışıyordu. Rus
konsolosluğu ise, içinden kazak atlıları fırlayacakmış gibi teyakkuz halinde sabahın
bilinmezliğine kızıl kızıl kafa tutarken, büyük demir kapısındaki orak çekiç her
an fırlayıp bir şeyleri kırıp biçecek gibi ıslak ve parlak bir kuru kafa edasıyla
hazırolda beklemekteydi. Kapının önündeki polis kulubesinin camının ardında bir izmarit ateşi kıpkırmızı bir nokta halinde sanki kendi başına iz bırakarak camda lazer işaretleyici gibi kızıl ışığı bir artıp bir azalarak bir aşağı bir yukarı havaya zigzaglar çiziyordu.
Sen Antuan'ın geniş ve
ferah bahçesinde, kilisenin kapılarındaki haçların arkasından vuran cılız ampullerin ışığı, tuhaf kaligrafiler resmediyordu
ıslak Arnavut kaldırımında yansıyıp yakamozlanarak. Bir an dikkatle baktı bahçeye sanki
yazılar okunacakmış gibiydi. "Geeel gel bizi al buradan!" diyordu herşey…
Galatasaray meydanına
geldiğinde bankanın kuytusuna sokulmuş 3-5 evsizi gördü, elini cebine atıp
bozuk para arandı ama nafile... Birden aklına işkembecide hepsini bahşiş
bıraktığı geldi. Sunturlu bir küfür edecekti, fakat utandı kendisinden,
yutkundu şöyle bir. Yuttuğu küfür şimdi karnında sirkeli kırmızı acı biberli işkembe
çorbasının içinde midesini gırtlağına doğru acı acı tekmeliyordu. Okula doğru
göremeden şöyle bir yön tayin ederek baktı. Girişteki yokuşu kontrol edecekti
ve mümkünse parmaklıkların arkasını
görmeliydi, tıpkı 43 sene önce olduğu gibi. Gecenin simsiyah dumanlarında, yağmurla parlayan birkaç sivri parmaklık demirini gördüğünü sandı ama havada dolaşan siyah
ipeksi duman herşeyi birbirine
karıştırıyordu. Meydandaki füze rampası şeklindeki anıttan çıkıyor gibiydi bu duman… Oradan
çıkıp önce Beyoğlu'nu yutmuş sonra da dünyayı bütün manalarıyla yutacak
gibiydi.
Okulun önündeki yokuşdan
yavaşça kapıya doğru yürüdü, pardesünün kapşonunu kafasına geçirdi. Parmaklığın
önüne geldi. 43 sene önce kedi gibi tırmanırdı parmaklığa ama ya şimdi… Bir
tereddüt sarstıysa da beynini, kararlı bir şekilde yakaladı parmaklığı. Elleri
titriyordu, ayağını attı duvarın üstüne, dizleri de titriyordu ama çekiverdi bir
hamlede kendini yukarı. Büstlerden biri
gene sigara içiyordu galiba. Recaizade miydi
yoksa Tevfik Fikret mi çok dikkat edemedi.
Bir müddet soluklandı parmaklığın tepesinde. Beyoğlu’nu dinledi hiçbir
şey görmeden. Köpek havlamaları geldi
İngiliz konsolosluğundan doğru, arkasından uğultulu bir teneke tıngırtısı.
Yavaşça süzülüverdi parmaklığın tepesinden aşağıya. Büstlerin hepsi sigara
içiyor sandı önce. Sonra ıslaklıkların parladığını farketti cansız yüzlerde. "Hıh" dedi sinirli sinirli gülüp.
İlerden hızla sağa dönüp orta kapıya doğru 200 metre yürüdü. Tam tören
balkonunun altında durdu bir müddet, şöyle bir yokladı çift kanatlı kapıyı. Kilitliydi. Gran kur tarafında ki
kapıya yöneldi, hafif bir ittirmeyle gıcırtısız açılıverdi kapı. Tekrar durdu etrafı dinledi, bahçedeki
ağaçların kuru dalları birbirine çarpıyor tuhaf sesler çıkarıyorlardı. Bir
gölge gibi sessiz koridoru takip edip bir çırpıda arka bahçeye çıkan kapının
oraya geldi, hamam tarafına dönüp Selim Sırrı Spor salonunun kapısının önünde
bir daha soluklandı. Kapıya şöyle bir yüklendi. Tahmin ettiği gibi kilitliydi.
Sağ elini kapının altından sokup kapıyı yere sabitleyen sürgüyü eliyle yukarı ittirmeye
çalıştı. Nafile , kıpırdamıyordu bile. Elini cebine soktu bir deste ham anahtar
çıkarıp teker teker denemeye başladı, tam vazgeçiyordu ki bir tanesi zor da olsa
kilidi döndürdü. Bir daha, bir daha döndürdü, tıkırt, kapı yavaşça açıldı. İçeri girdi ve tekrar yavaşça gerisin
geriye kapatıp gözleri karanlığa alışsın diye bekledi bir müddet. Havadaki
tuhaf rutubet kokusu burnunu sızlattı. Spor salonunun ortasına doğru ilerledi.
Voleybol direklerinden soldakinin yanına gitti. Döndüre döndüre yerinden
çıkardı ve yere yan yatırdı. Deliğe elini dirseğine kadar sokup deliğin yan
duvarındaki kancayı bulmaya çalıştı. Eli soğuk demire değdiğinde döndürerek
çevirdi ve çekti. Onun altındaki yine yandaki deliği gayri ihtiyari yokladı,
bir karton paket çıkardı. Altın renkli bir Rothmans sigara paketiydi bu, eli titreyerek
paketi açtı içinde 43 sene önce koyduğu çakmak aynen duruyordu. Deliği bir daha kurcaladı içeriye doğru bir
de yassı bir kanyak şişesi çıkardı. Kapağını çevirdi heyecanla ama maalesef içinde
hiçbirşey kalmamıştı kötü bir kokudan gayrı. Çakmağı çaktı, Rothmans paketinin
içindeki sigaraları çıkardı hepsi kurt yeniğiyle delik deşik olmuştu. Bir an
düşündü gene de öylece bir tanesini yakıp dumanını içine çekmeyi çok istedi ama
yapmadı. Sonra dışarıdan bir tıkırtı duydu ve hemen dikkat kesildi. Koridordan
şişman birisi yavaş adımlarla gelip kapının önünde bir müddet durup uzaklaştı. Cıırrt, cıırt, cıırt saatini kuran gece bekçisiydi galiba.
Vaktin daraldığını hissetti ve hemen salonun kıble tarafına tam ortasına gitti,
eliyle üzerinde Selim Sırrı Tarcan yazması gereken geniş panoyu yokladı,
kenarına baktı. Kahretsin deyip tekrar çıkardığı voleybol direğinin deliğine
dönüp demir kancayı bu sefer daha sertçe çekti.
Gıcırtılı bir tıklama duyuldu. Tekrar tahta panonun yanına gidip sağ
tarafından açıldığını kontrol etti, parmaklarını sokup yavaşça panoyu çekti,
arkadaki boşluktaki örümcek ağlarını eliyle şöyle bir koluna doladı. İğrenç bir koku
yayıldı içeriye ama aldırmadı bile. Panonun arkasında ki mihrabın oyuğunu el
yordamı ile yokladı. Çakmağı şöyle bir çakıp söndürdü, mihrabın üstündeki
arapça ve altın yaldızlı "fevelli vecheke şatral-mescidil-harâm" hattı siyah kuruma bulanmış örümcek ağlarının arkasında şöyle
bir parlayıp söndü. Yavaşça yanında getirdiği çuvalı açıp mihrabın içinden
doğru eline ne gelirse alıp beyaz çuvala doldurmaya başladı… Örümcek ağları iyice
dağılmış her taraf toz içinde kalmıştı. Çakmağı son bir defa çaktı, mihrabın
içinden çenesi düşmüş bir kurukafa inci gibi dişleriyle parlayıverdi. Gayet
telaşsız onu da aldı ve çuvala koydu. Dışarı çıkıp bir müddet dışarıyı dinledi.
Tahta panoyu omuzlayarak tak sesi gelene kadar ittirip yerine oturttu. Pardösüsünün kollarıyla etrafı güzelce sildi. Salonun ortasına gidip voleybol
direğini yerine taktı. Hiçbir şeyden ürpermemişdi o ana kadar ama kaldırdığında
torbadan çıkan takırtılar tüylerini diken diken etti. Hemen pardesüsünü çıkarıp
torbanın içine kemikleri sıkıştıracak
biçimde koydu ve çuvalı ağzından daraltıp cebinden çıkardığı iple bağladı.
Bütün vücudunu bir titreme aldı. Sessizce koridora çıktı sağa dönüp arka
bahçeye çıktı. Yanında getirdiği uzun ipe çuvalı bağlayıp okulun arka
bahçesinin dik eğimli duvarından aşağıya sarkıttı. Tekrar okulun içine döndü,
pardösüsüz dişleri birbirine vuruyordu soğuktan. Geldiği gibi Gran kur’a yöneldi, Grankur’un
kapısının karşısındaki kapıdan okulun ön avlusuna çıktı. Siyah duman dağılmış, bulutların arasından soluk sarı ay ışığı ıslak asfalt avluyu parlatıyordu. Duvar kenarından hızla geldiği
parmaklıklara yöneldi. Tırmanmadan son bir defa etrafı dinledi. Recaizadenin
büstüyle gözgöze geldi, dudağını çarpıtıp şöyle bir güldü, "Rahat ol
Recaizade Ekrem Bey, rahat ol artık” dedi, "İçeri girip de 43 yıldır çıkmayan
davetsiz misafirlerin bir kısmı bugün terkediyor burayı, rahat ol ötekiler de
terkedecek. Sonra sen de ben de rahat rahat uyuyacağız!" Kafasını iki yana salladı şöyle bir, bronz bir büstle konuşmanın saçmalığını
aklına getirdi, sonra, “adam sende” der
gibi titreyen bacaklarıyla bir çırpıda parmaklıkları tırmanıp Galatasaray
Garajının yokuşunda koşar adım kayboldu…
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
Lenger
Kalemine sağlık...
YanıtlaSil