7 Ocak 2020 Salı

PLAKET

PLAKET    

I-
Bir plaket yüzünden bu kadar üzüleceğini hiç düşünmemişti. Hele yeni zengin komşuları Melahat Hanım’ın kocasının aldığı bir plaket yüzünden.

Melahat hanımlar hükümete yakın bir grubun da faal üyeleriydiler karı koca. Hasan Bey’in 20 yıllık karısı işte bu Melahat Hanım la pek sıkı fıkı idi. Her akşam eve geldiğinde konu döner dolaşır Melahat Hanım’ın evine aldığı eşyalara gelirdi. En son aldıkları mikrodalga fırını eşi ballandıra ballandıra anlattığından bu yana, kadının adını Mikrodalga Melahat koymuştu biraz müstehzi biraz da utanıp kızararak. Ne zaman eşi “Melahat..” diyecek olsa “Mikrodalga Melahat mı?” diye sormaktan alıkoyamıyordu kendini ve her seferinde söylediğinden utanıp hafifçe kızardığı için de kendine kızıyordu. 

Sabah kahvaltıda konu yine “Mikrodalga Melahat” a gelmişti. Bu sefer kocasıydı mevzu.  3 yıldır çalıştığı idarede gösterdiği başarılar sebebiyle terfi etmiş ve daha önce her yılbaşı aldığı plaketlere bir yenisini eklemişlerdi. “Müdürlüğümüze yapmış olduğunuz değerli katkılardan dolayı şükranlarımızı sunar, yeni görevinizin hayırlı, uğurlu vs., vs…” Halbuki o 17 yıldır canla başla, kar kış demeden PTT de çalışmıştı da ne geçmişti eline? Koca bir hiç. Karısı mihaniki bir ses tonuyla sanki kitaptan bir metni okur gibi peşpeşe sıralıyordu aklına gelenleri. Bir yandan da kahvaltı sofrasını topluyor, bardakları, çatalları bıçakları şıngırtıyla evyenin içine atıatıveriyordu. Bir plaket bile vermemişlerdi Hasan Bey’e. Bir plaket bile! PTT ci Hasan Bey bunun arkasında, Mikrodalga Melahat in aldığı, ama kendisinin internet sitelerinde fiyatını denk getirse taksit sayısını tutturamadığı, taksit sayısını bulsa fiyatını maaşına uyduramayıp bir türlü alamadığı mikrodalga fırının yattığını bilse de içerler gibi oldu. Elin kocaları yiyip içip eğlenip her sene terfi ederken, onlar Çengelköy'de bir kahvaltının hesabını yapıyorlardı, karısının dediğine göre. “Bir plaket be, altı üstü teneke bir plaket !” diyordu karısı hem söylenip hem de onu uğurlamaya kapıya geldiğinde.

Yolda bütün arabaların plakalarına baktıkça, plaket çakıldı kaldı beynine Hasan Bey’in.


II
       Şubede Vedat hariç herkes öğle yemeğini evden getiriyordu. PTT’nin bu şubesinden, internetten satış yöntemiyle Türkiye’nin dört bir yanına termoslu sefertası kargolayan emekli başçavuş Hilmi Bey, hepsine bir güzellik yapmış ve hepsi ayrı renkte 5 takım termoslu sefertası hediye etmek istemişti. Önce almakta tereddüt etmişler, Büyük Hasan Bey’in gözüne bakıp onayını beklemişlerdi. Hasan Bey bunun rüşvet sayılıp sayılmayacağını kafasında şöyle bir tarttıktan sonra, önce nefsi cilvelenerek “Sayılmaz yahu! Zaten adamın işini her halükârda yapıyorsunuz!” demişse de o hemen silkinip maliyetinden ödeme yapmaya Başçavuş Hilmi’yi ikna etmişti.

          En küçükleri Vedat manifaturacının çakır tezgâhtarına vurgundu ve öğle yemeklerini bir sokak arkadaki pidecide bu ufak tefek çakır gözlü kızla beraber yiyorlardı. Yemeği kısa kesip hallice bir pasta alıp getirme görevini ona verdiler. Yemeği kısa kesme kısmı biraz canını sıktı Vedat’ın ama her zaman olmuyordu ya canım bu kutlama?

Mecit Bey sabah gelirken kızının doğumunda aldığı o eski model kocaman video kamerayı getirmiş, seyyar mikrofon ve tripodu da unutmamıştı. Alelacele yemekler yendi, Mecit Bey bir köşede kolileri diziyormuş gibi video kamerayı kurdu, mikrofonu şöyle bir tıktıklayıp ekranından kontrol etti, sonra hep beraber göz ucuyla kapıdan Vedat’ın girişini beklemeye başladılar. 

“Bizim haylaz, kızla gevezeliğe dalmaz inşallah” diye düşündü Yeliz Hanım. Göz ucuyla dekoltesinden göğüslerinin çatalı görünüyor mu diye bir kontrol etti. Yok yok, Büyük Hasan Bey’in kızacağı bir durum yoktu kıyafetinde.

Derken kapıyı açıp elinde karton kutuyla yavaşça içeri süzüldü Vedat. Yanında komşu mağazanın güvenlik elemanı Hıdır  da vardı. O da duymuş olmalıydı kutlamayı. Kutlama demek pasta demekti. Hemen bankonun arkasına geçtiler, alaturka tuvaletten bozma çay ocağının tezgâhında el çabukluğu ile pastayı bir servis tabağına koyup üzerinde tek mumuyla el birliğiyle hazır ettiler. Ahretlik Hasan Bey’e güya çaktırmadan.

           Ahretlik Hasan’ın aklı yatılı okulda okuyan kızının okulundaki taciz hadisesiyle meşguldü. Kızının öğretmeni değildi fail ama gene de içi kıpır kıpır ayetülkürsîleri, muavvizeteynleri peşpeşe okuyup okuyup Adapazarı tarafına doğru üflüyordu. Bir ara "Acaba doğru yöne mi üflüyorum, Adapazarı hakikaten üflediğim tarafta mı?" diye düşünürken, Büyük Hasan Bey’in sesi böldü düşüncelerini.

            Hasan Bey, banko arkasında üst üste konmuş, üzerine hediye paketleri için kullanılan ambalaj kâğıdının örtülü olduğu renkli kolilerden yapılmış -hâza-  kokteyl masasının başında elinde mikrofon;

-  Aziz arkadaşımız Ahretlik Hasan Bey, seninle bu şubede seneler bir su gibi aktı, biz seni çok sevdik. Acı tatlı çok günlerimiz oldu, birçok şey paylaştık. Bütün bunları birbirimize söyledik veya söyleyemedik ama geçmişin hatırası adına lütfen bu plaketi şube çalışanları adına kabul et!

diyordu.

             Neden bilemedi, bir an “Abdestim var mıydı benim?” diye geçirdi aklından, ayağa kalktı, önünü bir ilikledi, bir çözdü, herkes gözleri ışıltılar içinde, yüzlerde hüzünlü gülücükler ona bakıyordu. Ortalık sanki uğulduyor gibiydi, sendeledi, bankoya tutundu, ne diyeceğini bilemedi. Gözü Büyük Hasan Bey’in elindeki lacivert kadife kutu içinde parıldayan plakete gitti. Ortada yanan büyük lambanın ışığı, altın renkli parlak plaketten yansıyarak Büyük Hasan Bey’in elinin hareketlerine uyumlu bir şekilde flaşör gibi bir çakıp bir sönüyordu. Diğer elini gözüne siper etti. Yutkundu, masanın başına doğru geldi, zihni boşalmış gibiydi. Bir daha yutkundu ama aklına bir şey gelmedi söylemek için. Büyük Hasan Bey’in boştaki eline uzandı, sıktı, kendine doğru çekti, sımsıkı sarıldı. Yeliz Hanım yetişmese az kaldı yere düşüyordu cânım plaket.  Bir müddet sarılmış kalakaldı Hasan Bey’e, sonra gözleri yaşarmış etrafına bir daha baktı. Kısık sesle “Teşekkür ederim, Allah razı olsun hepinizden” dedi. “Ben de sizleri çok seviyorum.” demesine kalmadan şubenin kapısı sertçe açıldı. Vedat pasta telaşıyla öğle tatili kilitlemeyi unutmuş olmalıydı. Hepsi kapının gürültüsüne döndüler, arkadan vuran şiddetli ışık sebebiyle önce seçemediler. Girenler iki kişiydi, yüzlerinde kar maskesi vardı. Birinin elindeki pompalı tüfek midir nedir anlaşılmasına fırsat kalmadan, diğer adam “Hemen kasayı boşaltın, hemen, hemen, hemen!”  diye bağırıverdi, elindeki naylon torbayı bankoya en yakın olan Mecit Bey’e uzatıp. Herkes şaşırmış, donmuş kalmıştı. O sırada neler olduğunu anlayamadılar. Güvenlikçi Hıdır şöyle bir durakladı, ne yapacağını bilemedi, gayriihtiyari eli beline gider gibi oldu, ama bir anda hepsi diğer adamın elindeki tüfeğin pompalı tüfek olmadığını kulak yırtan tarrakasından anlayıverdiler.  Ahretetlik Hasan Bey, evvela şiddetli yağmur yağıyormuş gibi yüzünün ve göğsünün ıslandığını hissetti, birileri parmaklarıyla masaj yapar gibi göğsünden itekliyordu sanki, gözü havalanan plakete takıldı, aman yere düşmesin diyerek atıldı, havada yakaladı. Birden hissettiği ağır yağmur damlaları yakıcı kaynar suya döndü, boğazı, göğsü ve midesi yandı. Yere düştüğünde vücudu korkunç acılar içinde, nefesi daralmış halde buldu kendini. Plaketi göğsüne bastırdı, hırıltılarla “eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve resulihi.” dedi. Kızı geldi yine aklına, taciz edilmiş olması ihtimali büsbütün göğsünü kavurdu.  Akşama eşi eritme peynir ve pazı istemişti. Şimdi kim götürecek, keşke marketteki çocuğa söyleseydim diye geçirdi aklından. “İnna lillah innâ ileyhi râciun” diyecekti ki etraftaki her şey solarak yavaşça kararıverdi.

       Bütün bunlardan sonra aradan galiba bir bayram geçti gitti. Merhum Ahretlik Hasan Bey’in dul karısı mutfakta ocağın altını kısmış, bir sigara yakıp yenice mutfak taburesine oturmuştu ki kapı zilinin çaldığını duydu. Bunalmıştı taziyeye gelenlerden. “Ay gene kim bu?” diye söylendi kendi kendine. Elinde sigara kapıya seğirtmeye hazırlanıyordu ki, “Aman!” dedi “Elimde sigarayla kapı açsam gelen kim bilir neler vadettiğimi(*)  düşünür." Bilmez ne sıkıntısı var insanların!”  Zorla gülüyormuş gibi pıhkırdı inatla, elindeki yarılanmış sigarayı özensizce mutfak evyesinin içine atıverdi. Zil ısrarla çalmaya devam ediyordu. "Patlama geliyorum" diye avaz avaz bağırası geldi ama konu komşudan çekinip koşturdu. Kapıyı açtı, kapıdaki polisti. Aman hiç eksik olmamışlardı 5 aydır, ifadeler, ifadeler, sorular, sorular. Yok kredi kartı borçları var mıymış? Yok düşmanları var mıymış? Ev kendilerinin miymiş? Külüstür arabalarını ne zaman almışlar? Kocası hep aynı yoldan mı gidermiş? Şubede ne kadar para olduğundan kocası bahseder miymiş? O biliyor muymuş? Bir sürü cevabını bilmediği ahiret sorusu gibi sorular. Kimse ne yersin, ne içersin diye sormaz ki? Allahtan babasından kalan üzüm bağını rahmetlinin sağlığında isteyen müteahhit, taziyeye geldiğinde tekrar alımkâr olmuştu da satıverip sıkıntılarını hafifletmişlerdi. Yoksa 3 kuruş memur maaşı cenazesine bile yetmemişti Ahretlik Hasan Bey’in. Ah ah Melahat’in kocası da eskiden PTT’ciydi ama o ne yapmış ne etmiş kapağı gümrük müdürlüğüne kolcu olarak atmış, açık öğretimden İktisat Fakültesini bitirmiş, şimdiyse müdür olmuştu. Çok söylemişti rahmetliye ama dinleyen kim. Hep pısırıktı, hep korkak, hep çekingen. Düşünüyor düşünüyor görücü geldiklerinde nesini beğendiğini bir türlü hatırlayamıyordu.


-Buyrun! 
dedi sertçe memura.

         Memur elindeki koliyi uzatarak “Soruşturma bitti, içinde şehidimizin özel eşyaları var, size teslim edeceğim imza karşılığı.” dedi.

            Sonra elindeki kâğıdı imzalattı. Önce isim, soyisim, koli muhteviyatını eksiksiz teslim aldım diye yazdı, sonra imza.

          Koliyi alıp mutfağa döndü. Sönmüş mü diye evyedeki sigara izmaritini kontrol etti. Yere koyup bir müddet seyretti koliyi. Üzeri mühürlü, bantlı meşhur bir markanın bisküvi kolisi. “Kremalıymış bisküviler”, dedi kendi kendine. Uzanıp tezgâhtan bir meyve bıçağı aldı, ek yerine denk getirip koli bandını yardı. Ucu çıkan kumaş parçasını çekince bir ceket geldi eline kırçıllı, siyahlı mavili. Etiketine baktı bir müddet. %73 polyester %27 cotton. "Kim ölçüyor ki bunun oranını?" diye geçirdi aklından. Ceketteki deliklere, etrafında kurumuş siyah kan lekelerine baktı. Boğazı kurudu, nefesi daraldı. Ardından bir pantolon, tokası kopmuş bir kemer, siyah kan lekeli, kurşun delikli çamaşırlar, anahtarlık, içinde 1 adet ATM kartı, 35 TL banknot para, kızlarıyla beraber kaynıgillerin düğününde çekilmiş bir fotoğraf bulunan bir cüzdan, bir adet ekranı çatlak cep telefonu, elektrik makbuzu, 2 lira 65 kuruş bozuk para, bir adet pembe ataş, bir de ucuzundan naneli sakız. Cüzdanı aldı, masanın üstüne koydu, bozuk paraların yanına. “Her akşam eve geldiğinde ağzının nane kokması bu sakızdanmış.” diye düşündü sakızı alırken. Fotoğrafı alıp aspiratörün üstüne sıkıştırıverdi. ATM kartını evirdi çevirdi, bir işine yaramazdı artık. Onu da çeketin yırtılmış cebine soktu. Cep telefonunu ayrıca masanın üstüne koydu. Herkes kocasıyla akıllı telefonlarla vassaplaşırken o bu minik telefonu bir almış pir almış, yıllarca kullanmıştı. Yenisini, vassaplısını aldıramamıştı bir türlü. Geri kafalıydı rahmetli. “İsraf!” derdi “israf!” “Bu benim işimi görüyor hem!” Ataşa bir mana veremedi, hem de pembe? Onu da attı ceketin cebine. Elektrik makbuzu, aylar öncesinin, o gün yatırmak için almıştı yanına diye hatırladı. Birden kolinin dibindeki lacivert kutu dikkatini çekti. Eline aldı kutuyu. Bir köşesi delinmiş, kadifesi parçalanmış, tel tel olmuştu. Kutunun klipsini açtı, içinde sarı  renkli parlak plaketi gördü. Biraz yamulmuştu plaket, sol üst köşesi çekiçle vurulmuş gibi çökük. Kutunun ve plaketin üstünde yine meşum siyah kurumuş kan lekeleri. Uzandı tezgâhtan bir bez alıp plaketi üstünkörü sildi. Yazıya baktı, bir gülümseme belirdi ağzının kenarında. O gülümseme büyüdü, büyüdü, sonunda sonu gelmeyen kahkahalara dönerek çınladı. Tutamıyordu kendini, çın çın ötüyordu sesi mutfak duvarında, bir ara öksürükler karıştı kahkahalarına. Nefesi kesilir gibi oldu, duvara yaslandı kahkahalarla gülmeye devam ederek. İkinci kattaki mutfak camından aşağıdaki çöp konteynerine ilişti gözü, camı açtı, inanılmaz tiz ve yüksek perdeden havada yankılanıp patlayan kahkahalar bütün bir sokağı çınlattı. Pervazına zor tutundu pencerenin. Apartmanın önünde küçük bir kalabalık oluşuverdi, herkes ona bakıyor, onu alkışlıyor zannetti. Kutusuna koydu plaketi, çöp konteynerini nişanlayıp, kendi kahkahalarının arasından kesik kesik bağırdı, 

-  Alın size, alın, alın işte plaket! 

deyip fırlattı. Lacivert kutu çöp konteynerinin kapağına çarpıp, tam isabet çöp konteynerindeki  yerini buldu. Sarman bir kedi fırladı çöpten canhıraş miyavlayarak. Boğazının yandığını, şahdamarlarından sanki dikenli bir tel geçiyormuş gibi canının çekildiğini hissetti “eşşhedü.. eş.. eşşş ..!” dedi ama gerisini getiremedi, elini  attığı sandalye kaydı, devrildi, pervazdaki eli çözüldü ve bütün ağırlığıyla dizlerinin üstüne düştü. Son hissettiği şahdamarlarından geçen dikenli bir telin dizlerinden çekilerek dışarı çıktığıydı…


(*) Devrin bir siyasisi herkezin içinde sigara içen kadınların "davetkar" olduğundan sözetmişti.

Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

SSS
Lenger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder