I-
Bir plaket
yüzünden bu kadar üzüleceğini hiç düşünmemişti. Hele yeni zengin komşuları
Melahat Hanım’ın kocasının aldığı bir plaket yüzünden.
Melahat
hanımlar hükümete yakın bir grubun da faal üyeleriydiler karı koca. Hasan
Bey’in 20 yıllık karısı işte bu Melahat Hanım la pek sıkı fıkı idi. Her akşam
eve geldiğinde konu döner dolaşır Melahat Hanım’ın evine aldığı eşyalara
gelirdi. En son aldıkları mikrodalga fırını eşi ballandıra ballandıra
anlattığından bu yana, kadının adını Mikrodalga Melahat koymuştu biraz müstehzi
biraz da utanıp kızararak. Ne zaman eşi “Melahat..” diyecek olsa “Mikrodalga
Melahat mı?” diye sormaktan alıkoyamıyordu kendini ve her seferinde
söylediğinden utanıp hafifçe kızardığı için de kendine kızıyordu.
Sabah kahvaltıda konu yine “Mikrodalga
Melahat” a gelmişti. Bu sefer kocasıydı mevzu.
3 yıldır çalıştığı idarede gösterdiği başarılar sebebiyle terfi etmiş ve
daha önce her yılbaşı aldığı plaketlere bir yenisini eklemişlerdi. “Müdürlüğümüze
yapmış olduğunuz değerli katkılardan dolayı şükranlarımızı sunar, yeni
görevinizin hayırlı, uğurlu vs., vs…” Halbuki o 17 yıldır canla başla, kar kış
demeden PTT de çalışmıştı da ne geçmişti eline? Koca bir hiç. Karısı mihaniki
bir ses tonuyla sanki kitaptan bir metni okur gibi peşpeşe sıralıyordu aklına
gelenleri. Bir yandan da kahvaltı sofrasını topluyor, bardakları, çatalları
bıçakları şıngırtıyla evyenin içine atıatıveriyordu. Bir plaket bile
vermemişlerdi Hasan Bey’e. Bir plaket bile! PTT ci Hasan Bey bunun arkasında,
Mikrodalga Melahat in aldığı, ama kendisinin internet sitelerinde fiyatını denk
getirse taksit sayısını tutturamadığı, taksit sayısını bulsa fiyatını maaşına
uyduramayıp bir türlü alamadığı mikrodalga fırının yattığını bilse de içerler
gibi oldu. Elin kocaları yiyip içip eğlenip her sene terfi ederken, onlar
Çengelköy'de bir kahvaltının hesabını yapıyorlardı, karısının dediğine göre.
“Bir plaket be, altı üstü teneke bir plaket !” diyordu karısı hem söylenip hem
de onu uğurlamaya kapıya geldiğinde.
Yolda bütün arabaların plakalarına baktıkça,
plaket çakıldı kaldı beynine Hasan Bey’in.
II
Şubede Vedat hariç herkes öğle yemeğini
evden getiriyordu. PTT’nin bu şubesinden, internetten satış yöntemiyle
Türkiye’nin dört bir yanına termoslu sefertası kargolayan emekli başçavuş Hilmi
Bey, hepsine bir güzellik yapmış ve hepsi ayrı renkte 5 takım termoslu
sefertası hediye etmek istemişti. Önce almakta tereddüt etmişler, Büyük Hasan
Bey’in gözüne bakıp onayını beklemişlerdi. Hasan Bey bunun rüşvet sayılıp
sayılmayacağını kafasında şöyle bir tarttıktan sonra, önce nefsi cilvelenerek
“Sayılmaz yahu! Zaten adamın işini her halükârda yapıyorsunuz!” demişse de o
hemen silkinip maliyetinden ödeme yapmaya Başçavuş Hilmi’yi ikna etmişti.
En küçükleri Vedat manifaturacının
çakır tezgâhtarına vurgundu ve öğle yemeklerini bir sokak arkadaki pidecide bu
ufak tefek çakır gözlü kızla beraber yiyorlardı. Yemeği kısa kesip hallice bir
pasta alıp getirme görevini ona verdiler. Yemeği kısa kesme kısmı biraz canını
sıktı Vedat’ın ama her zaman olmuyordu ya canım bu kutlama?
Mecit
Bey sabah gelirken kızının doğumunda aldığı o eski model kocaman video
kamerayı getirmiş, seyyar mikrofon ve tripodu da unutmamıştı. Alelacele
yemekler yendi, Mecit Bey bir köşede kolileri diziyormuş gibi video kamerayı
kurdu, mikrofonu şöyle bir tıktıklayıp ekranından kontrol etti, sonra hep
beraber göz ucuyla kapıdan Vedat’ın girişini beklemeye başladılar.
“Bizim
haylaz, kızla gevezeliğe dalmaz inşallah” diye düşündü Yeliz Hanım. Göz ucuyla
dekoltesinden göğüslerinin çatalı görünüyor mu diye bir kontrol etti. Yok yok,
Büyük Hasan Bey’in kızacağı bir durum yoktu kıyafetinde.
Derken kapıyı
açıp elinde karton kutuyla yavaşça içeri süzüldü Vedat. Yanında komşu mağazanın
güvenlik elemanı Hıdır da vardı. O da duymuş olmalıydı kutlamayı. Kutlama
demek pasta demekti. Hemen bankonun arkasına geçtiler, alaturka tuvaletten
bozma çay ocağının tezgâhında el çabukluğu ile pastayı bir servis tabağına
koyup üzerinde tek mumuyla el birliğiyle hazır ettiler. Ahretlik Hasan Bey’e
güya çaktırmadan.
Ahretlik Hasan’ın aklı yatılı okulda
okuyan kızının okulundaki taciz hadisesiyle meşguldü. Kızının öğretmeni değildi
fail ama gene de içi kıpır kıpır ayetülkürsîleri, muavvizeteynleri peşpeşe
okuyup okuyup Adapazarı tarafına doğru üflüyordu. Bir ara "Acaba doğru
yöne mi üflüyorum, Adapazarı hakikaten üflediğim tarafta mı?" diye
düşünürken, Büyük Hasan Bey’in sesi böldü düşüncelerini.
Hasan Bey, banko arkasında üst üste
konmuş, üzerine hediye paketleri için kullanılan ambalaj kâğıdının örtülü olduğu
renkli kolilerden yapılmış -hâza- kokteyl masasının başında elinde
mikrofon;
- Aziz arkadaşımız Ahretlik Hasan Bey,
seninle bu şubede seneler bir su gibi aktı, biz seni çok sevdik. Acı tatlı çok
günlerimiz oldu, birçok şey paylaştık. Bütün bunları birbirimize söyledik veya
söyleyemedik ama geçmişin hatırası adına lütfen bu plaketi şube çalışanları
adına kabul et!
diyordu.
Neden bilemedi, bir an “Abdestim var
mıydı benim?” diye geçirdi aklından, ayağa kalktı, önünü bir ilikledi, bir
çözdü, herkes gözleri ışıltılar içinde, yüzlerde hüzünlü gülücükler ona
bakıyordu. Ortalık sanki uğulduyor gibiydi, sendeledi, bankoya tutundu, ne
diyeceğini bilemedi. Gözü Büyük Hasan Bey’in elindeki lacivert kadife kutu
içinde parıldayan plakete gitti. Ortada yanan büyük lambanın ışığı, altın
renkli parlak plaketten yansıyarak Büyük Hasan Bey’in elinin hareketlerine
uyumlu bir şekilde flaşör gibi bir çakıp bir sönüyordu. Diğer elini gözüne
siper etti. Yutkundu, masanın başına doğru geldi, zihni boşalmış gibiydi. Bir
daha yutkundu ama aklına bir şey gelmedi söylemek için. Büyük Hasan Bey’in
boştaki eline uzandı, sıktı, kendine doğru çekti, sımsıkı sarıldı. Yeliz Hanım
yetişmese az kaldı yere düşüyordu cânım plaket. Bir müddet sarılmış
kalakaldı Hasan Bey’e, sonra gözleri yaşarmış etrafına bir daha baktı. Kısık
sesle “Teşekkür ederim, Allah razı olsun hepinizden” dedi. “Ben de sizleri çok
seviyorum.” demesine kalmadan şubenin kapısı sertçe açıldı. Vedat pasta
telaşıyla öğle tatili kilitlemeyi unutmuş olmalıydı. Hepsi kapının gürültüsüne
döndüler, arkadan vuran şiddetli ışık sebebiyle önce seçemediler. Girenler iki
kişiydi, yüzlerinde kar maskesi vardı. Birinin elindeki pompalı tüfek midir
nedir anlaşılmasına fırsat kalmadan, diğer adam “Hemen kasayı boşaltın, hemen, hemen,
hemen!” diye bağırıverdi, elindeki naylon torbayı bankoya en yakın olan Mecit
Bey’e uzatıp. Herkes şaşırmış, donmuş kalmıştı. O sırada neler olduğunu
anlayamadılar. Güvenlikçi Hıdır şöyle bir durakladı, ne yapacağını bilemedi,
gayriihtiyari eli beline gider gibi oldu, ama bir anda hepsi diğer adamın
elindeki tüfeğin pompalı tüfek olmadığını kulak yırtan tarrakasından
anlayıverdiler. Ahretetlik Hasan Bey, evvela şiddetli yağmur yağıyormuş
gibi yüzünün ve göğsünün ıslandığını hissetti, birileri parmaklarıyla masaj
yapar gibi göğsünden itekliyordu sanki, gözü havalanan plakete takıldı, aman
yere düşmesin diyerek atıldı, havada yakaladı. Birden hissettiği ağır yağmur
damlaları yakıcı kaynar suya döndü, boğazı, göğsü ve midesi yandı. Yere
düştüğünde vücudu korkunç acılar içinde, nefesi daralmış halde buldu kendini.
Plaketi göğsüne bastırdı, hırıltılarla “eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü
enne muhammeden abdühu ve resulihi.” dedi. Kızı geldi yine aklına, taciz edilmiş
olması ihtimali büsbütün göğsünü kavurdu. Akşama eşi eritme peynir ve
pazı istemişti. Şimdi kim götürecek, keşke marketteki çocuğa söyleseydim diye
geçirdi aklından. “İnna lillah innâ ileyhi râciun” diyecekti ki etraftaki her şey
solarak yavaşça kararıverdi.
Bütün bunlardan sonra aradan galiba bir bayram geçti gitti. Merhum Ahretlik Hasan Bey’in dul karısı mutfakta ocağın altını kısmış, bir sigara yakıp yenice mutfak taburesine oturmuştu ki kapı zilinin çaldığını duydu. Bunalmıştı taziyeye gelenlerden. “Ay gene kim bu?” diye söylendi kendi kendine. Elinde sigara kapıya seğirtmeye hazırlanıyordu ki, “Aman!” dedi “Elimde sigarayla kapı açsam gelen kim bilir neler vadettiğimi(*) düşünür." Bilmez ne sıkıntısı var insanların!” Zorla gülüyormuş gibi pıhkırdı inatla, elindeki yarılanmış sigarayı özensizce mutfak evyesinin içine atıverdi. Zil ısrarla çalmaya devam ediyordu. "Patlama geliyorum" diye avaz avaz bağırası geldi ama konu komşudan çekinip koşturdu. Kapıyı açtı, kapıdaki polisti. Aman hiç eksik olmamışlardı 5 aydır, ifadeler, ifadeler, sorular, sorular. Yok kredi kartı borçları var mıymış? Yok düşmanları var mıymış? Ev kendilerinin miymiş? Külüstür arabalarını ne zaman almışlar? Kocası hep aynı yoldan mı gidermiş? Şubede ne kadar para olduğundan kocası bahseder miymiş? O biliyor muymuş? Bir sürü cevabını bilmediği ahiret sorusu gibi sorular. Kimse ne yersin, ne içersin diye sormaz ki? Allahtan babasından kalan üzüm bağını rahmetlinin sağlığında isteyen müteahhit, taziyeye geldiğinde tekrar alımkâr olmuştu da satıverip sıkıntılarını hafifletmişlerdi. Yoksa 3 kuruş memur maaşı cenazesine bile yetmemişti Ahretlik Hasan Bey’in. Ah ah Melahat’in kocası da eskiden PTT’ciydi ama o ne yapmış ne etmiş kapağı gümrük müdürlüğüne kolcu olarak atmış, açık öğretimden İktisat Fakültesini bitirmiş, şimdiyse müdür olmuştu. Çok söylemişti rahmetliye ama dinleyen kim. Hep pısırıktı, hep korkak, hep çekingen. Düşünüyor düşünüyor görücü geldiklerinde nesini beğendiğini bir türlü hatırlayamıyordu.
-Buyrun!
dedi sertçe memura.
Memur elindeki koliyi uzatarak “Soruşturma
bitti, içinde şehidimizin özel eşyaları var, size teslim edeceğim imza
karşılığı.” dedi.
Sonra elindeki kâğıdı imzalattı. Önce
isim, soyisim, koli muhteviyatını eksiksiz teslim aldım diye yazdı, sonra imza.
Koliyi alıp mutfağa döndü. Sönmüş mü
diye evyedeki sigara izmaritini kontrol etti. Yere koyup bir müddet seyretti
koliyi. Üzeri mühürlü, bantlı meşhur bir markanın bisküvi kolisi. “Kremalıymış
bisküviler”, dedi kendi kendine. Uzanıp tezgâhtan bir meyve bıçağı aldı, ek
yerine denk getirip koli bandını yardı. Ucu çıkan kumaş parçasını çekince bir
ceket geldi eline kırçıllı, siyahlı mavili. Etiketine baktı bir müddet. %73
polyester %27 cotton. "Kim ölçüyor ki bunun oranını?" diye geçirdi
aklından. Ceketteki deliklere, etrafında kurumuş siyah kan lekelerine baktı.
Boğazı kurudu, nefesi daraldı. Ardından bir pantolon, tokası kopmuş bir kemer,
siyah kan lekeli, kurşun delikli çamaşırlar, anahtarlık, içinde 1 adet ATM
kartı, 35 TL banknot para, kızlarıyla beraber kaynıgillerin düğününde çekilmiş
bir fotoğraf bulunan bir cüzdan, bir adet ekranı çatlak cep telefonu, elektrik
makbuzu, 2 lira 65 kuruş bozuk para, bir adet pembe ataş, bir de ucuzundan
naneli sakız. Cüzdanı aldı, masanın üstüne koydu,
bozuk paraların yanına. “Her akşam eve geldiğinde ağzının nane kokması bu
sakızdanmış.” diye düşündü sakızı alırken. Fotoğrafı alıp aspiratörün üstüne
sıkıştırıverdi. ATM kartını evirdi çevirdi, bir işine yaramazdı artık. Onu da
çeketin yırtılmış cebine soktu. Cep telefonunu ayrıca masanın üstüne koydu.
Herkes kocasıyla akıllı telefonlarla vassaplaşırken o bu minik telefonu bir
almış pir almış, yıllarca kullanmıştı. Yenisini, vassaplısını aldıramamıştı bir
türlü. Geri kafalıydı rahmetli. “İsraf!” derdi “israf!” “Bu benim işimi görüyor
hem!” Ataşa bir mana veremedi, hem de pembe? Onu da attı ceketin cebine.
Elektrik makbuzu, aylar öncesinin, o gün yatırmak için almıştı yanına diye
hatırladı. Birden kolinin dibindeki lacivert kutu dikkatini çekti. Eline aldı
kutuyu. Bir köşesi delinmiş, kadifesi parçalanmış, tel tel olmuştu. Kutunun
klipsini açtı, içinde sarı renkli parlak plaketi gördü. Biraz yamulmuştu
plaket, sol üst köşesi çekiçle vurulmuş gibi çökük. Kutunun ve plaketin üstünde
yine meşum siyah kurumuş kan lekeleri. Uzandı tezgâhtan bir bez alıp plaketi
üstünkörü sildi. Yazıya baktı, bir gülümseme belirdi ağzının kenarında. O gülümseme büyüdü,
büyüdü, sonunda sonu gelmeyen kahkahalara dönerek çınladı. Tutamıyordu kendini,
çın çın ötüyordu sesi mutfak duvarında, bir ara öksürükler karıştı
kahkahalarına. Nefesi kesilir gibi oldu, duvara yaslandı kahkahalarla gülmeye
devam ederek. İkinci kattaki mutfak camından aşağıdaki çöp konteynerine ilişti
gözü, camı açtı, inanılmaz tiz ve yüksek perdeden havada yankılanıp patlayan
kahkahalar bütün bir sokağı çınlattı. Pervazına zor tutundu pencerenin.
Apartmanın önünde küçük bir kalabalık oluşuverdi, herkes ona bakıyor, onu
alkışlıyor zannetti. Kutusuna koydu plaketi, çöp konteynerini nişanlayıp, kendi
kahkahalarının arasından kesik kesik bağırdı,
- Alın size, alın, alın işte
plaket!
deyip fırlattı. Lacivert kutu çöp konteynerinin kapağına çarpıp, tam
isabet çöp konteynerindeki yerini buldu.
Sarman bir kedi fırladı çöpten canhıraş miyavlayarak. Boğazının yandığını,
şahdamarlarından sanki dikenli bir tel geçiyormuş gibi canının çekildiğini
hissetti “eşşhedü.. eş.. eşşş ..!” dedi ama gerisini getiremedi, elini attığı
sandalye kaydı, devrildi, pervazdaki eli çözüldü ve bütün ağırlığıyla
dizlerinin üstüne düştü. Son hissettiği şahdamarlarından geçen dikenli bir telin
dizlerinden çekilerek dışarı çıktığıydı…
(*) Devrin bir siyasisi herkezin içinde sigara içen kadınların "davetkar" olduğundan sözetmişti.
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
SSS
Lenger
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder