7 Ocak 2020 Salı

Aziz Günden Ilkokulu - Çorlu



Aziz Günden Ilkokulu - Çorlu

         Tam 40 yıl olmuş mezun olalı Aziz Günden İlkokulu’ndan. 80 - 90 mezunu arkadaslar var mezunların veb sitesinde ve  kendilerini çok eski mezun addediyorlar. Ben ne oluyorum o zaman? 1962 yılının Eylül ayında Aziz Gunden’in birinci sınıfında, Ayten Öğretmen'in sınıfın arka duvarina binbir itina ile yaptığı tarih şeridinde ben nereye düşüyorum. Cilalı taş devrinde mi kaldim. Tarih öncem ne zaman bitti, yeni çağım ne zaman kapandı da yakın çağlara düştüm?  Ne kadar uzun zaman olmuş yarabbi. Kapatmislar okulumu… Kapatmislar… Milli Eğitim Müdürlüğü elkoyuvermiş, kendisine resmi daire çıkartmış okuldan. Şu okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederiz deyip, okulu kapatıp idare için resmi daire, Milli Eğitim Müdürlüğü yapmışlar. Ne güzel olmuş, okulu kapatıp idari bina haline döndürmek. Unutulmuşluklar içinde sislere dumanlara sarıp eğitime kapatıvermişler, bir yandan  da eğitimcilere tahsis ederek. Elbette binbir sebep uydurmuşlardır niye kapatilmasi gerektiğine dair. Ama en büyük sebep benim unutmamdır okulumu. Gene de maarifin yükü epey bir azalmıştır herhalde. Darısı diğer okulların başına mı demeli ne demeli bilmiyorum. Maarif maariflikten *mabaarifliğe doğru epey bir mesafe katetmiştir herhalde.

        Biz o zamanlar tavanlı çeşmenin çaprazındaki iki katlı yarım cumbalı ahşap evde otururduk. Su taşırdım tavanlı çeşmeden eve. O zaman her evde yoktu ki su.  Hep çeşmelerden taşınırdı. Tahtalı Caminin müezzini akşam ezanını okumadan önce Camii Atik mahallesinin yeni yetmeleriyle genç kızları  tavanlı çeşmede su doldurur, sohbet eder şakalaşırdı. Su ağacı diye uzun sopaları vardı uzaktan gelenlerin. Su ağacının her iki ucundan alt ucu çengelli kalın teller sarkar doldurulan iki kova bu çengellere takılıp su ağacı omuza vurulup evlere su taşınırdı. Hep "suacı yı ver, suacıyı getir" derlerdi de anlamazdım trakya lehçesini, nice sonra anlamıştım ki su ağacıdır o.

        Tavanlı çeşmenin hemen sağ karşısında Fıçıcılar , az ilerde  **porta kapılı evlerinde inekleri ve at arabalarıyla Yalabıklar vardı. Yiğit namıyla anılırdı o zamanlar. Kadınıyla erkeğiyle. Fıçıcıların evinin yanında, tam karşımızda uzun boylu aile üyeleri ile muhafazakar arnavutlar, onların yanında bolşevik Hanife Teyzeler otururdu. Niye Bolşevik derlerdi bilmezdim o zamanlar. Şimdi de bilmiyorum. Ne alakası vardı da kamyoncu Orhan Ağabey’in hanımının da ona bolşevik demişlerdi? Komünist felan da bilinmezdi ki? Bulgaristan’dan mı göçmüşlerdi acaba? Öyle olmalı. Yoksa ne işi olur Hanife Teyze’nin Bolşeviklerle. Evimizin sağında zahireciler vardı. Sol tarafında ise Marangoz Ahmet ve kalfası kırmızı kazaklı İsmail. Sonra tekrar zahireciler vardı. Gündüz Dağlar Ağabey’i hatırlıyorum oğlu Gürbüz arkadaşımdı. Onların karşısında yine zahireci Keskinler vardı. Keskinler’in sokağından içeri girince demirci Halil Şeker vardı. Onun oglu Kenan da Aziz Günden den arkadaşımdı. Daha ileride un değirmeni ve onun sahibelerinden bulgar göçmeni Dragoman Ayşe Teyze ve oğlu Aydın Ağabey vardı. Dragomanın da ne olduğunu bilmezdim elbet o yaşlarda. Meğer o da Bulgaristan da çapaya giden kadınların usta başına verilen isimmiş. Yıllar sonra tesadüfen  öğrendim.

        Daha ileriye gidince “kahveler önü”ne çıkılırdı. Tahtalı Cami ile başlardı meydan. Ana cadde geçerdi kahvelerin arasından. Yazın hep ıslak olurdu o meydan toz kalkmasın diye sırayla kahvelerin garsonları yolu ıslatır ve süpürürlerdi. Tahtalı Cami’in anayola bakan cephesine doğru tam karşıda ara sokakta Zafer Gazozları üretilirdi. Zaman zaman ıslak camlarından içeriyi seyrederdim. Baştan aşağıya lastik elbise giymiş bir adam, kafası kaynakçı gözlüğü gibi bir başlıkta tümüyle örtülü, ellerinde yine kalın lastik eldivenlerle, tek tek cam şişelere gazoz doldurur, sonra yine el ile hepsine tek tek yüksek basınçlı karbondioksit gazı basarak teneke kapaklarını sıkardı. Bazen, -işte seyirin en heyecanlı yeri burasıydı- , ayarlanamamış aşırı basınçtan  gazoz şişesi büyük bir gümbürtüyle patlar, başta betmen kılıklı adam olmak üzere, makine, duvarlar, cam ve yerler baştan aşağıya gazoz olurdu. Hem bu sık olan bir şeydi ve yaklaşık 10 dakikada bir bu atölyeden gümleme sesi duyardınız. Zaten benim de ilk dikkatimi çeken bu gümlemeler olmuştu.

        Kahve ve bakkal önlerinden gazoz kapakları toplanırdı. Evlerde ev hanımları bunları el ile tek tek ayırır tekrar kullanıma uygun olanları gazozcuya cüzi bir fiyatla geri satarlardı. Biz çocuklar da gazoz kapağına misket oynar, gazoz kapağı üter gazoz kapağı ütülürdük.

        Geçen senelerde  Tahtalı Caminin karşısında Bakkal Recep Abi’nin dükkanına şöyle bir uğradım. Tanıttım kendimi. Çocukken Zahireci Keskin in oğlu, rahmetli Tahir Ağabey organizasyonunda bakkal dükkanından nasıl çukulata çaldığımızı anlatıp helallik istedim. Helal etti. Ustelik son derece de mütevazi idi. “Olurdu,” dedi “Eskiden çocuklar yapardı öyle şeyler. Bazen görürdük, görmezden gelirdik, bazen görmezdik ama bilirdik. Kimse bunu zarar verici boyutlara getirmedi zaten. Çok uzarsa anne babaya söylerdik, çocuklar süklüm püklüm gelir özürler dilerlerdi, babaları uzaktan bakardı özür diliyor mu hakikaten diyerek, bir daha da olmazdı.” Dedi.

        Bir de yine sokak aralarında dondurma ile beraber el yapımı gazoz satan tepeleri gölgelikli arabalar da vardı. Sifoncu tabir edilirdi. Onlar da dondurmam kaymakdan sonra sifooon diye bağırırlardı. Küçük sürahilerde vişne, limon şurubu olurdu arabasının üstünde. Siz tercih ederdiniz vişne veya limon diyerek. Arabanın altında kocaman bir karbondioksit tüpü bulunurdu. Büyük bir limonata bardağına sürahilerden bir parmak kadar vişne veya limon şurubu koyar üstüne bir vanadan karbondioksit le karışık su doldururdu. karbondioksit basınç altında soğuk olduğundan buz gibi ve aynı şişe gazozlar gibi olurdu. Alın size şahane ve organik vişne veya limon gazozu. Önce dondurmalar roma dondurması makineleriyle sonra da gazozlar "doğala özdeş meyve aroması" yla bozuldu...

        Bazen öğretmenler ilkokullardan talebeleri sıra halinde gezdirirlerdi mahalle aralarında da imrenirdim okula başlamadığım zamanlarda. Annemin kucağına koşardım ben ne zaman başlıyacağım okula diye. Rahmetli anacığım da seneye inşallah oğlum, bir dahaki seneye derdi de o bir daha ki sene bir türlü gelmek bilmezdi. Derken o geçmek bilmeyen günler geçti, okul günü geldi. Çanta alındı, önlük dikildi, yakalıklara A.G. başharfleri işlendi ve yakalıklar kolalandı. Kola vardı o zamanlar. Gömlek yaka ve kolları, ilkokul yakalıkları kolalanırdı. Çarşaflar pırıl pırıl olsun diye ‘öküzbaş” çivitle yıkanır, yakalar ve kollar sert ve dik dursun diye kolalanırdı. Sonra gömlek yakaları için balina kemiğinden çubuklar  çıktı. Dik durması için yakanın bir ucundan sokulan. Daha sonra onlar da plastik oldu ama adı hep balina kaldı o koca balıkdan mülhem. Müstehcen şakalara konu oldu. Belki de henüz yaşlanmış değildik ve belki de Doğan Kardeş henüz adult çizgi roman dergisi olmamıştı. Okula, Aziz Günden'e gittik Sevgili Annem le. Ablam da zaten son sınıftaydı. Okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken içim içime sığmıyordu. Murtaza Bey’e  ‘Amca ne zaman zil çalacak?’ demiştim de bana gülerek çenemi okşayıp artık amca yok bana öğretmenim diyeceksin demişti. İlk gaf, ilk mahcubiyet...

     Okul müdürümüz Ahmet Çetin bey di. Aynı gün öğretmenler merdiveninin trabzanından kaymış, önüne düşüvermiştim. Hafif bir şaplakla atlatmıştım o günü ama daha sonraki kaymalarda şiddeti hep yükselmişti şaplakların. Kimin umurundaydı ki? Sen yaramazlık yapardın, büyükler pataklardı. Öyle şimdiki apartman çocukları gibi psikolojimiz felan da sarsılmazdı. Vakayı adiyedendi sevmekle azarlamak arası şaplak yemek, eti senin kemiği benim diye teslim edilirdi çocuklar okula. Çocuk dediğin yaramaz olur, büyük dediğin basardı şaplağı şefkatle. Acımadı ki, acımadı ki derdik, ama hakikaten acıtmazdı.

       Dersler başlayıverdi. İlk öğretmenim Ayten Hanım’dı. Sapsarı saçları vardı. Pembe beyaz, ince hatlı bir yüzü ve yemyeşil gözleri. Filiz Akın dan daha güzel dediğimi hatırlıyorum anneme. Ben, ben aşık oldum Sevgili Öğretmenime. Ruyalarımda, düşüncelerimde hep o vardı. Tenefüslerde duramaz, saklambacın en heyecanlı , koşmacanın, ebelemenin en terli ve en soluk soluğa yerinde aklıma düşer, öğretmenler odasına koşar bücür boyuma bakmadan bacaklarına sarılır, huzur bulurdum. Sanki gitmezsem, arada bir kontrol etmezsem kayboluverecekmiş gibi gelirdi. Diğer öğretmenlere ‘geldi gene benim ki.’ Derdi de, sebebini anlayamadığım kahkahalar çınlardı odada ve kulaklarımda. Gözüne girmek uğruna ilk kopyamı da onun dersinde  çektim. Elimde fiş tahtaya çıkıp çaktırmadan bakıp yazmaya  çalışmıştım. Ama sonunda aferin, saçların okşanması, bazen de kucaklanma vardı. Ne yapayım, herşeyi göze almıştım O'nun için(!). Maalesef yakalandım, kulağım da çekildi üstelik. Kendimi affettirebilmek için yapmadığım şaklabanlık kalmamıştı. Sonunda affedildim. Kurdeleler takıldı, Okuma bayramı, müsamereler yapıldı. Hepsi Pekiyi ile sınıfımı geçtim. Birinci sınıf bitti. Ayten Öğretmen'im eşi subay olduğu için başka bir şehre tayin oldular. Sene sonunda müsamerede vedalaşırken hıçkırıklara boğulup ağladım, ağladım, ağladım. O yaz ayrılık acısıyla başladı, zamanla bu ilk ve büyük aşkım küllendi ama bana okuma yı öğreten Ayten Öğretmeni hiç unutmadım, unutamadım. O yaz okuduğum çizgi romanların haddi var hesabı yoktu. Bolşevik Hanife Teyze’nin eşi çizgi romanlar getirirdi yolculuklarından sonra oğlu Erol a ben de faydalanırdım. En sevdiklerim, Tenten, Teks ve Red Kit di. Doğan Kardeş dergisiyle de tanışmıştım o yaz. İlk okuduğum kitaptı Antuan ve Noktacık Doğan Kardeş yayınlarından. Geçende aman ne sevindim Doğan Kardeş yeniden yayınlanıyor dediklerinde. Topuklarımız kıçımıza vura vura Beyoğlu’na gidip aldık benim oğlanla birinci ve ikinci sayısını. Her yerde de bulunmuyor, dağıtmıyorlar her tarafa. Elimize aldık dergileri bir heyecan. O da ne  “adult” olmuş bizim Doğan Kardeş. Manga anime dergisine dönmüş. Doğan Kardeş bir çocuk dergisi idi. Yani “adult” çizgi roman dergisi çıkartacaksan niye başka bir isimle çıkartmazsın da ille Doğan Kardeş’in içine bunları edersin ki?  Bir insanın sübyancı sayılıp ceza görmesi için başka nasıl davranması gerekir bilmiyorum. Bütün çocuksu hayallerimin ve hayallerimizin içine katran döktüler, derginin her tarafında şiş göbekli cins japonların koynuna birer çıplak hatun değildi sadece çizdikleri, hepsi ayrı ayrı birer hançer oldu kıvrım kıvrım çırılçıplak vücutları ile. Hepsi altüst etti zihnimizi. Oğlan tuhaf tuhaf baktı yüzüme. Dudağının kenarında belli belirsiz hain bir müstehzilik. “Bunları mı okuyordun Baba?” dedi “ilkokulda iken?” “Hayır.” dedim “Oğlum, hayır.” Isviçre dağlarında bir okul gezisinde çığ altında kalıp vefat eden çocuk Doğan Kardeş’in kemiklerini sızlatıyor bunlar. Kazım Taşkent in bir varisi  yok mudur? Bu mudur geçmişe saygı? Yok mudur “Yahu adult bir çizgi Roman çıkartacaktınız, Ne diye Doğan Kardeş’in masum adını kullanıyorsunuz? Sanki YKB adult deseniz daha mı az satardı? Bunun ticari manası nedir? Doğan Kardeş neye niçin kurban edilmiş?” Anlayan varsa beri gelsin.  Her neyse ben YKB yi bu yüzden asla affetmeyeceğim.

         Bir sonraki sene Saime Hanım geldi. Ilk başlarda cok sevemedim. Sanki seversem Ayten Öğretmen’e ihanet edecekmişim gibi gelmişti. Dersler, okul ve zaman. Zaman geçmişin üzerine serin örtüsünü çocukluğumdan istifade ederek çekivermişti bile. Çok çalışırdım, ama çok. Çok da sevdim Saime Hanım'ı.

        Saime Öğretmen, Cumhuriyet Evliyası imiş. O zaman anlamadik tabii. Düşünün bir öğretmen ki soru sorabiliyorsunuz bacak kadar boyunuzla ve o öğretmen eğer cevabı bilmiyorsa, bilmiyorum çocuğum evde ansiklopedilere bir bakıp geleyim de sana cevabını yarın vereyim desin ve de evde öğrenip, gelip sınıfta da anlatsın. O ne kendine güvendir o. Saim’anım, bize türkçe, matematik elbette öğretti. Hayat bilgisi de okuduk. Yurttaşlık Bilgisi de vardı. Aile Bilgisi dersinde, yama yapmayı, dikiş dikmeyi öğrendim. Ütü yapmasını da kömürlü ütülerle bilfiil sınıfta uygulamalı olarak öğrendik. Hatta önce tencereye yağı koyup sonra soğanları pembeleşinceye kadar kızartılacağını, sonra etin daha sonra domates ve salçanın ilave edileceğini, sebzelerin veya bakliyatın daha sonra konup su konmadan şöyle bir çevrileceğini, daha sonra ayrı bir kapta kaynatılan suyun yavaş yavaş yemeğin üstünü bir parmak örtene kadar ilave edileceğini ondan öğrendim. Ondan öğrendik kızlı erkekli ayrımsız bütün bunları. Hatta ve hatta o sınıfta okuyupta din dersinde kürsünün üstüne çıkıp namaz kılmayı uygulamalı öğrenmemiş çocuk yoktur.  Ne irtica vardı, ne de kimse kimseyi irtica ile suçlardı. Devlet vatandaşından vatandaş devletinden korkmazdı.

         Sakindi herşey, çok ama çok sakin. Perşembe akşamları saat 20:30 da radyo tiyatrolarını dinlerdi herkes lambalı radyolarında, uzun dalga üzerinden yayın yapan TRT Istanbul vericisinden...

Doğan Kardeş e bunu yapmıyacaklardı... Yapmamalıydılar... Affetmiyeceğim...

*Mabaarif : Arapça bilmiyorum demek.
** Porta kapı : aynı anlamda olan iki kelimenin bir araya gelmesiyle oluşmuş bu ***"galatı meşhur." çift kanatlı geniş kapı anlamına gelir. Rumeli de at arabalarının giriş çıkışında iki kanat da açılır.
*** Galatı meşhur : Kelime ve gramer olarak yanlış olan fakat dile yerleştiği için kabul görmüş ve doğruymuş gibi kullanılan sözlere denir.



Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

2008 Mayıs Bulgurlu İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder