7 Ocak 2020 Salı

Galatasaray Lisesi’nden bir anı...




Galatasaray Lisesi’nden bir anı...

Seni andım yine kalbimde derin bir sızı var,
Yine canlandı hayalimde bütün hatıralar.
Hasta ruhum geçen eyyamı tehassürle anar,
Yine canlandı hayalimde bütün hatıralar....
Rast Şarkı, - Dramalı Hasan Güler.

Nihayetsiz gibi gelen koridorlarında yalnızlığın ve gurbette olmanın ısınmayan soğuk ürpertisi ile ilk zamanlar ucu görünmeyen uzak bir hedefe doğru çocuk benliğimle bir bowling topu gibi yuvarlandığım Galatasaray dan bir anı yazmak için oturdum bilgisayarın başına... Ne zaman kazanıp girdiğimi ne zaman mezun olup ayrıldığımı anlayamadığım ama ana karnına dönmek ister gibi dönmek istediğim, sürekli bilinç altımda kasırgalar estiren koskocaman, ciddi, ama çok ciddi, bir o kadar kasvetli, ağır, bir o kadar da anaç tavuk gibi güven verici, ve misler gibi arap sabunu kokan mekanı anlatacak bir anı... 10 yıllık upuzun bir maceradan, ömrümün yüzde yirmisini oluşturan bir zaman diliminden koparılmış, hangi birini anlatacağımı şaşırdığım hatıralar silsilesinden bir dişin kovuğuna bile gitmeyecek bir kırıntı, 10 yıllık bu uzun dönemde ancak yontulabildiği kadar değer kazanmış kristal camdan, can biblosundan kopacak minik bir sırça, içine düştüğüm uçsuz bucaksız bir deryadan testimin büyüklüğü oranında doldurabildiğim sudan sıçrayacak bir su zerresi misali bir anı...

Yasak bahçeleri, yasak komşuları, yasak dışarısı, yasak kuralları, genizden konuşan Fransızları, benim gibi daimi leyli meccani bir taşralıya pek bir acayip gelen İstanbul’lu çocukların dışarıdan getirdikleri diş macunu gibi sıkılan tüpte ançuezleri, . –Aman yarabbi! Balığın da ezmesi mi olurmuş yahu? Hem de tüpte? Allah Allah ve sübhanallah!?- zeytin ezmeleri, sabah kahvaltısında tane karabiberli salamları, bakla ezmeleri, basket sahaları, aslında tenis topu olduğunu gördükten ancak aylar sonra öğrendiğim, futbol oynadığımız o üzeri garip kavisli, kücük şeftali tüylü toplar, zil sesinden sonra paldır küldür koşuştuğumuz yemekhaneleri, 20 dakikalık teneffüslerde, tuvaletlerde ciğerlerimizi yakan kara Bafra dumanları ile yaşanmış bir mekandan 3-5 cümle ile anlatılıverecek bir anı. Şimdi pek uzakta kalan bir geçmişin iliklerime kadar işlemiş ve hatta yer yer unutulmuş yaşanmışlığından gelerek dudağıma bir gülümseme, yüreğime bir ferahlık verecek, gönül telimi titretecek ince bir sızı. Bir anı... Komşu kızının, o zamanlar pek meşhur olan anket defterindeki o en masum haliyle “Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?” sorusuna aynı içtenlikle cevap olabilecek bir anı... 



Koridorlar Galatasaray’ın uçsuz bucaksız koridorları... Galatasaray’a ilk geldiğimizde yolumuzu kaybettiğimiz o yüksek tavanlı, arap sabunu kokan koridorlar da kendimizi minnacık gördüğümüzde oldu, azıcık zıplasak tavana değeceğimiz kadar büyüyüp devleştiğimizi de hissettik. Bu koridorlardan en meşhuru bilirsiniz ders çalışılan “hafızlar koridoru” ydu. Gece yarıları ertesi günkü imtihana çalışmak için kalkılıp arşınlanan “hafızlar koridoru” nda zanneder misiniz ki çalışılan yalnızca dersti? Benim gibi çok da çalışkan olmayan bir adam bile sırf hayata meydan okumak adına, işte şu Tevfik Fikret Salonu’nun kapısının dışında uzanan koridorda, elinde ders kitabı, bazı zaman okuduğunu bile anlamadan, koridor boyu voltalar atarak, huşu ile, dua okur gibi elindeki dersi okumaya çalışırdı. Eh derslerimde öyle çok parlak olmadığına göre ne işim vardı benim gece yarıları o koridorda? Bu koridoru, okuduğumu anlamakdan daha çok, yüzyıldan daha fazla bir süre orada geleceği düşünerek endişelenmiş, kah üzülmüş kah sevinmiş ama yaşama sevincine Galatasaray’lı arkadaşları ile beraber sımsıkı sarılmış,  kendini ders kitaplarının mürekkep kokulu sayfalarına emanet ederek  oradan geçmiş Galatasaray’lıların  hissettiklerini hissetmek, o hazzı duymak için arşınlamış olduğumu 50 yaşıma yaklaştığım bu günlerde idrak edebiliyorum ancak.

Hatırlar mısınız bu kocaman ama sadece maddi olarak değil manevi olarak  da koskocaman mektebimizde, sıra kapaklarımızın arasına cetvel koyup sıra arkadaşımıza “sakın benim tarafıma geçme!” dediğimiz, dünyamızın da bizler gibi küçücük olduğu ilk günlerden en mahrem sırlarımızı paylaştığımız günlere nasıl eriştiğimizi? Bu mekanın kişiliğimizi yıllar boyu  çekip çevirerek bir dantel gibi işleyip derinleştirdiğini? 20 dakikalık tenefüslerde, ama sınıfta, ama bahçede, tek kale, çift kale tenis toplarının arkasında terden saçlarımız sırılsıklam, gönüllerimiz hazdan parıltılar içinde koşuşturduğumuzu? Ayaklarımız popolarımıza vura vura öğlen yemeği zili çaldığında koşturarak yemekhaneleri dolduruşumuzu? Hangimiz unutabiliyor, hangimizin yüreği bunları hatırlayınca titremiyor ki? 

‘’Puij akroşe ma vest?’’

Galatasaray’dan bir anı deyince benim ilk aklima gelen şey yetiştirici de ilk derste duyduğum bu ilk Fransızca cümledir. Biz, dilini bilmediği bir ülkeye esir düşmüş insanlar gibi, kapılar açılıp serbest bırakılsak dahi nereye gideceğimizi bilemediğimiz, duvarlarından atlayarak kaçıp, geldiğimiz yerlere dönmeye kalkışsak bile reddedilip kulağımızdan tutulduğumuz gibi kapısında bekçisi olan sınırları belli o mekana tekrar gerisin geriye getirilen, bir şeyleri kazanmış ama neyi kazandığının tam da şuurunda olmayan daimi, leyli meccani, gurbetçi çocuklardık. Gündüzleri dersler, teneffüs, yemekhane, bahçe, oyun, ders, etüt, itiş kakış ile geçerdi. Akşamları yat zili çaldıktan sonra bütün itiş kakışlar biter günün yorgunluğu çökerdi yatakhanelere. Bazı yerleri kalın koyu renkli bazı yerleri ise ince yalapşap maviye boyanmış alacalı ampulden gece lambası yanar, lambadan süzülen o mavi ışık ulaştığı her şeyi yutardı. Dışarıdan sadece saatini kuran gece bekçisinin ayak sesleri ve tıkırtıları duyulurdu. Daha sonra yatakhanede bir iki burun çekiş, hırsla yatakta dönenlerin somya gıcırtıları, bilahere tek tük hıçkırıklar duyulur, sıla özlemi bütün o afacan çocukları kahhar aleviyle sarardı. Yükselen hıçkırıklar battaniyenin altında saklanmaya çalısılır, anne-baba ve aile özlemiyle tutuşan minik yüreklerin ıslatıp şişirdiği minik burunlar soğuk yastıklara gömülürdü. Ondan sonra Allah ne verdiyse, daha fazla dayanamaz, kısık sesle hüngür tıngır ağlardık. İlkokuldan gelmiş olan Toygar’ın ilk derste söylediği bu Fransızca cümleye, “puij akroşe ma vest”, işte bir oyun gibi, iltica etmek zorunda bırakıldığımız bu masal ülkesindeki garipliğimizi, bu tuhaf öksüzlüğümüzü unutmak için, kutsal kitaptan yüreklere sükun veren bir duaymış gibi sarıldık. İlk hafta her derse girişte, GS armalı ceketler üstümüzde, ders zili çaldığında ise askılardaydı. ‘’Puij akroşe ma vest? ‘’ Ruhumuzu çıkarıp asar gibi her bir derste defalarca astık askılara ceketlerimizi, her ders başında tekrarbetekrar giydiğimizde astığımız andan daha farklı olduklarının farkına bile varmadan. Yazısız resimli bir kitapta her bir resme bir isim koyduk anlamadığımız bir dilde: Valâ Mösyö Tibo, diye başladi, se ma mer diye devam etti... Ediş o ediş tam 10 sene sürdü...

O sene hep hamidiye suyu içtik en alt kattaki bahçeye çıkan koridordaki çeşmeden. Hele ki şimdi evimdeki taşdelen suyunun ruhsuz plastik damacanalarına bakarken kana kana su içtiğim o hamidiye musluğu geliyor aklıma da boğazım kuruyor, içim burkuluyor. Gidip tekrar içecek olsak o musluk yok artık orada. Onun da kıymetini anlayamadık o zaman, her bir damlası bizi kiymetlendirirken. Muzaffer Hanım vardı, bana çatal sol elde bıçak sağ elde dersi veren,bir de onun oğlu vardı Demir. Bir sandalı vardı, olta ile kofana avına çıkardı boğazda. Baş parmağındaki tahtadan parmaklığı sorduğumda, o olmazsa kofana parmağımı bir ısırışta koparır demişti de, ben de canavar balıklar hayal etmiştim Ortaköy’ün boğazında. Deniz anasını ilk orada gördüm, zarganayı da, vurunca can yakan iskorpiti de. Yemeklerde takoz palamut çıktığı zamanlardı. Kar altında karla çıplak vücudunu oğuşturup denize giren Enver Hoca yı da bir sirk cambazı izler gibi izledim. Onun da bir oğlu vardı müzisyen, obua çalardı. İsmi hatırımda değil ama.

Ben, taşralı Haldun bıkmadan usanmadan hep denizi seyrettim Ortaköy’de. Ciyak ciyak bağıran martılar, şehir hatlarının vakur vapurları ve gece denizi tarayan ışıldakları, sandalda ayva satanlar, Rusya dan gelip Akdenize inen savaş gemileri ve üzerlerindeki acayip techizat, 72 millete ait yabancı şilepler, tankerler, gemilerin üzerindeki vinçler, bacalarındaki kırmızı orak çekiçler, ...zinsky ....pinska, ...tarova diye biten, kiril alfabesiyle de yazılmış bordalardaki, kaptan köşklerindeki gemi isimleri, sis çanları, deniz fenerleri, kömür taşıyan mavnalar, karşı sahilin silueti, katrana bulanmış deniz çöpleri, gri yağmurlukları ve cılız ışıklı lüks lambaları ile küçük sandallarında balık tutan balıkçılar, güneşli günlerde güvertelerinden beyaz giysili insanların el salladığı irili ufaklı yatlar. Burasının deniz değil de Boğaz olduğunu nice sonra öğrendik elbet. Herekeli daimi leyli meccani Ahmet Haluk Dursun Cumartesi, Pazar ‘’Gelsene be, top oynayalim.!’’ derdi ben siz oynayın der gene denizi seyrederdim. Dalga geçerdi Haluk Dursun benimle. E baba ben onun gibi deniz kenarinda büyümemişim ki?

Cumartesi Pazar sınıflar kitlenir bütün daimiler deniz tarafında ki, galiba yetiştirici F ydi, bir sınıfta toplanırdı. Tufan Kutlu vardı Alpullu lu. Ankara lı Levent Sanin vardi (Allah rahmet eylesin.), Hazım Çınar vardı. Levent Erden vardı. İbrahim Cevheri, Zafer Altuncu vardı. Necip Soylu vardı, yine Ankara lı, bir de ‘’let it be.’’ yi çalmaya çalıştığı gitarı. Eskişehirli Süleyman Müftüoğlu vardı kırmızı ekoseli gömleğiyle, eses Mehmet vardı. Eskişehirspor un 3 büyüklerle çekiştiği senelerdi. Mehmet Göçmen vardi. İbrahim Yolukar vardı Bursa lılardan. Zafer İzgi vardı Adana lı. Kurşat Türkdoğan vardı Erzurumlu.

Match box arabaları olan arkadaşlarım vardı, kıskançlıkla izlediğim. Balza ağacından yapılan model uçaklar, tekneler; minik elektrik motorları, pervane döndüren kauçuk lastikler, maket bıçakları, tutkallar, yapışkanlar vardı. Timur la Şara uğraşırlardı yanlış hatırlamıyorsam. -Bır de kıçına motor takarak boğazı geçeceğini iddia eden bir arkadaşımız daha vardı. Kimdi Allahım o deli? Hay Allah, her şeyi de hatırlayamıyor ki insan.- Günlerce uğraşıp didinip yaptıkları balza ağacından ve pelur kağıttan geniş kanatlı maket uçakların kauçuk lastiğe bağlı pervanelerinin kurulduktan sonra havaya fırlatıldıktan sonra,  havada 1-2 dakıka kalışını hayranlıkla izlerdim Ama her bir uçuştan sonra kırılan kanatların tekrar 1-2 dakikalik bir uçuş için saatlerce tamir edilmesine de doğrusu hiç aklım ermezdi. Haaa pardon bir de beni hasta eden renkli elişi kağıdından tutkal sürdüğümüz resim kağıtlarına kalem ucu ile minik minik tıkkıdı tıkkıdı koparılarak yaptığımız mozaik resimler vardı. Yahu neydi o mozaik resim merakı o senelerde resim hocalarında?


Masa futbolu.

Masa üstü para maçları pek revaçtaydı. Madeni liralardan oyuncu madeni kuruşlardan top yapar, masanın her iki tarafına bir karış genişliğinde kale çizerdik. Her bir tarafın topa uç sefer arka arkaya vurma hakkı vardı. Topa değil de ceza sahası içinde özellikle doğrudan adama vurursan penaltı olurdu. Karşı taraf penaltı atacağı zamansa, oyuncu paramızı ceza sahasının içinde ortalar kaleci niyetine yerleştirir, işaret parmaklarımızla yandirekleri yapar, baş parmaklarımızı birleştirerek de üst direği çekip şut çekilsin diye beklerdik. Kaleci bir daha yer değiştiremezdi şut atılana kadar. Şut çeken sol elinin orta parmağını oyuncu paranın üstüne yerleştirip yukarı doğru kırar, avucunu masaya yapıştırır, dikkatlice kaleyi nişanlar ve yumruk yaptığı sağ eliyle, yukarı dikilmiş sol elinin orta parmağının eklemine kuvvetlice vurur, şutunu çekerdi ve çoğu zaman top kaleciyle beraber kaleye girer gol olurdu. Taraftarlar olur, hakem olur hatta zaman zaman kavga bile çıkardı. Metal öğretmen kürsüleri ideal futbol sahalarıydılar. Kenarları aluminyum şeritli olduğundan oyuncular ve top sık sık yere düsmez, yüzey ince plastik kaplı olduğundan da şutlar hızlı ve isabetli olurdu. Rakibin arkasında kalan topu almak için oyuncu para sol elin işaret parmağı ile dik tutulur ve bir fiske ile rakibin etrafından döndürülerek topa ulaşılırdı. Bir nevi falso yani. Yandaki aluminyum şeritlerden duvar pası yapılır, oyuncu para topun uzerine bindirilip rövaşata bile atılırdı. Bilgisayar oyunu yoktu ki o zaman, sanal insanları öldürdükce kazanacağımız daha ağır ve gelişmiş silahlarla ekranda da olsa daha fazla insan öldürelim. (!)

Sinema.

Bir de Excalibur diye bir film vardı o dönem! Taşa saplanan kılıç. Uzun metrajlı çizgi film. Bilmem hatırlar mısınız bir hafta sonu müdür muavinlerinden Fuat Bey’di galiba, bizi toplayıp Atlas Sinemasina götürmüştü. -Aaah bire sizi ihtiyar kurtlar, televizyon mu vardı o zamanlar? Biz hakikaten ihtiyarladık mı bu kadar?- Doluştuk bir belediye otobüsüne doğru Beyoğlu. İlk defa o zaman çıktım Beyoğlu’na ben. Serin, puslu hafif yağmurlu ama tertemiz bir İstanbul günüydü, günlerden de Pazar dı. Frigoyla da ilk o zaman tanışmıştım. Üstüm başım çukulata olmuştu hem seyredip hem de çabuk bitmesin diye ucundan azıcık azıcık yalayacağım derken. Kocaman bir sinema salonunda, deri koltuklarda, hovarda şehzade edasıyla izlemiştik taşa saplanan kılıcı. Şimdiki gibi ufacik değildi salonlar. Dönüşte arkadaşlardan biri midesini mi bozmuştu ne, otobüste ağır ekşi bir kokuyla dönmüştük okula. O haftayı filmin her sahnesini tartışarak geçirdik, niharilere, evci çıkanlara havamızı atarak.


İkmal imtihanı.

O sene, isari yılı, yani yetiştirici gelip geçiverdi. İkmale de kaldım leyli meccani başka bir arkadaşım ile. Yaz tatilim Çorlu da özel Fransızca dersleri ile geçti. Eylül de o arkadaş da memleketinden geldi ben de Çorlu dan ikmal imtihanına. Annelerimizin elinde okunmuş pirinç taneleri, tütsülenmiş şekerler, okunmuş sularla. Pirinç tanelerini dualarla yuttuk, okunmuş suları içtik girdik imtihana. Kalem elde, Fransızca "le participe passé conjugué avec l'auxilliaire avoir s'accorde avec le complement d'objet direct placé avant le verbe. s'il n'ya pas de complement d'objet ... “ tekerlemeleri dilde, yüreklerimiz ağzımızda, kanter içinde, yazılıda, mülakatta fransızın lisanıyla boğuştuk can siperane... İmtihan sonuçları asıldı, o arkadaşımla beraber baktık listelere, ben geçtim, maalesef diğer leyli meccani arkadaşım düstü... Tutmak, sarılmak istedim teselli etmek için, kollarım kalkmadı, oylesine bakıştık, kafamızda uğultular, içimizde farklı farklı kabaran sevinç ve öfke ile ... Kapıda kuru bir veda ile ayrıldık birbirimize ne diyeceğimizi bilemeden, apayrı şeylerin hayaline dalarak... Bir daha da hiç görmedim kendisini.

Sultaniye girisimizin 40 ıncı yılına doğru ben buradayım, siz de buradasınız şükür. Bazılarımız da aramızdan ayrılıp ebediyete intikal etti. Allah hepsine gani gani rahmet eylesin. Amma velakin beraber ikmal imtihanina girdiğimiz, listelere heyecanla beraberce baktığımız, o sınıfta kalan o leyli meccani arkadaşım ve ayrıldığımız o gün hiç çıkmadı aklımdan.

Peki hic düşündünüz mü onun yerinde biz olsaydık aklımızdan neler gecerdi şimdi? Cok mu üzülürdük ki acaba? Bilemiyorum, sadece beni Galatasaraylı yapan bir kac kelime geçiyor aklımdan. Sizinkini siz neye bağlarsiniz bilemem ama benimki kader, alınyazısı, nasip... Ve bizi o arkadaştan ve bütün dünyadan ayiran şey, aynı duyguları, aynı mekanı ve aynı şeyleri uzun yıllar paylaşmış olmanın teessüs ettirdiği şu an sahip olduğumuz benzersiz dostluk ve dayanışmadır. Gerisi ise işte bildiğiniz gibi acı tatlı okul anıları...

Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
 SSS
Lenger
Nisan 2005 İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder