7 Ocak 2020 Salı

Ben de gördüm Cebrail'i, sabah işe giderken.




Ben de gördüm Cebrail'i, sabah işe giderken.

           Sabah ezanı okunduğunda saat 07:18 di. 20 geçe zaten telefonun alarmı zırlamaya başladı. Yavaşça kalktım. Bel ağrım belimde, karpal tünelim elimde, her zamanki şiddetleriyle beni selamladılar çok şükür. Biliyorum ki eskiyorum, ama erken ama geç bu işin varacağı yer belli ve kesin; 1,5 m2  lik  ıslak veya kuru ama karanlık, derin bir çukur. Bir insan boyu var derinliği ve vakti merhun erişince  o çukur mekana indiriverecekler nazik bedenimi. Çevirecekler yüzümü kıbleye doğru, çözecekler kefeni kemerleyen kefen uçkurlarını, kafamın altına topraktan bir yastık da yaparlar, -yapsınlar elbet boyun fıtığım var benim(!)-  bir de  üstüme çaprazlama tahtalar koyacaklar.  Bir boşluk, 2 nefeslik bir hava kalacak bedenimle tahtalar arasında ferah ferah (!). Bir rahatlık duyar herhalde bundan cenaze cemaati. Öyle 3-5 ton toprağı direkt göğsünüze çala kürek bindirmezler hemen. Mevtaya, yani bana, o zaman ne faydası var anlamadım ama işte yaşayanların kaygısı mı diyelim, saygısı mı diyelim bilemedim? Kime peki bu kaygılı saygı? Tabii ki hayata. Geride kalanların psikolojisi önemli elbet. Bir de denir ki çabuk toprak olmanız için lazım olan oksijen  işte o ferah aradadır. Benim gibi klostrofobsanız, -ah işte(?)-, bakmayın efendim cenaze defnedilirken mezarın içine içine. Okuyun fatihanızı dönün evinize, sıcak yuvanıza. Zamanı gelince zaten olacak olan olacak. Gireceksiniz oraya. Eğer mezar nasip olursa, sizin ardınızdan da klostrofoblar bakamayacak defin işleminize, sizin de üzerinize koyacaklar o  tahtalardan, toprak atılacak sonra, bir iki testi su (Zinhar naylon bidon olmaz, öyle işgüzarlık edip uzun sulama hortumu falan da getirmeyin lütfen. İllâ toprak testi olacak. Niyeyse?) dökecekler üstünüze. Neden? Geride kalanların yüreğine su serpilsin diye. Mevtaya var mıdır bir faydası, var mı bilen? Kışsa bir de, buz gibi soğuk su çamurla karışık tahtaların arasından bembeyaz kefeni çamur eder mi sana? Vasiyet etmeli dökmesinler su falan, ben tertemiz beyaz kefen içinde uzanayım öyle. Yukarıdan suyu dökene hava hoş. Zaten günahımız çoksa 2 testi su ne desin o yangına. Tankerle döksen faydasız. Bari kefen çamur olmasın. Münker ile Nekir geldiğinde belki iyi halden bir indirim, bir kolaylık olur mu ki? Bir de kefeni kokulu yumuşatıcı ile mi yıkatmalı önceden? Karar veremedim şimdi. Sadakayı çoğaltmalı, bir de sitedeki kedilere, sokak köpeklerine  mama alıp dağıtmalı bu kış kıyamette. Geçen deniz kenarında susuzlukdan deniz suyu içen bir köpekcik gördü idim. Oraya da tatlı su mu koymalı? 

         Evet nerde kalmıştık? Ha pardon! O üstünüze konan çapraz tahtalar var ya, işte onlar da ağacın cinsine göre 6 ilâ 18 ay arasında çöküyormuş.  O ilk kabire konduğunuzda doğrudan üzerinize değil de tahta bariyerin üstüne atılan 3-5 tonluk toprak yığını olanca ağırlığıyla çöker mi doğrudan çürümekte olan cesedinizin üstüne, pof diye? Kimse yokken etrafta, kimseler duymadan, gözlerden ırak, gönüllere eza etmeden. Hisseder miyim? Sanmam. Ya muazzebsiniz günahlarınızdan dolayı ya da cennet köşelerinden bir köşedesiniz yeteri kadar sevabınız var ise. Var mı sevabım? Ay vardır inşallah. Günahlarımın cümlesine binlerce tövbeler olsun şimdiden. Toprak çökmüş farkında bile olmam herhalde. Geride kalanlar ne düşünür mezar çökünce ?  Eh ne düşünecekler, artık vakit tamamdır işte. Mezar çöktüyse mezarın yaptırılma vakti gelmiş demektir. Bir telaş mermercilere koşulur. Hangi mezar nasıl olursa kaç para, pazarlık ederler. Bir de geride kalanlar arasında masrafı kim karşılayacak tartışması çıkar mı aceb? O yüzden bence vasiyet etmem lazım. O çapraz tahtalar en incesinden kavak ağacından olsun. Bir an evvel çöksün ki geride kalanların yüreği zaman uzayınca tam soğumamış, katılaşmamış olsun da böyle tartışmalara girmesinler ardımdan.

           Bir de mezar taşıma ne yazılacak onun telaşına düşülür sanırım. Hüvel baki, el fatiha, “Dünyaya geldim pazara, bir kefen aldım döndüm mezara” ?  D.T.; Ö.T., vesaire... Belki önceden yazılmış ama alıcısı vazgeçmiş hazır bir mezartaşı denk gelir ucuzundan. Çok para verirlerse kuma taşa kızar mıyım yattığım yerden? Ziyarete geldiklerinde hortlayıp korkutuvermek ister miyim? Kimbilir?  Mevla bilir de mevta bilir mi mezar taşına yazılanı acaba? Bilsem bile o dünyayı gördükten sonra çok da umurumda olur mu? Demek ki geride kalanlar içindir yazı. İbret alınsın diye. “Hastayım dedim inanmadınız, sonunda ne oldu?” misali kapak yazılar geliyor aklıma ama okuyanların şaşkın ifadesi ne kadar ilgilendirir ki toprağın 2 kat altına uzanmış mevtayı? Kendi derdimle ağır derecede meşgul hep bir pişmanlık içinde. Keşke onu yapmasaydım da keşke bunu daha çok yapsaydımların pişmanlığı. Ama ne çare. Tanınan sürenin çoktan sonuna gelinmiştir artık. Madem toprağın altındakine bir etkisi yok mezar taşı yazısının, belki de sadece kocaman bir ünlem işareti koymalı. Ziyarete gelen meşrebine göre kafasından yazsın ardına gelecek kelimeyi. Yaşasın! Tüh be! Eyvah!  "El fatiha" diye hatırlatma da gerekmez. Oraya kadar gelip bir fatiha okumayı hatırlamayan okumasın zaten. Ya da soru işareti mi olsun sadece?  Aklındakini eklesin ziyarete gelen ardına. Ne zaman yolculuk? Senden ne haber?  Var mı bir hazırlık? Belki? İlâ ahir. 

           Her neyse ben ne anlatacaktım konu nerelere geldi. Karpal tünelim de açıldı bu arada. Parmaklarım havluyu tutabiliyor en azından.  Bel ağrım da bir tuhaf. Yatınca ağrıyor da ayağa kalkınca geçiyor. Karpal tünelim gibi. Abdest namaz giyinme derken Ataşehir deki işyerime doğru yola çıkıyorum.  Hava nakısa doğru gidecek ama bir türlü cesaret edemiyor, bir yerlerden bir talimat, yoksa bir haber mi bekliyor, hiç belli değil. Yolda bir 6 derece oluyor bir 2 derecelere düşüyor. Ön cama vuran yağış kar formunda çiçek çiçek, iri iri yağmur damlası. Zorluyor, kara çevirecek sanki.
Yola çıkınca USB den açıyorum yasin-i şerifi, Davut Kaya Hoca'm ile beraber  sesli sesli okuyarak ezberlemeye çalışıyorum. Dördüncü sayfa da bazı yerlerde eksiklerim var. Şaşırıyorum zaman zaman kendi başıma okumaya kalktığımda. Okurken hep daru fenayı terk edenler geliyor aklıma. Mezarım nerde olur ki acaba diye aklımdan geçiriyorum. Allah gecinden ve sıralı ölümler versin herkese. Bu arada bir yandan Davut Hoca’mın kıraatına yetişmeye çalışıyorum, bir yandan trafiğe yola bakıyorum. Karla karışık yağmur arabanın tepesinde minik beyaz hortumlar şeklinde dönüp duruyor. Yoldaki ışıklandırmaların altına gelince daha bir belirgin oluyorlar. Bir tuhaflık var havada ama, ne tuhaf değil ki şu dünyada? Hiç böyle minik hortumlar görmemiştim şimdiye kadar. Beni şehir trafiğine kadar takip ediyor beyaz buğulu hortumcuklar, sonra kayboluveriyorlar. Yasini şerifin de sonu geliyor:

         Esteeuzübillah “ Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah'ın şanı yücedir! Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.. Sadakallahülaziym…”  

         Belli kar şiddetle gelecek…

         Neyse sağ salim varıyorum şirkete. Arabayı park edeceğim, yer bakınıyorum garajda. En alt kata inesim yok. Yer bakarken tanımadığım esmer yüzlü kısa boylu sert bakışlı bir hizmetli görüyorum, yerleri süpürüyor. Garajda tuhaf bir rüzgar uğultusu var. Bir yerlerden cereyan yapıyor. Yerlerde kuru yapraklar ve kağıt parçaları uçuşuyor. İniyorum arabadan, anahtar, telefon, bilgisayarım, sefertaslarım ellerimde. Sıcak arabadan inesiye soğuk esintiden içim ürperiyor. Karnım da aç.

          Yerleri süpüren arkadaş, o kadar da kısa değilmiş meğer. Benden uzun en azından, hatta tepemden bakacak neredeyse. Garajın loşluğunda bayağı bir esmer görünüyor, hatta zenci mi diye şüpheleniyorum. Süpürdüğü yere bakıyor ama o karanlık içinde gözlerinin akının parladığını görebiliyorum.

-        -  Selamun Aleyküm! Kolay gelsin! Haydar Amca yok mu? Diyorum.

Cevaben :

-          - O ayrıldı, yerine ben işe girdim. Diyor.

-          - Hayırlı uğurlu olsun, kolay gelsin. Benim ismim Haldun, senin adın nedir?

Garajın loşluğunda kalın çatık kaşların üstünü sert çizgilerle çizdiği akları parlayan, derinlere kaçmış, simsiyah görünen gözlerini, süpürdüğü yerden kaldırıp, yüzüme dikiyor. Tansiyon ilacımı içtim mi, içmedim mi hatırlamaya çalışıyorum. Sanki gözlerim mi kararıyor, garajda elektrikler mi kesik, hafif bir başdönmesi yokluyor.

-         -  Cebrail! Diyor.

Ben şaşırıyorum, şuurumda bir gelgit bir dalgalanma, çantayı mı tutayım sefertaslarını mı telaşındayım, tam duyamıyorum, tekrar soruyorum:

-          -  Efendim?

-          -  Cebrail!  Diyor tekrar tok ve davudi bir sesle.

-          - Cebrail benim adım!

Çantam düşüyor elimden, sefer tasları da tam yanına, ben duvara yaslanıyorum gayri ihtiyari.

Cebrail bana bakıyor ben Cebrail’e …

7 Ocak 2020 B.Ataşehir İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder