Gürcistan….
Çeçenlerden
canını,
Azerilerden
malını,
Türklerden
de karını kolla!
21. yy. Rus
anonim halk sözü.
Fuhuş
konusunda Türkler dünyaca meşhurdurlar. Bununla ilgili olmuş önemli anekdotları
anlatayım.
Bizim Ahmet
Haluk Dursun eski Osmanlı coğrafyası üzerine araştırma yapıyor. Bir keresinde
de Makedonya da Bektaşi tekkelerini ziyaret etmiş bilgi alacak. Bektaşi
tarikatında Dedebaba lık diye bir rütbe var. Bu insan hayatı boyunca hiç
evlenmez aynen katolik papazlar gibi kendini tarikata hizmete adar. Ciddi bir
rütbedir. Tekkelerden birinde bir görevli anlatırken şu dedebaba arnavuttu, şu
dedebaba makedondu şu boşnaktı şu pomaktı felan derken bizim arkadaş soruyor : “yahu
diyor hep anlatıyorsun Arnavut, Boşnak, Makedon hiç Türk yok mu bu dedebabalar
arasında?” Deyince adam şöyle müstehzi bir şekilde gülüyor.. Evladım diyor
Türkler yaratılış olarak bekar kalmaya müsait değiller!
Turgut Özal
zamanında Türk Ticaret Heyeti Bangkok’a gidiyor yine heyetten hacı bir arkadaş
işte Bangkok'da cami var mı felan diye otel görevlisine soracak görevli daha
konuşmasına fırsat vermeden sümenin altından bir fotokopi çıkarıp veriyor. Üzerinde masaj salonları adresler telefon numaraları. Daha derdimi söylemeden
bu nedir kardeşim diye sorunca görevli "Beyefendi diyor gına geldi türklerden herkes
gelip kadın soruyor biz de bıktık idare de bıktı işte böyle bir adres ve
telefon listesi yaptık Türklere veriyoruz . Kusura bakmayın sizi de bunu
soracak zannettim" diyor.
Tiflis te
benim başıma geleni anlatayım. Biraz uzunca ama gözünüze kuvvet artık.
Yıl 1999.
Büyük bir ingiliz şirketi ile bir arbitrasyon davamız var ve ucunda da birbuçuk milyon dolar. Bazı evraklar alınması lazım Gürcistan daki devlet idaresinden. Artık
sonuna gelmişiz, davayı kaybetme ihtimali de var, mecburen gittim Tiflis’e. Türkiye den
çok iyi Gürcüce bilen eski bir TIR şöförü’ nün rehberliğinde, eski model
klimasız manda kasa bir Mercedes arabayla İstanbul dan yola çıktık. Ufak bir
arızayı saymazsak sağ salim Sarp kapıya vardık. Girişte hemen para bozdurduk,
ve bir sürü 1 larilik gürcü parası aldık elimize. Kapıdan girer girmez Abhaz çocuklar
ellerinde mevsim meyvaları dayandılar arabanın penceresine.Bir şeyler
söylüyorlar abhazca ama tabi ben İstanbul dan selpakçılardan şerbetli
olduğumdan oralı olmuyorum. Baktılar olmuyor çocuklardan biri bir euzu besmele
çekerek elham dan başlayıp kunut dualarından çıkıyor... Hay Allah diyorum,
lisan da ortak noktayı bulunca eh biz de mecburen mürüvvetsizlik olmasın diye
meyvalarından satın almak zorunda kalıyoruz.
Girişten
itibaren etraf yemyeşil ve hakikaten sarp kayalıklar la çevrili. Tepelerse
bakımsız çay bahçeleri. Öylece ilerleyip Batum a giriyoruz. Batum eski amerikan
kasabaları gibi. Planlı bir yerleşim ama herşey eski. Batum da bizim Tır
şöförünün bazı arkadaşlarına uğruyoruz ve derken ver elini Tiflis yolları.
Yollarda dikkatimi çeken başıboş dolaşan pislik içindeki domuzlar. Köylerde
çamurlarda debeleniyorlar. Bazıları arabanın önüne fırlayıp sağa sola
kaçışıyor. Yolda gördüğümüz polislerin elinde seyyar tabanca ve fener gibi bir
alet var. Radar. Yer yer hız tahdidi 40 km ye kadar düşüyor 60 km yi aştığı da
pek yok. Ama benim şöför uyanık. Bir radar detektörü edinmiş dıt dıt ı duyunca
hemen süratimizi düşürüyoruz. Ha söylemeyi unuttum yolda polislere elimizdeki 1
larilik desteden 1 er lari dağıtarak ilerliyoruz. Detektöre rağmen maalesef
radara da yakalanıyoruz. Bizim şöför giriyor karakola, dağbaşında bir istasyon.
Uzun pazarlıklardan sonra işi bağlayıp çıkıyor ama çok kızgın. Tiflis e
yaklaştıkça toprak yer yer kelleşmekle beraber başıboş çay tarlaları –bahçe
olmaktan çoktan çıkmışlar çünkü- hep devam ediyor. Yollarda yarım kalmış
köprüler ve tüneller var. Tiflise girmeden terkedilmiş devasa endüstri tesisleri,
koca koca fabrikalar görüyoruz tek tük. Ruslar çekilince işletme sermayesi
olmadığından atıl kalmışlar. Şöförüm diyor ki Gürcüler bunları söküp söküp hurda
niyetine satıyorlarmış. Tiflis e girişte lokanta görevi gören sağlı sollu
barakalar var. Bir tanesine giriyoruz. İçerde kimse yok ama barakanın arkaya
açılan kapısından tombulca bir hanımın yelyepelek elini önlüğüne silerek bize
gürcüce bir şeyler söyleyip koşturduğunu görüyoruz. Bizi karşılıyor, alı al
hoşgeldiniz diyor. Tavuk ısmarlıyoruz, kola su salata vs. Mahcup gülüşlü, tipik
bir ev hanımı. Tavada tavuk kızartıyor, evin kaynanası olduğunu
sandığımız bir hanım da gelip salatamızı yapıyor. Yağlarının kokusu değişik.
Hele güzelim salataya aromatik bir ot doğramışlar ki bizim ağız tadımıza hiç
uygun değil. Gene de çok acıkmışız. Silip süpürüyoruz ne varsa. Ahçımız hanım
bu arada 2 çocuğu olduğunu, onların okulda olduğunu, eşinin Tiflis de
taksicilik yaptığını anlatıyor. Biltercüme ben de dinliyorum. Dinlenip
Tiflis e doğru yola koyuluyoruz. Gideceğimiz yer Astoria Oteli. Tiflis in göbeğinde
bir yer. Ama tüm otel çatışmalardan kaçıp gelen Abhaz larca işgal edilmiş. Bir
katını işletebiliyorlar ancak. İşte Otelin genel giderleri çıksın diye. Girişte
işsiz abhazlar genç ihtiyar oturuyorlar. Lüks otelin pencerelerinde kurutmak
için asılmış çamaşırlar. Zor şey savaş muhaciri olmak. Ama hepsi de terbiyeli
insanlar. Rahatsız edici hiçbir tavırları yok. Yukarı çıkıyoruz. Bizim şöför
bir oda tutuyor, iki yataklı. 50 dolar geceliği odanın. Banyosu, tuvaleti
içinde. Eh, diyorum bu da böyle olsun bakalım. Horlamazsın değil mi diyorum
bizim şöföre, yok diyor sen kendine bak. Resepsiyona, -ne kadar resepsiyon denirse
artık, koridorun sonunda çamaşır odalarından birini idare odası yapmışlar,
kapısına da reception yazmışlar olmuş sana resepsiyon- su istediğimi
söylüyorum, adam musluktan iç diyor bozuk bir ingilizce ile. Yok diyorum şişe
suyu. Malum expatriotun diare korkusu. Adam o zaman diyor ki Borcumi var. Tamam
diyorum borcum olsun. Yok diyor dolabı aç al. Maden suyunun adı Borcumi. Haa
diyorum bir şişe borca borcumi açıp içiyorum. Otelin 20. katında felanız.
Tiflis koca şehir göz önünde. Geniş caddeler. Şehri ortadan bölen islah
edilmiş, kenarı duvarlarla çevrili bir nehir. Gürcistanda her şehir kasaba adı “..blisi”,”..isi”,”..fişi”,
“tisi” diye bitiyor. Bizim Adapazarı çevresinde sonu “iye” ile biten köyler
kasabalar gibi. Tbilisi (Tiflis) “bu sıcak” demekmiş Gürcü ce. İşte Gürcü krallarından
biri avlanıyormuş bir kuş vurmuş. O da gitmiş tabii kaplıca sularından birine
düşmüş. Kral kuşu eline alınca bu çok sıcak yahu hesabına “tbilisi” deyince
olmuş memleketin adı Tbilisi. Güzel bir altyapı var Tiflis de ama otelin hali
sefalet. Neyse Tiflisin eşrafından bir iki kişiyle tanışıyoruz. İşimizi
görecekler. Gündüz beraberiz gece de bir Türk restoranı var gece klübü gibi
oraya gidiyoruz . Adamları pohpohluyoruz ağırlıyoruz felan ki işimizi görsünler.
Tabii 1-2 gün içinde samimi olduk adamlarla. Eh iyi insanlar da
fakirliğin gözü kör olsun. Bu arada otelin resepsiyonunda ki yaşlı adamın eski
bir opera sanatçısı olduğunu öğreniyorum. Bas bariton bir sesi var. Bir iki
arya söylesene diyorum ikiletmiyor. O sole mio yu da söyletiyorum. Bir
bildiğimiz o var zaten.
Tiflis deki
heykeller dikkatimi çekiyor. Maalesef iş peşinde koşturmaktan müzelerini
gezemiyorum. Onca fakirliğin içinde heykeller sanki başka bir dünyadan
gelmişler kadar güzel. Ben, belki de bilmiyorum, o derecede hoşuma giden bir
heykel, en azından bir Atatürk heykeli görmedim Türkiye de.
Akşamları
mersedesi otelin önündeki meydana bırakıyoruz Abhaz lardan birine 5 dolar
veriyor benim şöför. Adam sabaha kadar arabayı bekliyor bir şey olmasın diye.
Ertesi gün
Tiflis in kuzeyinde ki gübre fabrikasına gidiyoruz. Fabrika müdürü bir masa
donatıyor ki sormayın. Masada 5 kişiye tam tamına 23 çeşit meze var. Yemeği ve
ikramı seviyorlar. Başka bir akşam da Tiflis dışında bir bağ evine götürdüler.
Gittiğimiz evin sahibinin babasının vefat yıldönümüymüş. Bir masaya oturduk ki
hilafsız 6-7 çeşit et yemeği var sadece. Danasından tavuğuna kadar. Sebzesi
salatası hamur işi hariç. 30 kişi kadar akrabayı taallukat aileleriyle
toplanmış vaziyette. Orada da hemen haremlik selamlık yapıldı. Hanımlar evin
içinde bir masada toplandılar erkekler bahçede. Derken kadehler dolduruldu herkes
sırayla kalkıyor ve bütün hazirun da ayağa kalkıyor bir konuşma yapıyor işte
müteveffa şöyle iyi adamdı böyle yapardı felan diyerek. Yemek sonuna kadar
belki hep beraber 40 sefer ayağa kalktık. Sen de konuşacaksın dediler. Eh ben
de kalktım dedimki ne çok seveni varmış demek ki çok iyi adammış mealinde bir
konuşma yaptım –bizim gürcüce bilen adam nasıl tercüme etti Allah bilir- epey
alkış da topladım doğrusu. Sonunda vefat etmiş adamın sağlığında içki içtiği
şarap çanağı getirildi ve dolduruldu. Herkesin ondan bir yudum alması lazımmış
adete göre o da yerine getirildi.
Gürcüler
lisanlarının bozulduğundan, rusça çok kelime girdiğinden, benim şöförün Türkiye
de kalmış olması sebebiyle Gürcücesinin gürcülerden bile mükemmel olduğundan ve
saf kaldığından bahsettiler. Hakkaten benim şöför konuşmaya başladı mı
kabilenin büyücüsü konuşuyormuş gibi adamlar huşu ile dinliyorlar. Bir de bu
gürcülerde ırk asabiyeti müthiş. Benim şöför balabanzadelerden miş. Adamı otele
ziyarete aynı sülaleden Tiflis üniversitesinden bir profesör bir akrabası
ziyarete dahi geldi. Enteresan bir şey velhasıl. Hayır benim adam müslüman
onlar hristiyan.
Tanıştığımız
adamların içinde biri var basketbol ajanı ABD NBA e gürcü basketbolcu falan
gönderirmiş. Delikanlı bir adam. Tutturdular işte burda çok güzel bir kaplıca
var. Acayip aganigi var. Hep yabancı diplomatlar oraya gidiyor seni de
götüreceğiz. Yahu arkadaşlar evet sefahat düşkünü biri gibi görünsem de ben
15-20 yıldır ilk defa böyle gece klubü felan takılıyorum.. Yok yok ille gideceğiz
diyorlar. Kafaları dumanlı, ulan bu erkeklik ne bela iş gitsen bir türlü,
hayatımda para verip yaptığım bir iş değil, gitmesen bir türlü adamlar tuhaf tuhaf
bakmakta. Ulan bu hem Türk hem de istemiyor yoksa bu herifte bir tuhaflık mı
var gibi şüphelenmiyor da değiller. Neyse erkeklik belası razı olduk ama canım
da sıkılıyor. Gittik içeri dizmişler dilberleri seç al bir defası 50 dolar!
Hepsi de gencecik fıstık gibi kızlar. Dedim ingilizce fransızca bilen kim var.
Birisi ben dedi iyi dedim gel. Haydaa arkamda 3 tane gürcü nerdeyse
sırtımı yumruklayıp gerdeğe sokacaklar bir şamatadır gidiyor. Höst dedim
rahatsız edilmek istemem beri durun.İçeri girdik. Kıza dedim ki bak kızım durum
böyle böyle. Yanlış da anlama ama bu bir prensip meselesi şimdi bişey
olmıyacak. Seninle biraz sohbet edeceğiz. Sonra sen dışarda kilere üff acayipti
diyceksin ben de sana 50 değil 100 dolar verecem okey mi okey! Neyse şöyle
dedim sen beni güzelce köpürterek bir yıka. Bir yandan köpük köpük
keseleniyoruz bir yandan da konuşuyoruz işte. Neyse kızcağız güzel sanatlardan mezunmuş.
Van Gogh severmiş, Lautrec i de beğenirmiş. İşte müzelerinde şu tablolar
varmış 19 yaşındaymış 1 çocuk annesiymiş. Kocası bunu terketmiş, klasik orospu
muhabbetiyle karışık sefil bir sanatsal muhabbet yaptık. Kız ikide bir
“you are good boy I am bad girl.” felan deyip eziklik içinde.. Çıktık dışarı.
Bu sefer adam tutturmaz mı efendim onun takıldığı bir rus yahudisi kız varmış
biz içerdeyken gelmiş ille bununla da ... Yok dedim yeter yahu.. Ben de hal
kalmadı. Yok ille buna da felan deyip çıktı dışarı. Neyse ne yapalım ben
de kızın Kharkov Yahudilerinden olduğunu, ailesinin İsrail e göç ettiğini,
kendisinin Ukrayna da bir Rus u sevdiğini o yüzden gitmediğini. Dedesiyle
beraber Kharkov da kaldığını dedesi vefat edince de Rusya içlerinde dolaşmaya
çıktığını uzun uzun öğrendim. Şimdi bunları niye anlatıyorum. Ordan çıktık adam
dedi ki sizi şimdi bakın nereye götürecem saat gecenin bir vakti. Yok dedim
kardeşim ben yorgunum, ölüyorum gelmem dediysem de ille gideceğiz. Dedim ki
bizim tercümana sinirlenerek yaw beni otele bırakın siz nereye giderseniz
gidin. Yok dedi ille sen gelecekmişsin. Nereye diyorum bunlar söylemiyorlar.
Gecenin 2 si üçü olmuş. Ancak çaldığımız bir kapı açılıp çok güzel ve zevkli
döşenmiş bir ev görünce anlıyorum ki adam bizi ailesiyle tanıştıracakmış. Hane
halkı da o saatte ayakta hayret ediyorum. Neyse hane halkına takdim ediliyoruz.
Meğer benim TIR şöförünü tanırmış zaten ailesi. Tipik akraba muhabbeti gibi bir
şey.Bizim delikanlı gürcünün hanımı Tiflis hastanesinde doktor. Gecenin o
saatinde bize bir izzet ikram üstelik bizi de bekliyorlarmış. Enteresan
yuvarlak bir masa gördüm orada. Bir içki masası. Aynı portakal dilimi gibi ama
postanede mektup yazılan sıralar gibi bölünmüş. Belki de orada iskambil de
oynuyorlar. Hani birbirlerinin ellerini görmesinler diye belki. Ama her bölümde
herkesin önünde 3 tane bardak, viski, votka ve şarap bardağı. Bir o
kadar da içki çeşidi ve şişesi var. Yorgunum ama kafamda zehir gibi çalışıyor.
Düşünüyorum nedir lan bu başıma gelenler derken kafama dank! ediyor. Kıpkırmızı
oluyorum. Çok da utanıyorum doğrusu. Türkler böyle aile meclislerinde oraya
gidince evdeki hanımlara asılır olmuşlar, epey bir olaylar olmuş bu konuda
Tiflis de. Anlatmışlardı da çüşşş demiştim. Anladığım kadarıyla da adam ne olur
ne olmaz deyip önce bizi bir randevuevine götürdü tedbirini aldı, bizde hal kalmadığına
kani olunca da eve götürdü. Güler misin ağlar mısın? Dedim gene Türklerin
şöhretine kurban gittik.
Bir de bir
şey dikkatimi çekti evin liseye giden 15 yaşında bir kızı var. Evli ve bir tane
de çocuğu var. Ona da hayret ettim. Daha sonra arbitrasyon davasını
kazandığımız İngilizler Gürcistan da içki sebebiyle ensestin yaygın
olduğunu, bu yüzden çocukları erkenden evlendirdiklerinden bahsettiler. Ama ben
belli belirsiz gürcü Ortodoks klisesinin bu konuda bir baskısı olduğunu
hisseder gibi oldum. Nüfus artışı onlar için önemli. Zira işte meşhur kaplıcadaki
muhabbetlerden anladığım, hepsi 19-20 yaşında olan kızların çoğunun 2-3 çocuğu
vardı. O fakirlikte bu kadar genç yaşta bu acele niye olsun ki?
Tabi şimdi
Türkler in bir başka yönü de var. Bir gecelik ilişkilere de ok diyorlar da
böyle uzun kaldıkları eski sovyet ülkelerinde bir kadın buluyorlar ona bir ev
tutuluyor her türlü ihtiyacı karşılanıyor. Çok da sadıktırlar bu ülke kadınları
haaa duyduğum kadarıyla. Üstelik adam hayatında erişemeyeceği, tahsilli bir
metrese sahip oluyor. Benim gürcü tercüman eski kamyon şoförüydü, doktor bir
metresi vardı orda. Bir akşam yemeğe katıldı bize, haza hanımefendi çok
kibardı. Üstelik eski moda olmasına rağmen şahane dikilmiş el işi bir elbise vardı
üzerinde ve süper bakımlıydı. İnanamazsınız. Eee otelin geceliği 140-150 dolar
olunca ayda 300 dolara gayet rahat bir ev ve hanım sahibi oluyorlar bizimkiler.
Daha mantıklı üstelik çamaşırı yıkanıyor, yemeği pişiyor ev ortamı üstelik.
Alan razı veren razı. Bu sistem bütün doğu bloku ülkelerinde böyle çalışıyor.
Hatta bu hanımlarla evlenip gelen Türkler de var. Allah için hepsi kibar, kültürlü
ve çok çok güzel kadınlar. Neyse Ahmet Rasim’in eski istanbul da fuhuşu anlatan
fuhşu atik kitabına benzedi. Bir fıkrayla bitireyim.
Nataşa
bıkmış krolardan. Demiş ki, artık kültürsüzlerle yatmayacağım. Bir de test geliştirmiş
kendince. Sağ bacağına Clinton’un sol bacağına da Yeltsin’in resimlerini dövme yaptırmış.
İlk müşteri gelmiş. Bizim Temel. Nataşa sağ bacağındaki resmi göstermiş “Bu
kimdir?” deyince Temel “Uyy tanıyrum dilimin ucunda ama çıkaramadum.” demiş,
Peki demiş Nataşa sol bacağını çevirmiş “Bu kim peki?” Temel yine “Uyy tanıyrum
dilimin ucunda amma çıkaramadum.” deyince Nataşa “Yok!” demiş “Olmaz! Bilemedin.
Seninle yatamam!” Bunun üzerine Temel atılmış “Tamam!” demiş “Onları tanıyamadum
bilemedum yabancıydılar ama ortadaki Karl Marks'a benziyy.!!!”
Seyyahı
fakir,
Lenger el
hakir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder