8 Ocak 2020 Çarşamba

Gürcistan Seyahati.





Gürcistan….


Çeçenlerden canını,
Azerilerden malını,
Türklerden de karını kolla!
21. yy. Rus anonim halk sözü.

Fuhuş konusunda Türkler dünyaca meşhurdurlar. Bununla ilgili olmuş önemli anekdotları anlatayım.
Bizim Ahmet Haluk Dursun eski Osmanlı coğrafyası üzerine araştırma yapıyor. Bir keresinde de Makedonya da Bektaşi tekkelerini ziyaret etmiş bilgi alacak. Bektaşi tarikatında Dedebaba lık diye bir rütbe vardır. Bu insan hayatı boyunca hiç evlenmez aynen katolik papazlar gibi kendini tarikata hizmete adar. Ciddi bir rütbedir. Tekkelerden birinde bir görevli anlatırken şu dedebaba arnavuttu, şu dedebaba makedondu şu boşnaktı şu pomaktı felan derken bizim arkadaş soruyor : “yahu diyor hep anlatıyorsun Arnavut, Boşnak, Makedon hiç türk yok mu bu dedebabalar arasında?” Deyince adam şöyle müstehzi bir şekilde gülüyor.. Evladım diyor Türkler yaratılış olarak bekar kalmaya müsait değiller!

Turgut  Özal zamanında Türk Ticaret Heyeti Singapur’a gidiyor yine heyetten hacı bir arkadaş işte Singapur da cami var mı felan diye otel görevlisine soracak görevli daha konuşmasına fırsat vermeden sümenin altından bir fotokopi çıkarıp veriyor üzerinde masaj salonları adresler telefon numaraları. Daha derdimi söylemeden bu nedir kardeşim diye sorunca görevli Beyefendi diyor gına geldi türklerden herkes gelip kadın soruyor biz de bıktık idare de bıktı işte böyle bir adres ve telefon listesi yaptık Türklere veriyoruz . Kusura bakmayın sizi de bunu soracak zannettim diyor.

Tiflis te benim başıma geleni anlatayım. Biraz uzunca ama gözünüze kuvvet artık.

Yıl 1999. Büyük bir ingiliz şirketi ile bir arbitrasyon davamız var ve ucunda da 1'500’000 dolar. Bazı evraklar alınması lazım Gürcistan daki devlet idaresinden. Artık sonuna gelmişiz kaybetmek üzereyiz davayı mecburen gittim Tiflis’e. Türkiye den çok iyi Gürcüce bilen eski bir TIR şöförü’ nün rehberliğinde,  eski model klimasız manda kasa bir Mercedes arabayla İstanbul dan yola çıktık. Ufak bir arızayı saymazsak sağ salim Sarp kapıya vardık. Girişte hemen para bozdurduk, ve bir sürü 1 larilik gürcü parası aldık elimize. Kapıdan girer girmez Abhaz çocuklar ellerinde mevsim meyvaları dayandılar arabanın penceresine.Bir şeyler söylüyorlar abhazca ama tabi ben İstanbul dan selpakçılardan şerbetli olduğumdan oralı olmuyorum. Baktılar olmuyor çocuklardan biri bir euzu besmele çekerek elham dan başlayıp kunut dualarından çıkıyor... Hay Allah diyorum, lisan da ortak noktayı bulunca eh biz de mecburen mürüvvetsizlik olmasın diye meyvalarından satın almak zorunda kalıyoruz.

Girişten itibaren etraf yemyeşil ve hakikaten sarp kayalıklar la çevrili. Tepelerse bakımsız çay bahçeleri. Öylece ilerleyip Batum a giriyoruz. Batum eski amerikan kasabaları gibi. Planlı bir yerleşim ama herşey eski. Batum da bizim Tır şöförünün bazı arkadaşlarına uğruyoruz ve derken ver elini Tiflis yolları. Yollarda dikkatimi çeken başıboş dolaşan pislik içindeki domuzlar. Köylerde çamurlarda debeleniyorlar. Bazıları arabanın önüne fırlayıp sağa sola kaçışıyor. Yolda gördüğümüz polislerin elinde seyyar tabanca ve fener gibi bir alet var. Radar. Yer yer hız tahdidi 40 km ye kadar düşüyor 60 km yi aştığı da pek yok. Ama benim şöför uyanık. Bir radar detektörü edinmiş dıt dıt ı duyunca hemen süratimizi düşürüyoruz. Ha söylemeyi unuttum yolda polislere elimizdeki 1 larilik desteden 1 er lari dağıtarak ilerliyoruz. Detektöre rağmen maalesef radara da yakalanıyoruz. Bizim şöför giriyor karakola, dağbaşında bir istasyon. Uzun pazarlıklardan sonra işi bağlayıp çıkıyor ama çok kızgın. Tiflis e yaklaştıkça toprak yer yer kelleşmekle beraber başıboş çay tarlaları –bahçe olmaktan çoktan çıkmışlar çünkü- hep devam ediyor. Yollarda yarım kalmış köprüler ve tüneller var. Tiflise girmeden terkedilmiş devasa endüstri tesisleri, koca koca fabrikalar görüyoruz tek tük. Ruslar çekilince işletme sermayesi olmadığından atıl kalmışlar. Şöförüm diyor ki Gürcüler bunları söküp söküp hurda niyetine satıyorlarmış. Tiflis e girişte lokanta görevi gören sağlı sollu barakalar var. Bir tanesine giriyoruz. İçerde kimse yok ama barakanın arkaya açılan kapısından tombulca bir hanımın yelyepelek elini önlüğüne silerek bize gürcüce bir şeyler söyleyip koşturduğunu görüyoruz. Bizi karşılıyor, alı al hoşgeldiniz diyor. Tavuk ısmarlıyoruz, kola su salata vs. Mahcup gülüşlü, tipik bir ev hanımı.  Tavada tavuk kızartıyor,  evin kaynanası olduğunu sandığımız bir hanım da gelip salatamızı yapıyor. Yağlarının kokusu değişik. Hele güzelim salataya aromatik bir ot doğramışlar ki bizim ağız tadımıza hiç uygun değil. Gene de çok acıkmışız. Silip süpürüyoruz ne varsa. Ahçımız hanım bu arada 2 çocuğu olduğunu, onların okulda olduğunu, eşinin Tiflis de taksicilik yaptığını anlatıyor. Biltercüme ben de dinliyorum.  Dinlenip Tiflis e doğru yola koyuluyoruz. Gideceğimiz yer Astoria Oteli. Tiflis in göbeğinde bir yer. Ama tüm otel çatışmalardan kaçıp gelen Abhaz larca işgal edilmiş. Bir katını işletebiliyorlar ancak. İşte Otelin genel giderleri çıksın diye. Girişte işsiz abhazlar genç ihtiyar oturuyorlar. Lüks otelin pencerelerinde kurutmak için asılmış çamaşırlar. Zor şey savaş muhaciri olmak. Ama hepsi de terbiyeli insanlar. Rahatsız edici hiçbir tavırları yok. Yukarı çıkıyoruz. Bizim şöför bir oda tutuyor, iki yataklı. 50 dolar geceliği odanın. Banyosu, tuvaleti içinde. Eh, diyorum bu da böyle olsun bakalım. Horlamazsın değil mi diyorum bizim şöföre, yok diyor sen kendine bak. Resepsiyona, -ne kadar resepsiyon denirse artık, koridorun sonunda çamaşır odalarından birini idare odası yapmışlar, kapısına da reception yazmışlar olmuş sana resepsiyon- su istediğimi söylüyorum, adam musluktan iç diyor bozuk bir ingilizce ile. Yok diyorum şişe suyu. Malum expatriotun diare korkusu. Adam o zaman diyor ki Borcumi var. Tamam diyorum borcum olsun. Yok diyor dolabı aç al. Maden suyunun adı Borcumi. Haa diyorum bir şişe borca borcumi açıp içiyorum. Otelin 20. katında felanız. Tiflis koca şehir göz önünde. Geniş caddeler. Şehri ortadan bölen islah edilmiş, kenarı duvarlarla çevrili bir nehir. Gürcistanda her şehir kasaba adı “..blisi”,”..isi”,”..fişi”, “tisi” diye bitiyor. Bizim Adapazarı çevresinde sonu “iye” ile biten köyler kasabalar gibi. Tbilisi (Tiflis) “bu sıcak” demekmiş Gürcü ce. İşte Gürcü krallarından biri avlanıyormuş bir kuş vurmuş. O da gitmiş tabii kaplıca sularından birine düşmüş. Kral kuşu eline alınca bu çok sıcak yahu hesabına “tbilisi” deyince olmuş memleketin adı Tbilisi. Güzel bir altyapı var Tiflis de ama otelin hali sefalet. Neyse Tiflisin eşrafından bir iki kişiyle tanışıyoruz. İşimizi görecekler. Gündüz beraberiz gece de bir Türk restoranı var gece klübü gibi oraya gidiyoruz . Adamları pohpohluyoruz ağırlıyoruz felan ki işimizi görsünler. Tabii  1-2 gün içinde samimi olduk adamlarla. Eh iyi insanlar da fakirliğin gözü kör olsun. Bu arada otelin resepsiyonunda ki yaşlı adamın eski bir opera sanatçısı olduğunu öğreniyorum. Bas bariton bir sesi var. Bir iki arya söylesene diyorum ikiletmiyor. O sole mio yu da söyletiyorum. Bir bildiğimiz o var zaten.

Tiflis deki heykeller dikkatimi çekiyor. Maalesef iş peşinde koşturmaktan müzelerini gezemiyorum. Onca fakirliğin içinde heykeller sanki başka bir dünyadan gelmişler kadar güzel. Ben, belki de bilmiyorum, o derecede hoşuma giden bir heykel, en azından bir Atatürk heykeli görmedim Türkiye de.

Akşamları mersedesi otelin önündeki meydana bırakıyoruz Abhaz lardan birine 5 dolar veriyor benim şöför. Adam sabaha kadar arabayı bekliyor bir şey olmasın diye.

Ertesi gün Tiflis in kuzeyinde ki gübre fabrikasına gidiyoruz. Fabrika müdürü bir masa donatıyor ki sormayın. Masada 5 kişiye tam tamına 23 çeşit meze var. Yemeği ve ikramı seviyorlar. Başka bir akşam da Tiflis dışında bir bağ evine götürdüler. Gittiğimiz evin sahibinin babasının vefat yıldönümüymüş. Bir masaya oturduk ki hilafsız 6-7 çeşit et yemeği var sadece. Danasından tavuğuna kadar. Sebzesi salatası hamur işi hariç. 30 kişi kadar akrabayı taallukat aileleriyle toplanmış vaziyette. Orada da hemen haremlik selamlık yapıldı. Hanımlar evin içinde bir masada toplandılar erkekler bahçede. Derken kadehler dolduruldu herkes sırayla kalkıyor ve bütün hazirun da ayağa kalkıyor bir konuşma yapıyor işte müteveffa şöyle iyi adamdı böyle yapardı felan diyerek. Yemek sonuna kadar belki hep beraber 40 sefer ayağa kalktık. Sen de konuşacaksın dediler. Eh ben de kalktım dedimki ne çok seveni varmış demek ki çok iyi adammış mealinde bir konuşma yaptım –bizim gürcüce bilen adam nasıl tercüme etti Allah bilir- epey alkış da topladım doğrusu. Sonunda vefat etmiş adamın sağlığında içki içtiği şarap çanağı getirildi ve dolduruldu. Herkesin ondan bir yudum alması lazımmış adete göre o da yerine getirildi.

Gürcüler lisanlarının bozulduğundan, rusça çok kelime girdiğinden, benim şöförün Türkiye de kalmış olması sebebiyle Gürcücesinin gürcülerden bile mükemmel olduğundan ve saf kaldığından bahsettiler. Hakkaten benim şöför konuşmaya başladı mı kabilenin büyücüsü konuşuyormuş gibi adamlar huşu ile dinliyorlar. Bir de bu gürcülerde ırk asabiyeti müthiş. Benim şöför balabanzadelerden miş. Adamı otele ziyarete aynı sülaleden Tiflis üniversitesinden bir profesör bir akrabası ziyarete dahi geldi. Enteresan bir şey velhasıl. Hayır benim adam müslüman onlar hristiyan.


Tanıştığımız adamların içinde biri var basketbol ajanı ABD NBA e gürcü basketbolcu falan gönderirmiş. Delikanlı bir adam. Tutturdular işte burda çok güzel bir kaplıca var. Acayip aganigi var. Hep yabancı diplomatlar oraya gidiyor seni de götüreceğiz. Yahu arkadaşlar evet sefahat düşkünü biri gibi görünsem de ben 15-20 yıldır ilk defa böyle gece klubü felan takılıyorum.. Yok yok ille gideceğiz diyorlar. Kafaları dumanlı,  ulan bu erkeklik ne bela iş gitsen bir türlü, hayatımda para verip yaptığım bir iş değil,  gitmesen bir türlü adamlar tuhaf tuhaf bakmakta. Ulan bu hem Türk hem de istemiyor yoksa bu herifte bir tuhaflık mı var gibi şüphelenmiyor da değiller. Neyse erkeklik belası razı olduk ama canım da sıkılıyor. Gittik içeri dizmişler dilberleri seç al bir defası 50 dolar! Hepsi de gencecik fıstık gibi kızlar. Dedim ingilizce fransızca bilen kim var. Birisi ben dedi iyi dedim gel. Haydaa arkamda  3 tane gürcü nerdeyse sırtımı yumruklayıp gerdeğe sokacaklar bir şamatadır gidiyor. Höst dedim rahatsız edilmek istemem beri durun.İçeri girdik. Kıza dedim ki bak kızım durum böyle böyle. Yanlış da anlama ama bu bir prensip meselesi şimdi bişey olmıyacak. Seninle biraz sohbet edeceğiz. Sonra sen dışarda kilere üff acayipti diyceksin ben de sana 50 değil 100 dolar verecem okey mi okey! Neyse şöyle dedim sen beni güzelce köpürterek bir yıka. Bir yandan köpük köpük keseleniyoruz bir yandan da konuşuyoruz işte. Neyse kızcağız güzel sanatlardan mezunmuş. Van Gogh severmiş,  Lautrec i de beğenirmiş. İşte müzelerinde şu tablolar varmış 19 yaşındaymış 1 çocuk annesiymiş. Kocası bunu terketmiş, klasik orospu muhabbetiyle karışık sefil bir sanatsal muhabbet yaptık. Kız ikide bir  “you are good boy I am bad girl.” felan deyip eziklik içinde.. Çıktık dışarı. Bu sefer adam tutturmaz mı efendim onun takıldığı bir rus yahudisi kız varmış biz içerdeyken gelmiş ille bununla da ... Yok dedim yeter yahu.. Ben de hal kalmadı. Yok ille buna da felan deyip çıktı dışarı. Neyse  ne yapalım ben de kızın Kharkov Yahudilerinden olduğunu, ailesinin İsrail e göç ettiğini, kendisinin Ukrayna da bir Rus u sevdiğini o yüzden gitmediğini. Dedesiyle beraber Kharkov da kaldığını dedesi vefat edince de Rusya içlerinde dolaşmaya çıktığını uzun uzun öğrendim. Şimdi bunları niye anlatıyorum. Ordan çıktık adam dedi ki sizi şimdi bakın nereye götürecem saat gecenin bir vakti. Yok dedim kardeşim ben yorgunum, ölüyorum gelmem dediysem de ille gideceğiz. Dedim ki bizim tercümana sinirlenerek yaw beni otele bırakın siz nereye giderseniz gidin. Yok dedi ille sen gelecekmişsin. Nereye diyorum bunlar söylemiyorlar. Gecenin 2 si üçü olmuş. Ancak çaldığımız bir kapı açılıp çok güzel ve zevkli döşenmiş bir ev görünce anlıyorum ki adam bizi ailesiyle tanıştıracakmış. Hane halkı da o saatte ayakta hayret ediyorum. Neyse hane halkına takdim ediliyoruz. Meğer benim TIR şöförünü tanırmış zaten ailesi. Tipik akraba muhabbeti gibi bir şey.Bizim delikanlı gürcünün hanımı Tiflis hastanesinde doktor. Gecenin o saatinde bize bir izzet ikram üstelik bizi de bekliyorlarmış. Enteresan yuvarlak bir masa gördüm orada. Bir içki masası. Aynı portakal dilimi gibi ama postanede mektup yazılan sıralar gibi bölünmüş. Belki de orada iskambil de oynuyorlar. Hani birbirlerinin ellerini görmesinler diye belki. Ama her bölümde herkesin önünde 3 tane bardak, viski, votka ve şarap  bardağı.  Bir o kadar da içki çeşidi ve şişesi var. Yorgunum ama kafamda zehir gibi çalışıyor. Düşünüyorum nedir lan bu başıma gelenler derken kafama dank! ediyor. Kıpkırmızı oluyorum. Çok da utanıyorum doğrusu. Türkler böyle aile meclislerinde oraya gidince evdeki hanımlara asılır olmuşlar, epey bir olaylar olmuş bu konuda Tiflis de. Anlatmışlardı da çüşşş demiştim. Anladığım kadarıyla da adam ne olur ne olmaz deyip önce bizi bir randevuevine götürdü tedbirini aldı, bizde hal kalmadığına kani olunca da eve götürdü. Güler misin ağlar mısın? Dedim gene Türklerin şöhretine kurban gittik. 

Bir de bir şey dikkatimi çekti evin liseye giden 15 yaşında bir kızı var. Evli ve bir tane de çocuğu var. Ona da hayret ettim. Daha sonra arbitrasyon davasını kazandığımız İngilizler  Gürcistan da içki sebebiyle ensestin yaygın olduğunu, bu yüzden çocukları erkenden evlendirdiklerinden bahsettiler. Ama ben belli belirsiz gürcü Ortodoks klisesinin bu konuda bir baskısı olduğunu hisseder gibi oldum. Nüfus artışı onlar için önemli. Zira işte meşhur kaplıcadaki muhabbetlerden anladığım, hepsi 19-20 yaşında olan kızların çoğunun 2-3 çocuğu vardı. O fakirlikte bu kadar genç yaşta bu acele niye olsun ki?

Tabi şimdi Türkler in bir başka yönü de var. Bir gecelik ilişkilere de ok diyorlar da böyle uzun kaldıkları eski sovyet ülkelerinde bir kadın buluyorlar ona bir ev tutuluyor her türlü ihtiyacı karşılanıyor. Çok da sadıktırlar bu ülke kadınları haaa duyduğum kadarıyla. Üstelik adam hayatında erişemeyeceği, tahsilli bir metrese sahip oluyor. Benim gürcü tercüman eski kamyon şoförüydü, doktor bir metresi vardı orda. Bir akşam yemeğe katıldı bize, haza hanımefendi çok kibardı. Üstelik eski moda olmasına rağmen şahane dikilmiş el işi bir elbise vardı üzerinde ve süper bakımlıydı. İnanamazsınız. Eee otelin geceliği 140-150 dolar olunca ayda 300 dolara gayet rahat bir ev ve hanım sahibi oluyorlar bizimkiler. Daha mantıklı üstelik çamaşırı yıkanıyor, yemeği pişiyor ev ortamı üstelik. Alan razı veren razı. Bu sistem bütün doğu bloku ülkelerinde böyle çalışıyor. Hatta bu hanımlarla evlenip gelen Türkler de var. Allah için hepsi kibar, kültürlü ve çok çok güzel kadınlar. Neyse Ahmet Rasim’in eski istanbul da fuhuşu anlatan fuhşu atik kitabına benzedi. Bir fıkrayla bitireyim.

Nataşa bıkmış krolardan. Demiş ki, artık kültürsüzlerle yatmayacağım. Bir de test geliştirmiş kendince. Sağ bacağına Clinton’un sol bacağına da Yeltsin’in resimlerini dövme yaptırmış. İlk müşteri gelmiş. Bizim Temel. Nataşa sağ bacağındaki resmi göstermiş “Bu kimdir?” deyince Temel “Uyy tanıyrum dilimin ucunda ama çıkaramadum.” demiş, Peki demiş Nataşa sol bacağını çevirmiş “Bu kim peki?” Temel yine “Uyy tanıyrum dilimin ucunda amma çıkaramadum.” deyince Nataşa “Yok!” demiş “Olmaz! Bilemedin. Seninle yatamam!” Bunun üzerine Temel atılmış “Tamam!” demiş “Onları tanıyamadum bilemedum yabancıydılar ama ortadaki Karl Marks'a benziyy.!!!”

Seyyahı fakir,
Lenger el hakir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder