7 Ocak 2020 Salı

KUZİNE


Kuzine         

Bir soba resmi gördüm internette. Altında bir de  kuzinede pişen kestane ve mısırdan söz ederek ‘cahillik mutluluktur’ neticesine varan bir yazı. Anladım, kelimeler manalarını süratle kaybetmeye devam ediyorlar. Iki satır karalayıvermek geldi içimden...
Yok yok, bu halk hiç cahil değildi. Hiç olmadı. Olsa olsa ümmi idi, çok fazla okur yazarı yoktu, ama asla cahil olmadı. Okuması olanlar da Kuran okurdu, kıraathanelerde Kara Davut okurdu, Leyla ile Mecnun’u okurdu. Şimdi üniversiteye giden kızım pek talihsiz ve o zamanın ümmisinin yaninda kör cahilden de aşağı... Çünkü sürekli dezenformasyon yağmuru altında yaşıyor. Dezenformasyondan geleneğe sarılarak neyi ne kadar kurtarabilirsek o kadar mutlu oluyoruz. O ahir zamandayız ki şimdi artık, şairin :
‘Cehlin ol rütbesi sehl olmaz. Tahsilsiz bu rütbe cehl olmaz.’
(Cehaletin bu kadarı kolay olmaz. Öğrenim görmeden bu kadar cahil olunmaz.)    deyişi tam anlamıyla medya denilen mecra ile gerçekleşiyor. Ne kadar gazete okumuş ne kadar televizyon seyretmiş ne kadar internete girmişseniz o kadar cahilsiniz benim anladığım şimdilerde...
Benim internette gördüğüm resimdeki de kuzine değil tipik bir sac soba idi. Yaylalarda misafir odalarında  yakılan cinsinden.  Hoş yazan da resmin kuzine olduğunu ifade etmiyordu elbette. Ama siz, eğer kaloriferli apartman çocuğu iseniz, sac sobaya bakıp bilİnçaltına kuzine yaziveriyorsunuz, masum bir dezenformasyonla.
Altın rengi kubbesiyle Kubbetüssahra’nın Mescidi Aksa mevzusuyla gazete ve dergi sayfalarına  Mescidi Aksa imiş gibi servis edildiği üzere.  Demiyorlar ki, bu Mescidi Aksa’dır. Ama siz bilinçaltınıza yazıyorsunuz Altın Kubbeli Cami, eşittir Mescidi Aksa. Esasen Altın Kubbeli Mescid, Kubbetussahra adıyla Haremi Şerif’in ortasında yer alan başka bir mescid. Mescidi Aksa ise Haremi Şerif’in güneyinde ağlama duvarına bitişik olarak  az güneydedir. Sonra da sanki aklınızda Mescidi Aksa daha önemlidir de Kubbetüssahra daha az önemlidir diye bir minik ipucu kalıveriyor. Halbuki her ikisi de müslümanlar için hayati önem taşıyan Haremi Şerif’in içinde. Artık Haremi şerif ev ödeviniz olsun, konuyu dağıtmıyalım ve ben size Kuzineyi anlatmaya devam edeyim.
Eskiden bizde oturma odalarında yakılırdı kuzine. Oturma odası dediysek apartman dairelerindeki odası değil elbet. Bu oturma odasi şimdiki yeni yetmelerin “stüdyo tipi, amerikan mutfak” dediklerinin menşe olarak Balkan Türk’ü tarzı olanı. Hayat odası, yani yaşanılan yerdi oturma odası. Yemek yenilen yer de orası, çamaşır yıkanan yer de, çocukların çamaşır gününün sonunda, kuzinede kaynamış güğümdeki suyun sac kovada ılıştırılıp, geniş sac leğenlerde iri kalıp sabunlarla kafalarına vura vura, gözlerine sabun kaçıra kaçıra; bağırış çığırış, feryat figan, annneleri tarafından yıkanıldıkları yer de orası. Hanımların duvar kenarındaki sedirlere, peykelere, divanlara oturup bir yandan günlük işleri yaparken diğer yandan komşularla iki lafın belinin kırıldığı yer de orası. 
Esasen adı üstünde kuzine. Fransızca mutfak’tan türeme, mutfak sobası. Uzun dikdörtgen dökme demirden  yaklaşık 140 santime 60 santim gibiydi hatırladığım kadarıyla  üst döküm tablası. Sol tarafında tablanın içine gömme yine dökme demirden büyücek  içiçe geçen üç daireden meydana gelen bir kapak vardı.  Ateşe bakmak için ortadaki küçük ve aşağı doğru çukur ve ortasında bir kenarından diğerine dümdüz bir santim kalınlığında tutamak eşiği olan küçük kapağı açardınız. Odun veya kömür atmak için onun  çevresindeki daha geniş olan daire şeklindeki kapağı da çıkarmanız gerekirdi. Kuzinenin küllerini temizlemek içinse en kenardaki daha geniş olan kapağı da çıkarmalıydınız. Bu kapakların altında, sol kenarı ve arkası tamamiyle, sağ kenarda ise üstten on santim açık kalacak şekilde ateş tuğlaları ile kaplı ateş odacığı bulunur, ön tarafta gene dökümden, alt kısmında beş  santime iki santimlik hava kontrol deliği olan bir kapak, kapağın altında ise kül çekmecesi olurdu. Ateş odacığının içinde kapakla çekmece arasında gene dökme demirden hareketli bir ızgaradan yanan odun veya kömürün külü aşağıdaki çekmeceye düşer, düşmeyen külü çekmeceye almak için de kapakla çekmece arasında sağa sola doğru hareket eden ve ızgarayı hareket ettirmeye yarayan bir dil bulunurdu. Bazı kuzinelerin her iki tarafinda kenarlara dogru birer karış uzayan, altı boş, pişen yemeği soğumaya bırakıldığı ızgaralar olur, bazılarında ise kuzineye monte edilmiş sıcak su kazanları  bulunurdu. Balkan savaşı yenilgisinden sonra İstanbul’a muhacirlerle gelmiş olmalı diye düşünürüm hep kuzineyi. Hep Balkanlar’dan ve kuzeyden gelme adlarla, maşinga, peçka, şporet ve plita diye de anılır çünkü bu mutfak sobası.
Ateş odacığı sol tarafta kırk santime altmış santimlik bir yer kaplar, sağda kalan 100 santimlik yüzeyin altında ise işte orta boy bir tepsinin rahatça sığacağı bir fırın odası bulunurdu. Fırın odacığı  20 santim yüksekliğinde,  80 santim genişliğinde ve 40 santim derinliğinde kuzinenin içine gömülmüş her tarafı kapalı ince sacdan is ve duman geçirmeyen tüp gibi bir odacıktı. Bu odacığın çevresi kapak tarafı hariç yine kuzine  içinde duman ve sıcak havanın rahatça dolaşabilmesi için boş bırakılmıştı. Hatta böreğin, ekmeğin altının veya üstünün daha çok veya daha az pişmesi için üst tarafında sıcak havayı, ileri geri oynatıldığında aşağıya veya yukarıya yönlendiren, fırın kutucuğu ile kuzinenin üst tablası arasında dikey şekilde yerleştirilmiş, birbiri içinden geçerek havalandırma pencerecikleri  açıp kapatan cihazın, kumanda uzantısı olarak, fırın kapağının tam üst ortasına denk gelen yerde bir küçük tutamak da bulunurdu. Yine fırın odacığının altında biriken kurumu ve külü boşaltmak için ayrıca fırının altına denk gelen yerde ufacık bir çekmece bulunurdu. Fırının üzerine  gelen kısımda da  4 veya iki adet gene demir dökümden daha küçük fakat aynı şekilde içiçe geçen dairelerden oluşan kapakçıklar olurdu.
Soba borusu dikey bir şekilde kuzinenin sağ arka köşesinden dümdüz yukarıya doğru çıkıverirdi.  Bu soba borularının yukarısına kelepçe şeklinde monte edilen milletin gözüne batacakmış gibi duran,  kuzinenin üstüne ve dışına doğru ok gibi açılan ve üzerinde abdest havlularının, beyaz ama kenarları rengârenk iğne oyalı tülbentlerin, eldivenlerin ve temiz bezlerin kurutulduğu çamaşır askılığının  bu okları  kapanınca, boruya paralel hâle gelip yer kaplamaz olurdu. Kuzine dört ayak üstünde yerden 20 santim kadar yüksekte bir zemine oturtulmuş aşağı yukarı kırk çarpı altmış çarpı yüz kırk santimlik ebatta ve toplamda altmış santim yükseklikte büyücek, dökme demir takviyeli bir sac kutu görünümünde idi.



 İstanbul’un ve Trakya’nın köylerinde bu kuzineler çok daha büyük olur, iki metreye yüz yirmi santime kadar erişirdi. Bu köy kuzineleri ayaksız, doğrudan yere yapışık olur ve sadece ateş odası kapağı, fırın, üst ve yan kapakları demir dökümden, geri kalan kısmı çelik bir iskelet etrafına örülmüş ve kırmızı demir oksitli toprak sıva ile sıvanmış ateş tuğlalarından oluşurdu.
Eğer kendine mahsus musluklu bir su kazanı yok ise, kuzinelerin uzerinde muhakkak, suyu azaldıkça ilave edilen, kalaylı bakırdan büyükçe bir su güğümü mutemadiyen kaynardı. O kaynayan suyla ibriklerde su ılıştırılıp abdest alınır; çay, yemek yapılır; bulaşık, çamaşır yıkanır, yatsı ezanından sonra evin veletleri ve yaşlıları uykuda iken odaların dışarıdan bakınca sanki gardrop izlenimi veren gusulhanelerinde çaktırmadan sac kovalarda su ılıştırılarak alelacele boy abdestleri alınırdı. Kuzinenin ateş odacığının üstündeki birinci ve ikinci kapakçıklar açılıp üzerinde yemekler pişirilir, pişen yemekler fırının üstüne veya varsa yan ızgaralara doğru kapakları kıynıştırılarak çekilir, nohutlu etli pilavlar kapakla tenceresi arasına tertemiz beyaz tülbentler sıkıştırılarak demlenmeye bırakılırdı. Akşamdan yoğurulup mayalanarak kabarması için üstü kalın örtülerle örtülmüş tepsideki çok hafif ekşi kokulu ekmek hamuru hemen kuzinenin fırınına alınırdı. Yine kuzinede ısınmış geniş ağızlı lengerdeki süt, abdestini az önce almıs evin hanımının, tırnakları kısa, tombul ve bir o kadar da narin küçük parmağıyla sütün ısısını kontrol edip uygun bulduğunda, bir evvelki yoğurttan kaşıkla bir fincana ayrılmış maya, ılık sütle çırpılıp inceltilerek, ılık süt kabının bir kenarından içine dökülmek suretiyle yoğurt mayalanırdı. Henüz lateksin kimyasal acılığı, hanım elinin lezzeti ile yemek arasına girmemisti.  
Bütün bu işler esnasında hanımların, gelinlerin kollarındaki sıralı altın bileziklerin birbirine çarparak çıkardığı nazenin utangaç şıngırtılı tınılar evin sabah mahmurluğunu dağıtır eğer akşamsa sahibinden kaynaklandığı izlenimiyle herkese ayrı bir neşe verirdi. Abdestsiz hanımlar mayalayamazdı yoğurdu. Çünkü kesileceğine, sulu zırtlak bir şey olacağına veya çok ekşi olacağına inanılırdı. Esasen bu yoğurt mayalama işi eğer var ise evin adetten kesilmiş en yaşlı hanımının işiydi. Belki de evin yaşlı hanımı bir ibadet misali çok özel konuma getirilmiş olan bu yoğurt mayalama töreni ile gerçekten kendisine çok ihtiyaç duyulduğunu, bir işe yaradığını hisseder mutlu olur, kendini böyle taltif ederdi. Bazen mayalanmış ekmek kat kat örtüler altında unutuluverir, hamur tepsiden taşar etrafı keskin ve ekşi bir koku kaplardı. Bazen de yine üzeri eski ama temiz bir battaniye veya örtü ile kapatılmış olan yoğurt lengerinin zamanında açılması unutulur da yoğurt çok sulu düşerse sanki yapılan ibadet kabul olunmamış gibi hakikaten çok üzülünür aylarca konu komşuya anlatılırdı. Günah kesinlikle yaşlı ablamızın değil ya dikkatsiz (!) yeni gelinin, ya da evin afacan kedisinin olurdu ve "Hani bıldır mayaladığım yoğurt kesilmişti ya, işte tam onun ertesi günü tipi çıkmış, lapa lapa kar yağmıştı." gibi tarih bile düşülürdü.
Geniş tablaları olurdu altlarında kuzine sobalarının ve bir kenarında maşa ile ateş küreği denilen küçümen bir kürek bulunurdu. Nemi uçsun, kurusun diye bu tablaların üstüne dizilirdi odunlar. Akşam ezanından sonra eğer konu komşu  gelmeyecekse sobaya yeni odun kömür atılmaz, geçmeye bırakılırdı. Kuzine sönmüş değil, geçmiş tabir edilirdi. Sabah evin erkeği camiye gitmeden önce ateş küreği ile sobanın külünü bir sac kovaya bosaltır ve içini güzelce temizlerdi. Kalkmış olan ev ahalisi sabah namazını kılmadan hanımlar kuzinenin içine biraz gaza bulanmış çaput, onun üzerine reçineli çam çırası, onun üstüne de inceden kalına doğru odun parçaları koyar, en üstüne de bir kütük koyar ve alttan kibritle ateşe verirlerdi. Ateşin şiddeti üstteki küçük kapak ve alttaki havalandırma delikleri ile denetlenir, soğuk kış günlerinde kuzinenin. şiddetle yandığı zamanlarda üst kapaklarının arasından siyah beyaz dumanlar çıkartıp yine bu dumanı şiddetle gerisin geriye içeri çeken kuzinenin pofpoflamalarını dinlemenin tadına doyum olmazdı. Hemen bakır güğümün su seviyesi kontrol edilir, çorba tenceresi tel dolaptan çıkartılıp soba üstüne yerleştirilir, lambalı radyonun sesi hafiften koyverilir, uzun dalga Ankara Radyosu’ndan  yurttan sesler kadınlar korosunu müteakip ilk ajans haberleri dinlenirdi. Evin erkekleri camiden gelince de mis gibi tarhana çorbasının başına oturulur, şimşir kaşıklarla veryansın edilirdi çorbaya. Küçükler ve dişleri dökülmüş yaşlıların çorbaları ayrı bir kapta verilirdi Çünkü onlar çorbalarına ekmek doğrar, papara yaparlardı.  
Eğer akşam hatırlı bir misafir gelecekse akşam ezanından sonra kuzineden ateş küreği ile taşınan kor ateş misafir odasındaki sac sobaya konur, üzerine odun atılırdı. Odunun makbulu meşe ağacından olanıydı. Yakacak, ormanlardan araba ile uzun ve kalın ağaç dal ve tomrukları şeklinde getirtilir ve kiralanan hızarda sobalık boya getirilerek saçak altına ıslanmasın diye dizilirdi. Büyük kütükler yine evin delikanlısı tarafından bahçede balta ile yarılır odaya kuzinenin altına iyice kurusun diye taşınırdı.
Nur içinde yatsın, rahmetlik dedem, biz yeni ergen iş bilmez erkek torunlarının kan ter içinde kalmalarına rağmen bir türlü kütüğü istenildiği gibi yaramadıklarını gördüğünde, baltayı elimizden alır tek eliyle hem de hiç güç harcamadan kütükleri dörde, beşe bölübölüverirdi. Bize baltayla kütük yarmayı öğretirken de: "Odun budağından kadın dudağından..." demeyi de ihmal etmez ama kızaran yüzlerimize de asla bakmaz, aniden yere devrilen gözlerimizin derin mahcubiyetine gevrek gevrek öksürür gibi yaparak güler, gerisini de asla getirmez ve bizi hiç yüzlemezdi.
Biz de daha bir şey soramazdık zaten…

Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

SSS

Lenger
Bulgurlu, 25 Ocak 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder