Kuzine
Bir soba resmi
gördüm internette. Altında bir de kuzinede pişen kestane ve mısırdan
söz ederek ‘cahillik mutluluktur’ neticesine varan bir yazı. Anladım,
kelimeler manalarını süratle kaybetmeye devam ediyorlar. Iki satır
karalayıvermek geldi içimden...
Yok yok, bu halk hiç cahil değildi. Hiç olmadı.
Olsa olsa ümmi idi, çok fazla okur yazarı yoktu, ama asla cahil olmadı. Okuması
olanlar da Kuran okurdu, kıraathanelerde Kara Davut okurdu, Leyla ile Mecnun’u
okurdu. Şimdi üniversiteye giden kızım pek talihsiz ve o zamanın ümmisinin
yaninda kör cahilden de aşağı... Çünkü sürekli dezenformasyon yağmuru altında
yaşıyor. Dezenformasyondan geleneğe sarılarak neyi ne kadar kurtarabilirsek o kadar
mutlu oluyoruz. O ahir zamandayız ki şimdi artık, şairin :
‘Cehlin ol rütbesi sehl olmaz. Tahsilsiz bu
rütbe cehl olmaz.’
(Cehaletin bu kadarı kolay olmaz. Öğrenim görmeden
bu kadar cahil olunmaz.) deyişi
tam anlamıyla medya denilen mecra ile gerçekleşiyor. Ne kadar gazete
okumuş ne kadar televizyon seyretmiş ne kadar internete girmişseniz o kadar
cahilsiniz benim anladığım şimdilerde...
Benim internette gördüğüm resimdeki de kuzine
değil tipik bir sac soba idi. Yaylalarda misafir odalarında yakılan cinsinden. Hoş yazan da resmin kuzine olduğunu ifade
etmiyordu elbette. Ama siz, eğer kaloriferli apartman çocuğu iseniz, sac sobaya
bakıp bilİnçaltına kuzine yaziveriyorsunuz, masum bir dezenformasyonla.
Altın rengi kubbesiyle Kubbetüssahra’nın Mescidi
Aksa mevzusuyla gazete ve dergi sayfalarına
Mescidi Aksa imiş gibi servis edildiği üzere. Demiyorlar ki, bu Mescidi Aksa’dır. Ama siz
bilinçaltınıza yazıyorsunuz Altın Kubbeli Cami, eşittir Mescidi Aksa. Esasen
Altın Kubbeli Mescid, Kubbetussahra adıyla Haremi Şerif’in ortasında yer alan
başka bir mescid. Mescidi Aksa ise Haremi Şerif’in güneyinde ağlama duvarına
bitişik olarak az güneydedir. Sonra da sanki aklınızda Mescidi Aksa
daha önemlidir de Kubbetüssahra daha az önemlidir diye bir minik ipucu kalıveriyor.
Halbuki her ikisi de müslümanlar için hayati önem taşıyan Haremi Şerif’in
içinde. Artık Haremi şerif ev ödeviniz olsun, konuyu dağıtmıyalım ve ben size
Kuzineyi anlatmaya devam edeyim.
Eskiden bizde oturma odalarında yakılırdı kuzine. Oturma odası dediysek apartman
dairelerindeki odası değil elbet. Bu oturma odasi şimdiki yeni yetmelerin “stüdyo
tipi, amerikan mutfak” dediklerinin menşe olarak Balkan Türk’ü tarzı olanı.
Hayat odası, yani yaşanılan yerdi oturma odası. Yemek yenilen yer de orası,
çamaşır yıkanan yer de, çocukların çamaşır gününün sonunda, kuzinede kaynamış
güğümdeki suyun sac kovada ılıştırılıp, geniş sac leğenlerde iri kalıp
sabunlarla kafalarına vura vura, gözlerine sabun kaçıra kaçıra; bağırış çığırış,
feryat figan, annneleri tarafından yıkanıldıkları yer de orası. Hanımların
duvar kenarındaki sedirlere, peykelere, divanlara oturup bir yandan günlük
işleri yaparken diğer yandan komşularla iki lafın belinin kırıldığı yer de
orası.
Esasen adı üstünde kuzine. Fransızca mutfak’tan türeme, mutfak sobası. Uzun
dikdörtgen dökme demirden yaklaşık 140
santime 60 santim gibiydi hatırladığım kadarıyla üst döküm tablası. Sol tarafında tablanın
içine gömme yine dökme demirden büyücek
içiçe geçen üç daireden meydana gelen bir kapak vardı. Ateşe bakmak için ortadaki küçük ve aşağı
doğru çukur ve ortasında bir kenarından diğerine dümdüz bir santim kalınlığında
tutamak eşiği olan küçük kapağı açardınız. Odun veya kömür atmak için onun çevresindeki daha geniş olan daire şeklindeki
kapağı da çıkarmanız gerekirdi. Kuzinenin küllerini temizlemek içinse en
kenardaki daha geniş olan kapağı da çıkarmalıydınız. Bu kapakların altında, sol
kenarı ve arkası tamamiyle, sağ kenarda ise üstten on santim açık kalacak
şekilde ateş tuğlaları ile kaplı ateş odacığı bulunur, ön tarafta gene
dökümden, alt kısmında beş santime iki
santimlik hava kontrol deliği olan bir kapak, kapağın altında ise kül çekmecesi
olurdu. Ateş odacığının içinde kapakla çekmece arasında gene dökme demirden
hareketli bir ızgaradan yanan odun veya kömürün külü aşağıdaki çekmeceye düşer,
düşmeyen külü çekmeceye almak için de kapakla çekmece arasında sağa sola doğru
hareket eden ve ızgarayı hareket ettirmeye yarayan bir dil bulunurdu. Bazı
kuzinelerin her iki tarafinda kenarlara dogru birer karış uzayan, altı boş,
pişen yemeği soğumaya bırakıldığı ızgaralar olur, bazılarında ise kuzineye
monte edilmiş sıcak su kazanları bulunurdu. Balkan savaşı yenilgisinden sonra İstanbul’a
muhacirlerle gelmiş olmalı diye düşünürüm hep kuzineyi. Hep Balkanlar’dan ve
kuzeyden gelme adlarla, maşinga, peçka, şporet ve plita diye de anılır
çünkü bu mutfak sobası.
Ateş odacığı sol tarafta kırk santime altmış santimlik bir yer kaplar,
sağda kalan 100 santimlik yüzeyin altında ise işte orta boy bir tepsinin rahatça
sığacağı bir fırın odası bulunurdu. Fırın odacığı 20 santim yüksekliğinde, 80 santim genişliğinde ve 40 santim
derinliğinde kuzinenin içine gömülmüş her tarafı kapalı ince sacdan is ve duman
geçirmeyen tüp gibi bir odacıktı. Bu odacığın çevresi kapak tarafı hariç yine
kuzine içinde duman ve sıcak havanın
rahatça dolaşabilmesi için boş bırakılmıştı. Hatta böreğin, ekmeğin altının
veya üstünün daha çok veya daha az pişmesi için üst tarafında sıcak havayı,
ileri geri oynatıldığında aşağıya veya yukarıya yönlendiren, fırın kutucuğu ile
kuzinenin üst tablası arasında dikey şekilde yerleştirilmiş, birbiri içinden
geçerek havalandırma pencerecikleri
açıp kapatan cihazın, kumanda uzantısı olarak, fırın kapağının tam üst
ortasına denk gelen yerde bir küçük tutamak da bulunurdu. Yine fırın odacığının
altında biriken kurumu ve külü boşaltmak için ayrıca fırının altına denk gelen
yerde ufacık bir çekmece bulunurdu. Fırının üzerine gelen kısımda da 4 veya iki adet gene demir dökümden daha
küçük fakat aynı şekilde içiçe geçen dairelerden oluşan kapakçıklar olurdu.
Soba borusu dikey bir şekilde kuzinenin sağ arka köşesinden dümdüz yukarıya
doğru çıkıverirdi. Bu soba borularının
yukarısına kelepçe şeklinde monte edilen milletin gözüne batacakmış gibi
duran, kuzinenin üstüne ve dışına doğru ok gibi açılan ve üzerinde abdest
havlularının, beyaz ama kenarları rengârenk iğne oyalı tülbentlerin,
eldivenlerin ve temiz bezlerin kurutulduğu çamaşır askılığının bu okları kapanınca, boruya paralel hâle gelip yer
kaplamaz olurdu. Kuzine dört ayak üstünde yerden 20 santim kadar yüksekte bir
zemine oturtulmuş aşağı yukarı kırk çarpı altmış çarpı yüz kırk santimlik ebatta
ve toplamda altmış santim yükseklikte büyücek, dökme demir takviyeli bir sac
kutu görünümünde idi.
İstanbul’un ve Trakya’nın köylerinde
bu kuzineler çok daha büyük olur, iki metreye yüz yirmi santime kadar erişirdi.
Bu köy kuzineleri ayaksız, doğrudan yere yapışık olur ve sadece ateş odası
kapağı, fırın, üst ve yan kapakları demir dökümden, geri kalan kısmı çelik bir
iskelet etrafına örülmüş ve kırmızı demir oksitli toprak sıva ile sıvanmış ateş
tuğlalarından oluşurdu.
Eğer kendine mahsus musluklu bir su kazanı yok ise, kuzinelerin uzerinde
muhakkak, suyu azaldıkça ilave edilen, kalaylı bakırdan büyükçe bir su güğümü
mutemadiyen kaynardı. O kaynayan suyla ibriklerde su ılıştırılıp abdest alınır;
çay, yemek yapılır; bulaşık, çamaşır yıkanır, yatsı ezanından sonra evin
veletleri ve yaşlıları uykuda iken odaların dışarıdan bakınca sanki gardrop
izlenimi veren gusulhanelerinde çaktırmadan sac kovalarda su ılıştırılarak alelacele
boy abdestleri alınırdı. Kuzinenin ateş odacığının üstündeki birinci ve ikinci
kapakçıklar açılıp üzerinde yemekler pişirilir, pişen yemekler fırının üstüne
veya varsa yan ızgaralara doğru kapakları kıynıştırılarak çekilir, nohutlu etli pilavlar kapakla tenceresi
arasına tertemiz beyaz tülbentler sıkıştırılarak demlenmeye bırakılırdı.
Akşamdan yoğurulup mayalanarak kabarması için üstü kalın örtülerle örtülmüş
tepsideki çok hafif ekşi kokulu ekmek hamuru hemen kuzinenin fırınına alınırdı.
Yine kuzinede ısınmış geniş ağızlı lengerdeki süt, abdestini az önce almıs evin
hanımının, tırnakları kısa, tombul ve bir o kadar da narin küçük
parmağıyla sütün ısısını kontrol edip uygun bulduğunda, bir evvelki yoğurttan kaşıkla
bir fincana ayrılmış maya, ılık sütle çırpılıp inceltilerek, ılık süt kabının bir
kenarından içine dökülmek suretiyle yoğurt mayalanırdı. Henüz lateksin kimyasal
acılığı, hanım elinin lezzeti ile yemek arasına girmemisti.
Bütün bu işler esnasında hanımların, gelinlerin kollarındaki sıralı altın
bileziklerin birbirine çarparak çıkardığı nazenin utangaç şıngırtılı tınılar
evin sabah mahmurluğunu dağıtır eğer akşamsa sahibinden kaynaklandığı
izlenimiyle herkese ayrı bir neşe verirdi. Abdestsiz hanımlar
mayalayamazdı yoğurdu. Çünkü kesileceğine, sulu zırtlak bir şey olacağına veya
çok ekşi olacağına inanılırdı. Esasen bu yoğurt mayalama işi eğer var ise evin
adetten kesilmiş en yaşlı hanımının işiydi. Belki de evin yaşlı hanımı bir
ibadet misali çok özel konuma getirilmiş olan bu yoğurt mayalama töreni ile
gerçekten kendisine çok ihtiyaç duyulduğunu, bir işe yaradığını hisseder mutlu
olur, kendini böyle taltif ederdi. Bazen mayalanmış ekmek kat kat örtüler
altında unutuluverir, hamur tepsiden taşar etrafı keskin ve ekşi bir koku
kaplardı. Bazen de yine üzeri eski ama temiz bir battaniye veya örtü ile
kapatılmış olan yoğurt lengerinin zamanında açılması unutulur da yoğurt çok
sulu düşerse sanki yapılan ibadet kabul olunmamış gibi hakikaten çok üzülünür
aylarca konu komşuya anlatılırdı. Günah kesinlikle yaşlı ablamızın değil ya dikkatsiz
(!) yeni gelinin, ya da evin afacan kedisinin olurdu ve "Hani bıldır
mayaladığım yoğurt kesilmişti ya, işte tam onun ertesi günü tipi çıkmış, lapa
lapa kar yağmıştı." gibi tarih bile düşülürdü.
Geniş tablaları olurdu altlarında kuzine sobalarının ve bir kenarında maşa ile
ateş küreği denilen küçümen bir kürek bulunurdu. Nemi uçsun, kurusun diye bu
tablaların üstüne dizilirdi odunlar. Akşam ezanından sonra eğer konu
komşu gelmeyecekse sobaya yeni odun kömür atılmaz, geçmeye bırakılırdı.
Kuzine sönmüş değil, geçmiş tabir edilirdi. Sabah evin erkeği camiye gitmeden önce
ateş küreği ile sobanın külünü bir sac kovaya bosaltır ve içini güzelce
temizlerdi. Kalkmış olan ev ahalisi sabah namazını kılmadan hanımlar kuzinenin
içine biraz gaza bulanmış çaput, onun üzerine reçineli çam çırası, onun üstüne
de inceden kalına doğru odun parçaları koyar, en üstüne de bir kütük koyar ve
alttan kibritle ateşe verirlerdi. Ateşin şiddeti üstteki küçük kapak ve alttaki
havalandırma delikleri ile denetlenir, soğuk kış günlerinde kuzinenin. şiddetle
yandığı zamanlarda üst kapaklarının arasından siyah beyaz dumanlar
çıkartıp yine bu dumanı şiddetle gerisin geriye içeri çeken kuzinenin pofpoflamalarını
dinlemenin tadına doyum olmazdı. Hemen bakır güğümün su seviyesi kontrol
edilir, çorba tenceresi tel dolaptan çıkartılıp soba üstüne yerleştirilir,
lambalı radyonun sesi hafiften koyverilir, uzun dalga Ankara Radyosu’ndan yurttan sesler kadınlar korosunu müteakip ilk
ajans haberleri dinlenirdi. Evin erkekleri camiden gelince de mis gibi
tarhana çorbasının başına oturulur, şimşir kaşıklarla veryansın edilirdi
çorbaya. Küçükler ve dişleri dökülmüş yaşlıların çorbaları ayrı bir kapta
verilirdi Çünkü onlar çorbalarına ekmek doğrar, papara yaparlardı.
Eğer akşam hatırlı bir misafir gelecekse akşam ezanından sonra kuzineden
ateş küreği ile taşınan kor ateş misafir odasındaki sac sobaya konur, üzerine
odun atılırdı. Odunun makbulu meşe ağacından olanıydı. Yakacak, ormanlardan
araba ile uzun ve kalın ağaç dal ve tomrukları şeklinde getirtilir ve kiralanan
hızarda sobalık boya getirilerek saçak altına ıslanmasın diye dizilirdi. Büyük
kütükler yine evin delikanlısı tarafından bahçede balta ile yarılır odaya
kuzinenin altına iyice kurusun diye taşınırdı.
Nur içinde yatsın, rahmetlik dedem, biz yeni ergen iş bilmez erkek torunlarının
kan ter içinde kalmalarına rağmen bir türlü kütüğü istenildiği gibi
yaramadıklarını gördüğünde, baltayı elimizden alır tek eliyle hem de hiç güç
harcamadan kütükleri dörde, beşe bölübölüverirdi. Bize baltayla kütük yarmayı
öğretirken de: "Odun budağından kadın dudağından..." demeyi de ihmal
etmez ama kızaran yüzlerimize de asla bakmaz, aniden yere devrilen gözlerimizin
derin mahcubiyetine gevrek gevrek öksürür gibi yaparak güler, gerisini de asla
getirmez ve bizi hiç yüzlemezdi.
Biz de daha bir şey soramazdık zaten…
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
SSS
Lenger
Bulgurlu, 25 Ocak 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder