8 Ocak 2020 Çarşamba

ROMANYA SEYAHATİ…




ROMANYA SEYAHATİ…


     Sene 1983 tü. Aylardan da Kasım sonu Aralık başı gibi olmalı. Çalıştığım şirket Romanya'dan Sodyum Bikromat ithal ediyor ve Kazlıçeşme de dericilere pazarlıyorduk. Hatta o zamanlar Fenerbahçeli Ali Şen de derici idi. Ona da sodyum bikromat sattığım çok olmuştur.

    Neyse bir problemden dolayı Romanya'ya gitmem gerekti. Ben de fırsat bu fırsat deyip hafta sonunu Romanya da geçirecek gibi ayarladım seyahatimi. Bu arada kardeş şirketlerden birinin de gübre işleri vardı onlar da işte hediyeydi, öteberiydi noel üstü hazırlayıp benimle beraber göndermeye karar verdiler. Beni bir armatörün bürosuna gönderdiler. Bu armatör ağabeyimiz benim Romanya'daki randevularımı ayarlıyacak olan armatördü. Bürosuna gittiğimde bana Romanya'da nasıl davranmam gerektiğini,kimleri göreceğimi bir bir belletti. Hatta gece hayatından, çapkınlık yapacaksam nerelere gidip nerelere gitmemem gerektiği konusuna kadar anlattı. Otelde bardaki kadınlara takılmamalıydım. Kesinlikle dışarıda para bozdurmamalıydım. Gideceksem Atlantis diye Bükreş te bir gece klubü vardı oraya gitmeliydim. Şimdi diyeceksiniz ki adam sana hep zamparalık reçetesi mi yazdı. Valla epey uzun şeyler anlattı işle ilgili ama ne yapayım bunlar aklımda kalmış veya aklımdan hiç çıkmamış. Haa bir de giderken yanımda Kent sigarası götürmeliydim. Kapıdan girişte lazım olacaktı.

      Neyse zamanı geldi Malev'e atladık doğru Bükreş. Yol yanılmıyorsam 3 saat 15 dakika sürdü. Havaalanında indik, Rutin pasaport kontrolleri yapılıyor. Tabii devir meşhur müteveffa Nicolai Chavushesku nun devri. İşte memur soruyor :

- Niye geldiniz?
–İş için geldim.
- Kime gideceksiniz?
- Chimimportexport'a. (o zaman sadece devlet şirketleri var. Bu da kimya sektörünün tek ithalatçı /ihracatçı şirketi.)
- Sigara içiyor musunuz?
– Evet.
-...Ben de.
- Efendim ne? Ha tamam, pardon buyrun Kent sigaranız. Karton sizde kalsın.

   Neyse Pasaport kontrolü bitti. Gümrüğe girdik aman Allah'ım! Antep fıstıkları, sigaralar, parfümler, ve benzeri eşyalar hiç mübalağasız gümrük memurlarının elinde havada uçuşuyor! Herhalde bir köşeden Romen gümrük memuru  – anlamıyorum ama öyle tahmin ediyorum o zaman.

-  Abi ben fıstık yakaladım 5 paket sen de ne var!
-  At iki paket fıstık ben sana bir kutu çikolata atayım!

   Muhabbet, her ne kadar ben dillerini anlamasam da abartısız bu minval üzere. "Eyvah oğlum!" dedim kendi kendime. Bende bir sürü  Antep fıstığı, çikolata, hatta kürk bilem var. Hediye! Yani rüşvet işin aslı. Şimdi dedim ayvayı yedin. Ama sıra bana gelince memur şöyle bir yüzüme baktı bir çarpı attı bavullarıma bildiğiniz tebeşirle. Kendimi yolcu salonunun önünde buldum. Meğer o havada uçuşanlar Türklerin gönüllü olarak memurlara dağıttığı hediyelermiş.

    Atladık bir taksi ye, Dacia marka. Renault 12 lerin Romanya versiyonu. Doğru ver elini Bucuresti Hotel. Şehrin merkezinde gerçekten süper bir otel. Check-in tamamlandı doğru odaya. Her yerde de yazılar var. Aman enerji sıkıntımız var, lütfen elektriği çok yakmayın, küveti sıcak suyla lütfen doldurmayın filan gibi. Televizyon da 7 dakika 33 saniyede bir, bir vesile buluyor işte büyük lider Chavushesku az önce hapşurdu, maydonozu çok sever, acayip bir bina açılışı yaptı şeklinde gösterip duruyor. Nerde o zaman öyle adult programlar, eğlence kanalları, beynelmilel kanallar? Neler çektik biz bu memleketin dış ticareti için (!). Neyse efendim uzatmayayım, ben de inat değil mi, komünistleri sevmiyorum ya bütün ışıkları açıyorum, küveti sıcak suyla dolduruyorum. Kendime göre cansiperane milliyetçilik kavgamı vermekteyim. Pencereler açılmıyor açılsa elimle Bükreş’e “Seni yeneceğim Bükreş!” diyerek bozkurt işareti yapacağım ama olmuyor tabii. Bu kadar salaklık yeter deyip o akşam erkenden yattım. Cumartesi sabahı erkenden uyanıp kalktım. Nasıl bir cümle oldu bu bilemedim ama neyse doğru kahvaltıya indim. Efendim işte kaşkaval peyniri eşliğinde sulu zırtlak bir portakal suyu ile kahvaltımı da yaptım.

    Kahvaltıdan sonra odama tekrar çıkıp içime uzun yünlü içliğimi de ihmal etmeyip sıkıca giyindim. Otel den yürüyerek çıktım. Hemen arkada, yani Bucuresti Hotel'in arkasında Museul Arta'ları var daldım içeriye. Öhhö öğünmek gibi olmasın ama romence Museul Arta Sanat Müzesi demek. Oldukça büyük bir müze idi. Çok güzel şöyle 3 metre ye 2 metre gibi bir Rembrandt’ları vardı. Birinin Portresiydi. Fakat gerek enerji kısıntısından gerekse resmin zarar görmesini önlemek istemelerinden veya orijinalini başkasına satıp yerine sahtesini koyduklarından (Kimbilir?) oldukça karanlık ve loş bir yerdeydi. Bir de müze de dikkatimi çeken Stefan Grigoreu ( Atlas ağustos 2001 sayısında o fotoğraf aynen vardı. "Anne ben ölmedim". İsimli yazı dizisiydi. Kitabı İş Bankası yayınlarından çıkmış. ) isimli bir ressamın tablolarıydı. Resimle çok ilgili değilim ama bir rus ressamı idi galiba. 93 harbinde cephede yaptığı resimler de vardı. Hele bir tanesinin önünde çok duygulandığımı söylemeden geçemiyeceğim. Esir düşmüş fesli bir türk askerini tasvir ediyordu resim. Allah'ım ne kadar başarılı bir ressamdı ki o Anadolu insanının naçar kalınca takındığı tavır, o bakış aynıyla yansımış idi resme.

    Oradan çıktıktan sonra Museul Historia'larına doğru yürümeye başladım. Bu da romence Tarih Müzesi demek efendim. Yollarda elde yapılmış kartpostallar satıyordu küçük çocuklar noel öncesi. Büfelerinde ise hiçbir şey yoktu hemen hemen. Bir iki tane de uzun kuyruklara rastgeldim, 2 sandık limonun veya portakalın önüne dizilmiş sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu insanlar. Otelde de dikkatimi çekmiş idi. Portakallar ağzı zımbalı, mühürlü torbalarda satılıyordu. Hıh! Dediğimi hatırlıyorum kendi kendime. Bizim komünistler gelsinlerdi de görsünlerdi. Atacaktın kardeşim komünistleri buraya akılları başlarına gelecekti. ( O zamanlar Turgut Özal'lı yıllardı ve böyle bir akım vardı. Bunu o devrin bir düşünüş şeklini aktarmak için yazdım.)

    Her ne ise vara vara vardık Museul Historia'larına. Orası da bir başka alem. Benim için müzeyi açtılar. Anladılar demek benim kim olduğumu (!). Fazla ziyaretçisi olan bir yer değildi anladığım kadarıyla. Önümde bir görevli, bir odaya girmeden önden ışığı yakıyor ben o odadan çıkarken arkamdan ışığı kapatıyor. Ben yahu bunlar ne yapıyor diye anlıyana kadar müzenin yarısını bir şey anlamadan gezdik. Meğer enerji sıkıntısı var ya ondanmış. Enerji tasarruf ediyorlarmış meğer.

  Tarih müzesi ziyaretimi de tamamlayıp dışarı çıktım. Bir hedefim olmadan gayesiz öylesine yürüyorum sağa sola bakarak. Epey bir dolaştım ara sokaklar da dahil olmak üzere. Bir ara bir baktım ki epey yürümüşüm kaptırarak kendimi. Türkiye'yi de 2 sefer kurtarmışım kafamda. Hazır buradayım Romanya'ya da bir faydam olsun diye kafamda planlar yapmaktayken... O da ne? Kaybolmuşum Bükreş Sokaklarında. Adamların ingilizcesi yok yarım yamalak bir fransızca ları var. Kimse derdimi anlamıyor. Kayboldum. Aslında Romanya o benim kaybolmamla çok şey kaybetmiş oldu. Hazır elim değmişken Romanya'yı da kurtarmak üzereydim aslında.

    Ona sor, buna sor yok, yok, kimse anlamıyor. Hava nakıs, eksilerde, yani çok soğuk. Üşümüşüm. Burnumdan sular damlıyor. Karnım aç. Etrafıma bakınırken bizim börekçi dükkanları gibi bir börekçi dükkanı gördüm. Mis gibi kol böreği satılmakta. Sıcak sütte var. Girdim içeri, işte “Monsieur, ce ci, ce la.” diye parmakla göstererek börek aldık, süt de istedik. Oturdum yiyorum. Bir yandan da adama fransızca işte ben kayboldum, Bulvar di Republicii'yi (Cumhuriyet Meydanı.) arıyorum, Bucharest Hotel felan diyorum ama adam duvar. Bir şey anladığı yok. En sonunda dayanamadım, kendi kendime sunturlu bir küfürle "Kaybolduk lan!” dedim “ Gözünü sevdiğimin memleketinde!” (böyle demediğimi herhalde anlarsınız. Ben küfürü ettim mi ettim, ama şimdi buraya terbiyemden yazamadım. Nasıl bir terbiye ise artık!?)  Börekçi birden dikildi, bana dikkatli dikkatli baktı. Hah dedim herif anladı küfrettiğimi şimdi bana dalacak derken.

- Sülesene be kızanım Türkçe ! dedi,
- 'Teminden beri yaparsın fan fin fon.! Bırak fan fin fonu da derdini süle..!

Ben tabii belki 1 saat uğraşmışım amcama dert anlatacağım diye neye uğradığımı tahmin edebilirsiniz.

- A be Dayı ,  dedim.
- Ben kayboldum. Bucharest Hotel e gideceğim.

- Ooo ba yiğenim,  dedi,
- Sen uzaklaşmışın iiice.. Atla te bi taksiye götürsün seni!
  Çaaardı bi taksicaaz.  Aman işte bana bir taksi çağırdı. Doğru otele.

   Neyse otelin çevresine geldik. Karnımız doydu. Kuyruk dikildi. Bu durumda olan bir Türk erkeği ne yapar. Yok o değil daha akşama çok var. Onu ayrıca anlatacağım. Macera arar tabii. Otele girerken bir rumen takıldı peşime. "Change! Change!" deyip duruyor. Anladım dövizimi bozmak istiyor. Karaborsa kur 1,5-2 misli. Çok da sıkı tembih ettiler aman karaborsada bozdurma diye. Tehlikeli ve aynı zamanda illegal. Ama tabii ben uyanık bir Türk olarak bu numarayı yemiyeceğimden bir pazarlık bir pazarlık karaborsa kurun neredeyse 2 misline felan anlaştık. Gerçi 50 dolar bozduracağım altı üstü. Ama onlar için iyi para.

    Adam arada bir “aman dikkat!” diyor “poliziya, kimse görmesin, ceza çok!” felan.

    Beni bir apartmanın merdiven boşluğuna çekti. Çıkardı zuladan bir deste ley. Verdi bana. Ben de 50 doları toka ettim. Saydım, aa 250-300 ley eksik kardeşim dedim. Kıyaslıyacak olursanız işte 50 milyon lirada 300 bin lira eksik gibi bir şey. “Tamam abi, no problem!” dedi aldı desteyi elimden, tam o sırada polis kılıklı bir adam ters ters bakarak yanımızdan geçti gitti kapıya doğru, bir yandan ters ters bakmaya devam ediyor. Hemen adamın elinden desteyi kaptım çaktırmadan, ve apartmandan çıktım. Evet bir operasyonu daha komünist bir ülkede CIA gibi halletmenin verdiği keyifle otelin yolunu tuttum. Bir yandan da cebimdeki o kalın desteyi okşuyor, gece Atlantis gece klübünün hayallerini kuruyordum. Otele döndüm. Paracıklarımı cebimden çıkardım. Fakat, olamaz! Aman Allahım! O da ne? Destenin üstünde işte 100 leylik bir banknot içi gazete kağıdı dolu. Büyük bir hayal kırıklığı, dolandırılmanın dayanılmaz hafifliğini yaşadık haliyle .  Pis gomonistler yapacaklarını yapmış beni dolandırmışlardı. Ama sonrada düşününce (veya 50 dolarını kaptırmış züğürt tesellisi. Ne derseniz deyin artık.) aslında 50 dolara çok ucuz bir ders almıştım. Ya başıma bir şey gelseydi o apartmanın merdiven altında? Allah korudu. Akşam da biltesadüf o polis kılıklı adamla benim adamı aynı masada içerken gördüm Atlantis Gece klubünde. Alevli bir meyva yaptırdım gönderdim. Bir de kadeh kaldırdılar karşıdan. Ben de meyve suyu bardağımı. Bilmem onlar beni tanıdılar mı? Bir ben olsam dolandırdıkları evet diyeceğim ama nereden tanısınlar. Evet, Atlantis gece kulubünde dolandırıcılarımla karşılıklı kadeh kaldırıp selamlaştıktan sonra şöyle bir etrafı kolaçan ettim. Tamamı yabancılarla dolu idi. %90 nı da Türk. Varyeteyi seyredip otelime yorgun argın geri döndüm.

  Ertesi sabah Pazar günüydü ve geç sayılabilecek bir saatte kalktım. Benim kahvaltılarda beyaz peynir krizim tutar, beyaz peynir yemezsem kendimi kahvaltı etmiş saymam. Maalesef kontinantal kahvaltı vermelerine rağmen, üstelik onların kaşkaval dediği kaşar peynirinden de yememe rağmen pek güzel bir kahvaltı değildi. Bir gün önce beğenmediğimden sulu zırtlak portakal suyunu da içmedim bu sefer.

    Mutad programım üzerine yine otelden çıktım. Her yer karlarla kaplı idi.Caddeler korkunç genişlikte ve bir o kadar da ıssızdılar. Tek tük polis arabaları, elçiliklere ait araçlar bir de taksiler vardı. Parklarda da ellerinde içkileri az sayıda gençler vardı. Tuhaf gözlerle süzüyorlardı beni geçerken.

    Öğleden sonra tekrar otele döndüm. Yemek yiyip biraz uyuduktan sonra aşağıya snack bara indim. snack bar dediğin de taburede ufak tefek şeylerin atıştırılıp bir iki bardak bir şey içilen yer. Akşam iyiden iyiye bastırmak üzereydi. Barda da insanlar herhalde akşam yemeği öncesi birini beklerken bir iki aperatif almak için toplanmışlardı. Ayrıca 1930 ların moda dergilerinden çıkmış, zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü darbı meselini hatırlatan beyaz tenli, cırtlak kırmızı rujlu bir iki fahişe de vardı. Akşam için müşteri avına çıkmışlardı anlaşılan. Artık elli dolarlık akıl satın aldığıma göre bunu iyi kullanmalıydım. Ne demişlerdi Türkiye,'den ayrılmadan, barda ki fahişelerden uzak dur. Ben de bir tabure çekip barmene meyve suyumu söyledim. Derken yanımdaki bir romen genci laf attı. Türk müsün? Nerden? Istanbul mu? gibi soruları birbiri ardı sıra berbat bir fransızca ile soruyordu. Ben de işte öylesine cevaplar veriyordum. Derken muhabbet uzadı adam kolumdaki saati satmak isteyip istemeyeceğimi sordu. İşte o zaman için 900 dolara aldığım bir saatti. O saate 3000 dolar teklif etti. Eh ben dersini bellemiş insanların vicdan huzuru içinde olmaz satmayı düşünmüyorum dedim. Sahte mahte çıkardı dolarlar neme lazım. Derken adam ismini söyledi. " Ciccioman." Çok iyi hatırlıyorum. "Ciccioman." Ah dedim kendi kendime bu adam göğsünde +18 levhasıyla dolaşmalı.

    Neyse ben kısaca Cio diyeceğim adama, Cio bana işte dünyanın neresinde olursa olsun iki erkeğin bir araya geldiklerinde nezaket ve iş cümlelerinden sonra konuşmaları muhakkak ve mukadder olan kadın mevzuunu anlatmaya başladı. Konuyu o açtı, aslında ben yabancılarla bu konuyu konuşmayı pek de sevmem ama anlatıyor adam ben de dinliyorum. İşte amatör olanlarına Gacika denirmiş, 1 saat olursa 50 dolarmış da sabaha kadar kalırsa 200 dolar alırmış şeklinde bana Romanya da fuhuş ve muhtelif haller için değişik tarifeler hakkında geniş bir bilgi verdi. Sonunda ne dese beğenirsiniz? Benim dedi bir kızkardeşim var seni istersen onunla tanıştırırım. Ben tabii dehşetli afallamış, güzel yurdumun saf Anadolu çocuğu güzel insanlarından biri olarak sormuşum adama. (Vous avez le meme pere et la meme mere mon ami? Dis-moi ou bien tu appels tous les filles "ma soeurs.") Anneniz ve babanız aynı mı yoksa bütün kızlara mı sen abla veya kızkardeş diyorsun? Adam bana evet dedi aynı anne ve aynı babadanız. Defalarca da cümleyi değiştirip değiştirip aynı cevabı aldım. İnanılır gibi değildi. O akşamı da Cio nun ailesi hakkında bilgilenerek geçirdik. Fesatlık getirmeyin aklınıza hemen. Sadece konuştuk.

Ertesi sabah pazartesi , ticari toplantılar bütün hızıyla başladı. Tipik demirperde muhabbetleri. Malı yükleriz o fiyattan veririz ama işte siz de bize bunu yapacaksınız falan filan.

    O akşam otele döndüğümde akşam yemeği ile ilgili unutamadığım bir şey daha var. Masaya gavurun dressing dediği bir sos getirdiler. Ben uzun müddet bu sosu nerede kullanacağım diye düşündüm. Bütün yemeklerde denedikten sonra et yemeğine boca etmeye karar verdim. Ertesi akşam öğrendim ki meğerse o salatanın yağı, limonu vs si imiş.

    Romanya'da 10 güne yakın kaldım. 10 un cu günün sonunda berbat bir Fransızca duymaktan, Türkçe konuşamamaktan dilim mübalağasız ağzımın içinde şişti. Artık sadece “lolo lo, lolo la!” der durumdaydım. Korkunç sıkılmışdım. Türklere mahsus gurbet sendromu yüreğimi iyice sıkar olmuşdu. Dönüşte de doğrudan Ankara'ya uçmam gerekti. Bu sıkıntılı ruh halim Ankara'da da devam etti maalesef. Ne zaman ki Istanbul'a döndüm derin bir ohhh çektim. Benim vatanım, sevgilim, ekmeğim, aşım herşeyim Istanbul du. O zaman anladım ki Istanbul u gerçekten çok ama çok seviyorum.

----


Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

Seyyahı Fakir
Lenger el Fakir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder