8 Ocak 2020 Çarşamba

Bir ABD Seyahati.





Bir ABD Seyahati.

          Uzun zaman uluslararası pirinç ticareti ile meşgul oldum. Uzun zaman dediğim de izafi bir şey aslında . Topu topu 7,5 senedir hepsi. Kendime gore güzel şeyler yaptım, bilgim ve görgüm kemale ermese de yine bana göre çok gelişti. Yurtdışına sık sık seyahat edenlerde ve uzun zaman yurtdışında yaşayanlarda hoşgörü sınırlarının daha geniş olduğunu anladım, yaşadım ve gördüm. Vatanından uzak kalanların, güzel türkçemizle kısaca gurbette olanların, Frenkçesiyle ekspatriotların daha bir olgun olduklarını düşünürüm hep.  Kolay değildir vatandan uzakta o şartlara uyum sağlamaya çalışmak. Üstelik benliğini kaybetmeden anadilini unutmadan bunu yapabilmek gerçekten çok zordur.

        Pirinç işi dedik ya, bir alemdir pirinç dünyası, hem çok derin hem de çok küçüktür. Aşağı yukarı dünyadaki bütün büyük pirinç tüccarları, aracıları pazarlama müdürleri, ithalatçılar ve ihracatçılar ruberu  birbirini tanır. Herkes aşağı yukarı birbirinin gözü ne renktir bilir. Bu pirince olan talepten, arz şeklinden ve pirinç ticaretinin önemli bir finansman gerektirmesinden kaynaklanır. Çiftçiden malı toplayıp koca koca gemilere yüklemek ve varacağı yere sağ salim teslim etmek her baba yiğidin yapabileceği bir iş değildir. Bir de pirinç genel olarak dünyada fakir yiyeceği gibi düşünülür. Hele uzak doğuda insanların bizim ekmek yediğimiz gibi sadece haşlanmış yağsız pirinç yedikleri düşünülürse. O yüzden de çok fazla kar marjı yoktur pirinçte. Bir de hububat olduğu için, üretimi çok çeşitli faktörlerden etkilendiğinden sezonluk veya bu senelik yapılıp vazgeçilecek işlerden de değildir. Bu işi hakkıyla yapabilmek için uzun zaman bu işle uğraşmış olmak icabeder ki zamanı gelince para kazanılabilsin. Bütün işler böyledir diyen itirazları duyuyorum, ama bu hububat işinde bu çok daha ciddi boyuttadır. Bunu vurgulamak istedim sadece.

      Pirinç üretim bölgeleri işte Çin'dir,  Vietnam'dır, Tayland'dır, Avustralya'dır, Mısır'dır ve Amerika Birleşik Devletleri'dir. Tabii diğer ülkelerde de vardır. Ama pirinç piyasalarını bu ülkeler belirler.

       Ana olarak üç tip pirinç vardır. Uzun tane, orta tane , kısa tane. Türkiye'de  ise orta tane pirinç tüketilir.  Uzun tane pek tüketilmez. Çünkü pilav yaptığınızda tane tane olur ama, yağını hiç belli etmez. Haşlanmış pirinç gibi olur. Amiloz miktarı düşük olduğundan, orta tane gibi bizim ağız tadına uygun lezzette olmaz. Ekvatora yaklaştıkça pirincin boyu uzar, uzaklaştıkça kısalır. Mesela Arkansas uzun tane üreticisidir de Kalifornia Orta tane üretir. Tabi Kaliforniya da uzun tane, Arkansas da orta tane üretmeye kalkarsınız da kaliteyi tutturamazsınız. Genleriyle oynasanız da iklim ve haşarat, üretiminizi belirler. Dünyadaki pirinç üretiminin önemli bir bölümü genetik olarak değiştirilmiş ürünlerden oluşur. Genetik olarak değiştirilmiş olmak ilk bakışta birşey ifade etmiyebilir ama bazı bitkilere bazı hayvanların genleri eklenebilmektedir. (Umarım bununla ilgili dinlediğim konferanstan yanlış saçma sapan varsayımlar çıkarmıyorumdur. Çünkü ben çok şaşırdım, bitki geniyle bitki genine, hayvan geniyle de hayvan genine müdahale edilir sanırdım.) Amerika'da yediklerinizin istisnasız  -kendi ifadeleri- %80 i genetik olarak müdahale edilmiş ürünlerdir. ABD de ayrıca bu ürünlerin genetik olarak müdahaleye maruz kaldıkları üzerlerinde belirtilmez. Belirtilmesi için bazı eyaletlerde çalışmalar var ama genel kabul görmemiştir. Amerikan Sağlık dairesi bunu pek önemli olarak görmez. Malthus ün teorisini modern bilim ancak böyle çürütebiliyor  Avrupa da bu böyle değil pek. Kamuoyu daha duyarlı demek ki. Avrupa da bu ürünlerin üzerine genetik müdahaleye uğramıştır ibaresi var ve duyduğuma gore de genetik müdahaleye uğramayanlara nazaran daha ucuza satılıyorlar. 

    Bana göre pirinç pilavı yiyecekseniz en iyisi yerli üretimdir. İthallere oranla daha az kimyasal ve genetik etkiye maruz kalır. O da sadece bilinçsiz kullanılan gübreden dolayı pirince geçen nitratla sınırlıdır. Pirinç üretimimiz bir fecaattır. Hep beraber aşk ile buna sebep olanlara derinden bir küfür edelim ve ayrıntıya girmiyelim isterseniz. Merak etmeyin ne kadar ağır küfretmiş olsanız da gramı boşa gitmeyecek tam yerini bulacaktır. Bana güvenin. Türkiyenin tüketimi 600 bin tonlar seviyesindedir ve bunun kabaca yarısı ithal edilir. İşte genel hatlarıyla hububat dünyası böyle bir şeydir. Teknik konulara ve rakamlara girip de kimseyi boğmak istemiyorum. Biz gelelim işin magazin bölümüne. Türkiye ithalatının büyük bir bölümünü ABD den yapar. Ondan sonra da Mısır gelir. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak deyimindeki Dimyat Mısır dadır ve Mısırlılar Damietta derler.

    ABD nde yılda iki sefer pirinçle ilgili toplantılar  olur. Birisi genel olarak pirinç ticaretiyle ilgili konferansların yapıldığı toplantı, ekim öncesi Haziran da yapılır, diğeri çeltik değirmencilerinin ve çeltik üreticilerinin, yani çiftçilerin yaptığı hasat sonrası, Kasım ayında yapılan toplantılardır. Bu toplantıların önemi dünyanın 4 bir tarafından ithalatçı ihracatçı ve üreticilerin bir araya toplanmasıdır. Yüzbinler harcayarak aylarca sürebilecek yolculuklarla ulaşabileceğiniz insanlara kısa zamanda aynı yerde fazla yorulmadan ve fazla masrafa girmeden ulaşabilirsiniz.

   İşte gene böyle bir toplantıya katılmaya karar vermiştik. Patron benim bu toplantılar hakkındaki telkinlerimi “Eh işte bizim müdürün canı gezmek istiyor, o yüzden gaz veriyor”
şeklinde değerlendirmiş olacak ki 1 ay önceden ezgilerine başlamıştı. Efendim onun sayesinde ABD yi görüyormuşuz da, onun sayesinde ingilizce öğrenmişiz de vs. vs. Ama inanın her gün böyle. Yahu dedim yeter. Ben gitmiyorum kimi istersen onu götür. New York ofiste bir sürü İngilizce bilen adam var al birini git. Beklemiyordu tabi. Biraz bozuldu. İş seyahatleri dışarıdan bakıldığında çok eğlenceli bol bol gezilen seyahatler gibi görünürler. Ama ben bundan önceki seyahatimden biliyorum. O zaman New York Palace da 425 dolarlık bir odada 1 hafta kalmıştım ama iş kovalamaktan o bir hafta boyunca odamdaki jakuziye bile girememiştim. Tabii siz şimdi Romanya ve Gürcistan hikayelerine bakıp haydi Oğlum yeme bizi diyeceksiniz önemli değil, iş seyahatine gidenler ne dediğimi çok iyi anlıyacaklardır.

      Neyse lafı uzatmayalım, sonunda eh işte onlar pirinç işini bilmez, seninle gitmemiz lazım felan dendi ve günü geldiğinde THY Airbus larından biriyle direct olarak ABD ye uçtuk.
Size şunu söyliyeyim ki THY yolları özellikle uzun uçuşlarda rakiplerinden çok çok daha iyidir. Yolculuk İstanbul dan New York a tam tamına 11 saat 20 dakika sürdü. Sanırım 3 sefer kabin ekibi değişti. Üstelik bu sefer Business Class uçuyordum ve doğrusu oldukça keyifli idi. Katakulli mi atmış patronla yanyana düşmemek için elimden geleni ardıma koymamıştım. Doğrusu 11:30 saat  patronla yanyana çekilmezdi. O da farkında olmalı ki israrcı olmadı. Ben jet lag yememek için ABD uçuşlarında uyumam. Ancak ABD ye vardığımda gece normal saatte uyurum. Bioritm biraz darbe alır ama öteki türlü de toplantılara konsantre olmak mümkün olmaz. Dönüşte de kesin jet lag i yerim. 3 gün yataktan çıkamam.

   11:30 saat 10 bin feet de doğrusu çok zor geçer. Filmler, kitaplar, gazeteler, motor uğultusu arasında idare edersiniz. Atlantik uçsuz bucaksız kımıldamayan bir mavilik halinde altınızda uzanır.  Saat farkları yüzünden zaman duygusu;  bu uçsuz bucaksız, 10 bin feet den kımıltısızmış gibi görünen Atlantik sebebiyle de mekan duygusu, içinde bulunduğunuz gri  aluminyum tüpte derinden gelen vınlamalarla kaybolur gider. Öyle olur ki bazen sonsuza kadar böyle kalacakmışsınız hissine kapılırsınız. Allah tan yemek ve içecek servisleri, tuvalet ihtiyacı bu hayali böler de gerçekliğe dönebilirsiniz.

      Oldukça uzun olan bir uçuştan sonra nihayet New York a varabildik.  Uçağımız New Ark havaalanına başarılı bir iniş yaptı. Rutin anonslar eşliğinde indik, bagajlarımızı aldık, sarı çizgiler arkasında pasaport kontrollerinden geçtik.New York ofisden  gönderdikleri Recai Bey bizi havalanında karşıladı. Ofis 42. caddede, kalacağımız lojman ise New Jersey deydi.  Recai Bey’e patron çok acıktığını bir şeyler yemek istediğini söyleyince, o da merak etmeyin sizi öyle bir yere götüreceğim ki çok beğeneceksiniz dedi. Patterson diye bir yere gittik. Bir ara gözlerimi oğuşturdum Allah Alah dedim gelmedik mi biz Amerika'ya? Çünkü yolda trafikte durunca  sağımızda bir kahve gördüm. Herkes içerde aynen bizim usül okey oynuyordu. Dedim ki “Belli ki bu okey beynelmilel bir oyun canım! Baksana Amerikalılar bile aynı bizim gibi oynuyorlar. Derken biraz ilerde bir videocu gözüme çarptı. O da ne İbrahim Tatlıses in filmlerinin Türkçe reklamı yapılıyor vitrininde. Demeye kalmadı gideceğimiz lokantanın önüne geldik. Dükkanın üstünde bordo mavi kocaman bir tabela : “Karadeniz Pidecisi”! Eh dedim ulan Recai Bey, sen İstanbul’a geldiğinde akşam yemeğinde seni McDonalds’a götürmezsem ne olayım. Girdik, pideciden içeri, selamün aleyküm, aleyküm selam. Uyyy rizeli bir uşak fırına pideleri atmakta iken lafımıza yetişti. "Hoşceldinuzzz abiler!.."

       Pidelerimizi yedik, kaşarlı kuşbaşılı. Haçan bir Fadime de hizmet etmekte ki o kadar olur. Bir tek başı açık ve saçları abartıı bir şekilde kabartılmış ve sarıya boyanmış. Hal, hareket, terbiye, servis, ve kıyafetin geri kalanı tam Fadime.  İçim burkuldu. Herhalde artık Amerika ya geldin bu kafayı değiştir lafının manasını Temel (!?) kendisine bu şekilde izah etmiş olmalıydı. Ayranlar da içildi. Üstüne Rize den özel gelmiş çaylar.  Türk usulü. Çıktık "Karadeniz Pidecisi"nden. Eve gideceğiz. Patron dediki bir markete gidelim yemeklik, kahvaltılık bir şeyler alalım. Kocaman bir Green Grocer a yani manava girdik. Çalışanların tamamı güney amerikalı ve ingilizce bilmiyorlar. Hepsi İspanyolca konuşuyor. Per favor, muchas gracias!  Neyse 2 araba doldurduk. Ben, ABD de  katkısız meyva suları vardır. Şimdi artık bizde de var. Süt gibi günlüktür üzerinde 4-5 günlük bir kullanma süresi olur. Bir de snaples. Çok severim. Onlardan aldım. Alışverişi de bitirip New Jersey e doğru yola koyulduk.  Kalacağımız ev ormanın içinde 2 katlı müstakil bir bina idi. 2 tane araba alabilen kocaman bir garajı vardı ve bahçesinin etrafında çit mit de yoktu. Sabah kalktığımda bahçede topallayan bir geyik ve palamut ayıklayan sincaplar gördüm. Üstelik çok yanına yaklaşmadıktan sonra kaçmıyorlardı da. Kimse bunlara dokunamazmış. Federal yasalarca korunuyorlarmış. O kadar ki bazen yollara çıkarlar sık sık kazaya sebep olurlarmış ve bizde  yollardaki kedi kopek ölüleri gibi geyik ölüleri olurmuş. Çarparak yaralasalar da kesip yiyemezlermiş. Yazık dedim murdar gidiyor canım geyikler.  Ben olsam yazıktır der yanımda taşıyacağım bir bıçakla kesip fakir fukaraya dağıtırdım doğrusu.(!) Zaman zaman avını serbest bırakırlamış çok çoğaldıklarınla. Bahçelere çok zarar verdikleri için ancak o zaman avlanılabilirlermiş. En yakın ev de en az 250 metre uzakta. Seslensen sesini kimse duymaz. O gece orada kaldık. Tuvaletler de her klozet in yanında bir ibrik muhakkak vardı. Malum taharet musluğu yok. Bu taharet musluğu bir beladır yurtdışında her Türk için. Otelde felan tuvalete gidersem pantalon, don fora edilip hacet giderdikten sonra mecburen küvete giriyordum. Eh biz alışmışız yıkayacağız. Gıcır gıcır olmalı. Öyle aldık tuvalet terbiyemizi. Neymiş o tuvalet kağıdıyla sil çık. İğrenç! Şappada şuppada soğuk suyla yıkamadan temizlik ateşimiz söner mi bizim. Bir kere dedim ki yahu dayanacağım bakalım tuvalet kağıdıyla nasıl oluyor. 2 günden fazla dayanamadım. Alışmadık yerde tuvalet kağıdı bir kaşıntı yapıyor ki hiç tavsiye etmem. LGBT lilere hoşgörüyle bakası geliyor insanın.

       Ertesi sabah erkenden kalkıp patronun aşçılığında dehşetengiz bir kahvaltı yaptık. Allahı var patron da yemek konusunda 1 numaradır ve sever yemek yapıp yedirmeyi. Daha sonra da New York ofise doğru yola koyulduk. Ofis 42. caddede. 3. katta. Kapıda bir güvenlik var. Bir de ofise girerken biri kilitlenmeyince öteki açılmayan 2 kapılı bir güvenlik var. Peh peh dedim nedir bu yahu. Ayrıca özel güvenlik şirketlerinden birine de alarm ile bağlıymışız. Bir şey olursa hemen polise haber veriyorlarmış ve polis kontrole geliyormuş. Patron hesaplara daldı, ben e-maillerimi check (!?) ettim. Personelle geyik muhabbeti yapıp biraz patronu çekiştirdik. Hepsi ABD de okumaya gelmiş türk çocukları. Biraz donuk gibi geldiler bana. Belliki  gurbetin ağırlığı ezmişti garipleri.  Hepsi nin 2 lafından biri oturma izni, green card idi. Nasıl alınıyor? Napılması lazım? Türkiye ye neden gidemiyorlar felan. Malum hikayeler.

        Neyse öğlen oldu, 42. caddeye yakın biryerde türk kebapçı varmış oraya gidin dediler.  Yok hocam, şart oldu ben bunların topunu Istanbul a geldiklerinde kahvaltı, öğlen akşam yemeği McDonalds dan çıkartırsam ne olayım. Neyse gittik kebapçıya. Amerikan lokantalarında bir adet var. Filmlerden de görmüşsünüzdür, öyle içeri girip boş masaya çökmek yok. Kapıda bekliyorsun. Yanına bir refakatçi veriyorlar o seni bir masaya oturtuyor. Bize de bir kız verdiler. Adı Jülyet miş. Kerata bir güzel türkçe konuşuyor. Ulan diyorum bu kızı tanıyacağım bir yerleren ama dur bakalım. Bir yandan da diyorum ki gurbet kafana vurdu bacım gardaşım muhabbetine başlıyacaksın şimdi ama o da değil. Derken dank etti tabi. Yahu bu magazin basından tanıdığımız Tarkan ın eski sevgilisi  Jülyet değil miymiş? Tam muhabbete dalacağım, gına gelmiş bu bacım sululuklarından ki burnunu dikip uzaklaşıyor yanımızdan. Derken garson gelip siparişleri alıyor. Adama "spicy Adana" var mı? diyorum "heu What is this?" diyor. Yahu aman Urfa diyorum. Ne diyon abey eğlenme gibisinden suratıma bakıyor. Sonunda şiş kebapta anlaşıyoruz..Yemekler bitiyor ve lokanta dan gözlerim Jülyet ı arayarak ayrılıyoruz. Aman Türk ler geldi ben yıllık iznimin bir bölümünü kullansam deyip ayrıldı herhal. Neyse kendi bilir.

     Öğleden sonra "5th Avenue" de alışverişe çıkıyoruz ama ne curcuna. Patron herkesle pazarlık ediyor. O kadar ki New York ofisten arkadaş yetersiz kalıyor. Ben müdahale etmek zorunda kalıyorum. Macy’s de bile pazarlık ediyoruz. Fakat kimse hayır demiyor. Şaşırıp ters köşe oluyorlar ve ben bir direktörüme sorup geleyim diyorlar. Bu arada italyan mağazalarında da epey bir dolaşıp 750 dolarlık bir takım beğeniyor  patron. Italyan akdenizli işi biliyor. Kestirip atıyor pazarlık yok diye. Eh sen bilirsin diyor patron. Bu arada bana çaktırmadan ceketin etiketindeki adresi not almamı söyluyor. Not ediyorum bir kenara. Bir şey almadan çıkıyoruz. Adresi veriyoruz bizim New York lu arkadaşa götür bizi diyoruz bu adrese. Madison civarlarında ara sokaklardan birinde buluyoruz aradığımız adresi. Bir binanın 15. katı. Çıkıyoruz. 140 –150 metrekarelik bir daire. İçerisi takım elbise dolu. 2 tane zenci işletiyor ama ABD zencisi gibi değil adamlar. İtalyan mağazasında gördüğümüz takımın aynısı burada 400 dolar. Patron cetin ceviz bırakır mış 200 dolara indiriyor tanesini ve 5 takım elbise alıyor. Alış verişin sonuna doğru zavallı adamlar perişan vaziyetteler, birisi öteki zenciye "Abdullah !"  diyor "şunları paket et!" . Patron hemen kulakları dikiyor. Abdullah mı? Memleket nire kardaşım neresinden derken öğreniyoruz ki adamlar Sudan lı ve müslüman. Patron diyor ki “Ah gariblerim, Sudan dan gelmişler New York da elbise işi yapıyorlar. Kafadan 50 şer dolar zam yapıyor pazarlığı bitmiş elbiselere ve diyor ki bu müslüman olduğunuzdan. Adamlar bir şaşkın ki anladılarsa arap olsunlar diyeceğim ama zaten adamlar kapkara arap. 750 dolarlık elbiseyi sonunda 250 dolara alıyoruz. 1.  New York  meydan muharebesini kazanmış mareşal edasıyla çıkıyoruz dükkandan.  Üstelik “düşmana” alicenaplık bile göstermişiz. Hay Allah bak şu elin Amerika'nın kapitalist iktisadiyatına. Az kaldı ki müslümanı müslümana kırdıracaklardı.

       Sokaklar kalabalık ve heryerde tuhaf bir koku var. Belli belirsiz heryerde. Bütün New York u sarmış. Ne olduğunu çıkaracağım ama durun bakalım. Mazgallardan çıkan buharlar ve bu ne kokusu olduğunu anlayamadığım koku ile Ofise dönüyoruz.,

     O günde öyle geçiyor. Ertesi günü, pirinççilerin toplantısı New Orleans da oraya uçacağız. Bakalım neler göreceğiz neler olacak. Ertesi gün erkenden kalkıyoruz Patron kahvaltıyı hazırlarken ben bahçede bir tur atıyorum. Dünkü topal geyik ortada yok. Anladı zahir aklımdan geçenleri. Sincaplar her zamanki telaşlı hareketleriyle palamut ayıklamaya devam ediyorlar. Bir ikisini yakından izlemek için yaklaşayım diyorum. Kim lan bu kro der gibi palamut ayıklamayı bırakıyorlar, birbirlerine bakıyorlar ve nihayet “Aman Allah'ım bu bir türk, ne yapıyoruz biz, hemen tüyelim.” Diyerek hep beraber tabanları yağlıyorlar. Ben de “tüh” diyorum, “anladılar benim yabancı olduğumu.”
'
        2 fincan  iyisinden mis kokulu filtre kahve yuvarlıyorum. Eh Amerika'dayız herhalde değil mi? Kahvaltı edip çıkıyoruz. 42. caddeye doğru ofise gidiyoruz. Öğlene kadar kalıyoruz ve New Orleans a uçuş saatimiz geliyor. Ci Ef Ki (John Frederic Kennedy.) havaalanına gidiyoruz ve United Airline'ın bir uçağına biniyoruz. Hostesler çok rahat tavırlı. Bir tanesi gerindiğimi görüp sırtıma pata küte 1-2 dakikalık masaj bile yapıyor sevabına. Derken önümüzdeki koltuğa rapçı kılıklı bir zenci ve arkadaşları geliyor. Adamın kıyafeti belli pahalı şeyler ama pantalonunda kemer yok ve hilafsız 3-4 beden büyük. Ve sürekli düşüyor, altından boxer pahalı marka bir don görünüyor. Herif arada bir ayağa kalkıyor öndeki arkadaşlarına laf yetiştirmek için tabi pantalon düşüyor neredeyse dizlerine. Herifçioğlu çekiyor çekmesine pantalonu ama çekmesiyle pantalonun aynı yere düşmesi bir oluyor. Patron bir iki la havle çekip başlıyor yüksek sesle kalaylamaya.  Nasıl kalaylamak ama, ana avrat, eşikteki beşikteki, yataktaki döşekteki Adem Peygambere kadar aradaki nezih insanları tenzih etmekten de geri kalmadan herifin gelmişini geçmişini hatta geleceğini bir güzel yıkıyor. Ama durup dinlenmeden. Zenci dönüyor gülümsüyor patrona patron da hem gülümsüyor hem kalaylıyor. Ben yerin dibine girmek üzereyim. Ulan diyorum şimdi Türkiye de askerlik yapmış biri çıkacak anlıyacak dediklerini. Ulan hıyar zenci diyor patron, siz zaten adam olmazsınız. Bizim James Brown’ın (pirinç aldığımız şirketin genel müdür yardımcısı, ingiliz asıllı amerikalı.) sabahtan akşama kadar pirinç satacam diye anası ağlasın sen burada donsuz gez sonra da zenciler eziliyor. Tabi ezmek lazım sizi felan deyip apartheid takılmaya başlayınca ben damardan Zencilerin ABD de hakikaten ezildiklerini felan savunmaya kalkıyorum ama işin ucunda patrondan dayak yemekte var. Sunturlu bir “Hasstirr!’ Çekiyor bana patron “monşerliğin tutmasın. İşte mal meydanda neresi ezilmiş herifin, utanmasa donu da çıkaracak” diyor. Derken havalanıyoruz bu sefer patron sağ çaprazda çilli kızıl bir kıza takıyor kafayı. Başlıyor bu sefer onu kalaylamaya. Ama diyorum ya yüksek sesle. Kız da kalaylanmıyacak gibi değil. Bir elinde kitap var, öbür eli ağzında aynı mızıka çalar gibi sırayla tırnaklarını kemiriyor, o el bitince kitabı o eline alıp bu sefer aynı usul başlıyor öbür elin tırnaklarını kemirmeye. O bitiyor öbür ele tekrar geri dönüyor. Çizgi film gibi inanamazsınız. Neyse 4-4,5 saatlik yolculuğu bir zenciyi bir de bu çilli kızı kalaylıyarak tamamlıyoruz ve New Orleans havaalanına iniyoruz. Rutin kontroller derken biniyoruz bir taksiye doğru otele.
  
      New Orleans a sabah vakti varıyoruz. Otelimiz Fairmont Hotel. Amerika daki o düzenli trafik, düzgün ve temiz yollar burada da dikkat çekici. Patron suit bir oda istedi birbirine geçmeli. Salonu da olmalıymış misafir ağırlamak için. Odalarımıza geçip duşlarımızı alıyoruz bu arada patron da oda servisine sandviç ısmarla diyor. Ismarlıyoruz sandwiçlerimizi. Hindili sandviç.

     Sandviçler geliyor o da ne? Bunların arasında "pastrami" var. Bildiğimiz pastırma da ABD de pastırmalar domuzdan olur. Domuz yemeyiz kardeşim biz. Hemen oda servisine bir telefon ediyorum, derhal Bongo (!?) yu gönderiyorlar. Bongo adını taktığım garsonların çoğu marsık gibi kapkara zenci. Üzerlerinde açık renk bir elbise ellerinde beyaz eldiven. Aman efendim bir özür diliyor bini bir para. O çıkıyor arkasından oda servisi yetkilisi arıyor özür üstüne özür. O da yetmiyor Catering yetkilisi kusura bakmayın daha yeni geldiniz böyle bir yanlışlık yaptık. Katiyen bir daha olmıyacak diyor. Arkasından otel müdürü. Bıktırıyorlar yani.

    Giyinip aşağıya iniyoruz. Öğlen olmuş zaten. Otelde öğlen yemeği yiyelim deyip restaurant ın yolunu tutuyoruz. Ama biraz erken demek ki orada saat 12 öğlen yemeği için, lokanta bomboş. Patron a kapıda bekliyelim biri gelip bizi alacak Amerikan adeti böyle felan diyorum. Öperim amerikan adetini diyor, patron. Boş bir masaya çömüyoruz. Eee patron bu öperim diyorsa öper. Fazla sıkıştırmaya gelmez arada biz de öpülebiliriz. Zaten birbirine geçme suit odalarda kalıyoruz. Patron ne derse o! Ama kimse bizimle ilgilenmiyor. Kaçak yolcu muamelesi görüyoruz resmen. Ters ters bakıyor arada bir gelip geçen bongolar. (Ne yapayım ya. Patron’um zencileri sevmedi bir kere.  Eh eleman dediğinde patronun yalakasından başka nedir ki? Üstelik kuzey güney harbi, kölelik felan her türlü entel birikimimi de aktarmış ve cevabımı da almıştım hatırlarsanız. Aydın sorumluluğumu yerine getirmiştim yani. Benim suçum yok. Evet ben de biraz bir destek bekliyor muşum dünden teşneymişim meğer ama gelmeyin işte kardeşim üstüme. Viran olası hanede evladu iyal var. Allah Allah yaa! Neyse artık abiler diyorum biz gurbetçiyiz. First time USA abiler. Bilmiyoruz vallahi billahi. Ne bilelim. Bilseydik böyle kusur edermiydik felan dedikten sonra, obez bir zenciye abla bize acıyıp hizmet etmeye karar veriyor. Paramızla rezil olmak da buna denir işte.

     Her neyse yemekten sonra Otel içindeki dükkanları geziyoruz. Sağı solu elliyoruz. Türklerin göçebelikten kalma bir alışkanlıkları olsa gerek. Yeni geldiğimiz yere muhakkak bir işaret koyacağız veya elleyeceğiz. Ellemeden olmaz. Bir ara dışarı çıkalım diyoruz. Aylardan Haziran ve dışarısı sıcak ve korkunç bir nem var o gün. Öyle ki hava şartlandırıcıların harıl harıl çalıştığı Fairmont Hotel in kapısından kaldırıma adım atar atmaz biran nefesim kesiliyor yoğun nemden. Otelin etrafında ufak ufak turluyoruz. Hani fazla uzaklaşmaya da gelmez kaybolmak da  var. Gerçi çıkmadan sormuşuz  kabul masasına otelin etrafının  güvenli olup olmadığını. Ama gene de ne olur ne olmaz. Önlerinde bir gazete kutusu, gazete satan, ayakkabı boyayan zenciler var kaldırımlarda ve eskiden evlerin duvarlarına asılan kırmızı bandanalı, omuzunda sepeti yarım zenci kabartmalarına benziyorlar. New Orleans güya kuzey güney savaşından önce de zencilerin özgürce yaşadığı, beyazlarla okula gidebildiği şehirlerdenmiş. Dolaşırken kendimize birer New Orleans yazan şapka alıyoruz. Bir iki buzdolabı mıknatısı, eşim için. Buzdolabı mıknatısı topluyor. Ben de dışarı gittikçe alıyorum. Dışarıda daralıyoruz iyice nemden ve otele geri dönüyoruz.

    Akşam yemeği için pirinç satıcılarından biriyle akşam yemeği için randevumuz var. Odalarımıza geçip biraz dinleniyoruz. Saat 7 civarında aşağıya inip lobide buluşmak üzere
Beklemeye başlıyoruz. Çok geçmeden Moiz geliyor.Moiz aslında Pakistanlı ve yahudi de değil. Müslüman. Üstelik baktığınızda evet bu kesin Pakistanlı diyebileceğiniz biri. Ama adı Moiz. Belki Musa idi adı Urdu dilinde, Amerikaya gelince Moiz yapmış. Süper bir pirinç satıcısı ama. Yıllık yaklaşık 500 milyon dolarlık bir bütçe idare ediyor Moiz. Bizi French Quarter da bir Italyan Lokantasına götüreceğini söylüyor. Balık yiyecekmişiz. Yola çıkıyoruz French Quarter a doğru. Bu French Quarter tabir edilen mahal şehrin eğlence merkezi. Yerlisi turisti herkes orada. Dar –yani Amerikaya gore dar, aslında İstiklal caddesinin yarısı genişliğinde- yollarla gece klüpleri, discolar, barlar birbirinden ayrılmış. Sokaklarda oldukça yoğun bir kalabalık var. Herkes eğlenecek bir yer arıyor herhalde. Açık pencerelerden blues-rock karışımı bir müzik yayılıyor. Yer yer country tarzı müzik de duyuluyor. Çoğu barın içi görünüyor dışarıdan. Pistte rahat giyimli gruplar müzik yaparken milletin bir kısmı ayakta sallanıyor bir kısmı da müziğin ritmine kaptırmış kendini pistte dansediyor. Amerika da Avrupalıları hemen ayırabilirsiniz Amerikalılardan. Amerikalılar çok rahat ve yer yer bize kaba gelebilecek davranışlar sergiliyorlar. Avrupalılar daha bir rafine. Giyim ve davranış olarak.

      Küçük bir lokanta nın önünde duruyoruz. İsmini şimdi hatırlamıyorum ama işte Antonio nun yeri veya Antonio nun evi felan gibi bir adı var. İçeri giriyoruz. İçeride 5 ila 6 masa ya var ya yok. Biz gene erkenciyiz, pek kimseler gelmemiş henüz. Oturup balık söyluyoruz tabii. Yanında bir kaç iştah açıcı. Yeşil salata, jumbo karides. Burası çok meşhur bir yermiş French Quarter ve New Orleans da. Balık geliyor. Gerçekten ABD de yediğim nadir lezzetli yemeklerden biri. Sıkı etli derin deniz balığından buğulama gibi bir şey. Ama içine konulan diğer malzemeler balığa çok güzel bir tat vermiş. Eh French Quarter dayız. Francala ekmek olmadan olur muş? Bandıra bandıra yiyorum yemeğimi. Amerika da pek aldırmazlar. Kibarca tavuk ve balığı elle yiyebilirsiniz. Bende kılçıklarını ayırıp, balığın yanaklarını ve kafasını didikleyerek –ama kibarca yani ha- malı götürüyorum. Amerika da bizim alışık olduğumuz hergün bakkaldan aldığımız francala ekmek heryerde bulunmaz. Ya yüksek proteinli alman ekmekleri yada tost ekmeği cinsi şeyler vardır. Hoş getirilen porsiyonların büyüklüğü doyurmak için tek başına yeter de artar ama biz alışmışız kardeşim ekmeksiz doymayız. Hakikaten porsiyonlar ABD da çok büyüktür. Burada 1,5  porsiyon deyip yediğiniz yemek orada 1 porsiyon bile sayılmaz. Şişmanlığın problem olmasına onun için şaşırmamalı. Orada otururken Istanbul dan tanıdığımız iflas etmiş bir işadamı ailesiyle beraber güle oynaya içeri giriyor. Karşılıklı ooooooo! Siz de mi buradasınız çekip selamlaşıyoruz. Moiz le de iyi tanışıyorlar. Ben Moiz e dönüp diyorum ki en iyisi iflas etmek. Ben de büyüyünce iflas edeceğim diyorum. Moiz şaşkın anlamıyor espriyi. Moiz diyorum sizde iş adamları iflas edince ailesini yanına alıp güle oynaya dünyanın 15 bin mil ötesine gezmeye tatile gider mi? Hayır diyor Moiz. Eh diyorum biz de iş adamları ancak iflas edince tatile gidebiliyorlar ve ancak iflas edince gördüğün gibi mutlu ve sevinçli oluyorlar diyorum. "Aaaaah yeaaaahh!" Diyor Moiz. Moiz i tekraren "Aah yeahh yaa!" Diyorum ve üstüne bir jumbo karides daha yutuyorum. Bu iş yemeklerinde eğer patron lisan bilmiyorsa ne yediğinizi anlıyabilirsiniz ne de sohbet ettiğinizi aslında. Patron söyler İngilizceye, misafir söyler Türkçeye tercüme edersiniz. En iyisi spontane tercümeyi denemektir. O zaman yemeği soğutmadan yeme şansınız olur. Adamlar ağzını açıp ilk kelimeyi söylediği anda tercümeye başlamak en iyisi. Her zaman o eee nasıl diyor amerikalılar o "mood"u yakalıyamazsınız ama bir iki lokma götürme imkanınız olur. Yoksa siz patronun dediğini tercüme ederken patron, adamın dediğini tercüme ederken adam yemeğini rahat rahat yer siz de Tilki nin yemeğe davet edip düz tabakta çorba ikram ettiği leylek misali gaganız yani eliniz tabağın içinde ama bir lokma yiyemeden yalanır durursunuz. Belki de bu yüzden varikosel bile olur insan. Eh onlar yer siz bakarsanız bir yeriniz şişer elbet. Hele bir de atasözlerine, darbı mesellere meraklı bir patronunuz varsa yandınız. Konuşmanın en hararetli yerinde “aynen tercüme et, kısmetse gelir ta Yemen'den kısmet değilse ne gelir elden. Aynen kelimesi kelimesine tercüme et!” diye de emir buyurur. Siz mealen tercüme edersiniz. Bana  yutturmaca yapma der Patron, içinde yemen lafı geçmiyor der fırça atar. Aynen tercüme etmeye kalksanız Amerikalı, yav biz Amerikan pirinci konuşuyorduk bu Yemen nerden çıktı diye tuhaf tuhaf bakar. Yani ne konuştuğunuzdan ne de yediğinizden bir şey anlıyabilirsiniz. Zor iştir velhasıl.

     Missisipi'nin denize döküldüğü yerde ki New Orleans aslında önemli bir liman şehri. Liman imkanları çok gelişmiş. Aynı zamanda Missisipi üzerinden de mavnalarla taaa Little Rock lara kadar taşıma yapıyorlar.  20 bin tonu 30 bin tonu 2 günde yüklemeleri işten bile değil. Bataklıkları ve timsahları da ünlü.

    New Orleans'da 3 gün ya kaldık ya kalmadık gerisin geriye New York'a döndük.  Hani teşbihte hata olmaz, New Orleans'dan New York'a dönmek Eskişehir'den İstanbul’a dönmeye benziyor. Yok aslında bir fark ama birisi New York işte. Newyork'a dönüşümüz bir Cuma sabahına  rastladı. Bu sefer yollarda zencilerin birer paçaları diz altına kadar sıvanmış şekliyle görünce New York'ta yaşayan Türklere sordum, dedim nedir zenciler arası uyuz salgını mı var?. Bu dediler zenci modası, bir de bunlar düşük pantalon giyip altına pahalı don giyerler ve sık sık pantalonu düşürüp don gösterirler dediler ki ben lafı tamamlamalarına fırsat bırakmadım. Tanıştım o donla dedim.  Cuma günü öğlenleyin Patterson a Cuma namazına gittik. Büyükçe bir binayı vermişler müslümanlara, cami olarak kullanılıyor. İmam aklıbaşında biri gibi. Enteresan dır benim oğlanın sünnetini yapan operatörü görüyorum namazda. Aynı zamanda gençliğimizde Haluk Dursun'un ameliyatını yapan doktor. Çıkışta selamlaşıyoruz. Yahu ne iştir neler yapıyorsunuz diyerek.  Cumadan çıkılıyor mutad üzere kebapçıya gidiyoruz.

     Cumartesi günü New York da diyorum ki patrona benim biraz işim var kendim dolaşmak istiyorum. Beni azad ediyor o gün patron. Vuruyorum kendimi yayan yapıldak New York yollarına. Snaples içerek, domuzsuz hot dogs lar yiyerek, aynen bizdeki gibi yol kenarlarında, aynı bizdeki  iki tahtanın üstüne mukavva tezgahlar üzerinde üç kağıt açan kara gözlüklü dazlak zencileri seyrederek, devasa mağazaların içinde kaybolarak, sıkışınca acil tuvaletler arayarak, o muhteşem kitap evlerini gezerek, alışveriş ederek geçiriyorum Cumartesi gününü.  Akşam bizim meşhur James Brown'la yemeğimiz var. Kibar eşi de bize katılacak.  Gene bir İtalyan lokantası'na gidiyoruz ama burası çok özelmiş. Şirketin sahibi Baba Connell buraya gelirmiş. Baba Connell da Baba Connell hani. 2. Dünya savaşında almanlara karşı savaşmış ve Otobandan kendi şirketine yol açacak kadar da nüfuz sahibi bir adam. Orda böyle tarif ediyorlar. Çünkü highway den evine, işyerine yol açabilmek öyle her babayiğidin harcı değilmiş. Neyse Lokanta'ya gidiyoruz, James ve eşi biftek söylüyorlar biz de biftek istiyoruz. Bu arada balık çorbası, karidesler, kerevitler, istiridyeler gelip gidiyor. Lokantanın özelliğiymiş her tabak yemekten sonra örtü ve  servis değiştiriyorlar. Çorba gelip gidiyor hoop servis ve örtü değişiyor. Salatalarımızı yiyoruz, hoop servis ve örtü değişiyor. Karides geliyor yeniyor hoop örtü gitti. Yani o örtüler serilirken zırt pırt rüzgarından nasıl nezle olmadık Allah bilir. Neyse bifteklerimiz geldi. Ana yemek. Hiç mübalağam yok 2,5 ila 3 cm kalınlığında bir şey. Tüh dedim uğraş şimdi keseceğim, çiğneyeceğim, yutacağım diye. Fakat o da nesi? Biftek super yumuşak ve insanın ağzında dağılıyor. James e dedim ki nedir bu yahu. Daha önceden terbiye mi ediliyor et? Hayır dedi, bu etler özel bir odada saklanırmış. Derin dondurucu mu dedim hayır dedi. Serin bir odada haftalarca bırakılıyormuş. Ama oda özel bir odaymış et bozulmuyor ama kurabiye gibi oluyormuş. Dry Aging deniyormuş.

      Cumartesi de öylece geçti. Pazar günü ABD den ayrılma vakti gelmişti. Gene numaramı yapıp patronla yan yana düşmemeye gayret ettim ve başardım. Yanıma cici bir Türk hanımı oturdu. Gavur muyum ben boş bırakır mıyım? Selam sabah hal hatır sorduk tabi. Annesi yenice vefat etmiş. Adana'ya onun cenazesine gidiyormuş. Babasıyla gidiyorlarmış aslında ama aynı uçakta yer bulamadıklarından babası başka bir uçakla gidiyormuş. Bir Türk genciyle evliymiş ama o ABD dışına çıkarsa kaçak olduğundan bir daha ABD ye giremezmiş. Acıklı ve teferruatlı bir gurbetçi hikayesi. 

     Velhasıl hayat devam ediyor, memleketime döneceğim için sevinçliyim...



Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

Haziran 1999, Bulgurlu.
Lenger


2 yorum:

  1. Haldun cum, bayildim. Kalemine sağlık
    Suna

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim. Çok makbule geçti. Bloğu okuyan 1500 kişi, yorum yazan biir sensin bir de bizim Nuriye. Hikayelerin altına yorum yapınız lütfen diye "yalvarıyoruz" da üstelik. Tekrar teşekkürler.

    YanıtlaSil