Bir ABD
Seyahati.
Uzun zaman uluslararası pirinç ticareti ile meşgul oldum. Uzun zaman dediğim de izafi bir şey aslında . Topu
topu 7,5 senedir hepsi. Kendime gore güzel şeyler yaptım, bilgim ve görgüm
kemale ermese de yine bana göre çok gelişti. Yurtdışına sık sık seyahat
edenlerde ve uzun zaman yurtdışında yaşayanlarda hoşgörü sınırlarının daha
geniş olduğunu anladım, yaşadım ve gördüm. Vatanından uzak kalanların, güzel türkçemizle kısaca gurbette olanların, Frenkçesiyle ekspatriotların daha bir
olgun olduklarını düşünürüm hep. Kolay
değildir vatandan uzakta o şartlara uyum sağlamaya çalışmak. Üstelik benliğini
kaybetmeden anadilini unutmadan bunu yapabilmek gerçekten çok zordur.
Pirinç işi
dedik ya, bir alemdir pirinç dünyası, hem çok derin hem de çok küçüktür. Aşağı
yukarı dünyadaki bütün büyük pirinç tüccarları, aracıları pazarlama müdürleri,
ithalatçılar ve ihracatçılar ruberu birbirini tanır. Herkes aşağı yukarı
birbirinin gözü ne renktir bilir. Bu pirince olan talepten, arz şeklinden ve
pirinç ticaretinin önemli bir finansman gerektirmesinden kaynaklanır. Çiftçiden
malı toplayıp koca koca gemilere yüklemek ve varacağı yere sağ salim teslim
etmek her baba yiğidin yapabileceği bir iş değildir. Bir de pirinç genel olarak
dünyada fakir yiyeceği gibi düşünülür. Hele uzak doğuda insanların bizim ekmek
yediğimiz gibi sadece haşlanmış yağsız pirinç yedikleri düşünülürse. O yüzden
de çok fazla kar marjı yoktur pirinçte. Bir de hububat olduğu için, üretimi çok
çeşitli faktörlerden etkilendiğinden sezonluk veya bu senelik yapılıp
vazgeçilecek işlerden de değildir. Bu işi hakkıyla yapabilmek için uzun zaman
bu işle uğraşmış olmak icabeder ki zamanı gelince para kazanılabilsin. Bütün
işler böyledir diyen itirazları duyuyorum, ama bu hububat işinde bu çok daha
ciddi boyuttadır. Bunu vurgulamak istedim sadece.
Pirinç üretim
bölgeleri işte Çin'dir, Vietnam'dır,
Tayland'dır, Avustralya'dır, Mısır'dır ve Amerika Birleşik Devletleri'dir. Tabii
diğer ülkelerde de vardır. Ama pirinç piyasalarını bu ülkeler belirler.
Ana olarak üç
tip pirinç vardır. Uzun tane, orta tane , kısa tane. Türkiye'de ise orta tane pirinç tüketilir. Uzun tane pek tüketilmez. Çünkü pilav
yaptığınızda tane tane olur ama, yağını hiç belli etmez. Haşlanmış pirinç gibi
olur. Amiloz miktarı düşük olduğundan, orta tane gibi bizim ağız tadına uygun
lezzette olmaz. Ekvatora yaklaştıkça pirincin boyu uzar, uzaklaştıkça kısalır.
Mesela Arkansas uzun tane üreticisidir de Kalifornia Orta tane üretir. Tabi
Kaliforniya da uzun tane, Arkansas da orta tane üretmeye kalkarsınız da
kaliteyi tutturamazsınız. Genleriyle oynasanız da iklim ve haşarat, üretiminizi
belirler. Dünyadaki pirinç üretiminin önemli bir bölümü genetik olarak
değiştirilmiş ürünlerden oluşur. Genetik
olarak değiştirilmiş olmak ilk bakışta birşey ifade etmiyebilir ama bazı
bitkilere bazı hayvanların genleri eklenebilmektedir. (Umarım bununla ilgili
dinlediğim konferanstan yanlış saçma sapan varsayımlar çıkarmıyorumdur. Çünkü
ben çok şaşırdım, bitki geniyle bitki genine, hayvan geniyle de hayvan genine
müdahale edilir sanırdım.) Amerika'da yediklerinizin istisnasız -kendi ifadeleri- %80 i genetik olarak
müdahale edilmiş ürünlerdir. ABD de ayrıca bu ürünlerin genetik olarak
müdahaleye maruz kaldıkları üzerlerinde belirtilmez. Belirtilmesi için bazı
eyaletlerde çalışmalar var ama genel kabul görmemiştir. Amerikan Sağlık dairesi
bunu pek önemli olarak görmez. Malthus ün teorisini modern bilim ancak böyle
çürütebiliyor Avrupa da bu böyle değil
pek. Kamuoyu daha duyarlı demek ki. Avrupa da bu ürünlerin üzerine genetik
müdahaleye uğramıştır ibaresi var ve duyduğuma gore de genetik müdahaleye
uğramayanlara nazaran daha ucuza satılıyorlar.
Bana göre pirinç pilavı yiyecekseniz en iyisi yerli
üretimdir. İthallere
oranla daha az kimyasal ve genetik etkiye maruz kalır. O da sadece bilinçsiz
kullanılan gübreden dolayı pirince geçen nitratla sınırlıdır. Pirinç üretimimiz
bir fecaattır. Hep beraber aşk ile buna sebep olanlara derinden bir küfür edelim
ve ayrıntıya girmiyelim isterseniz. Merak etmeyin ne kadar ağır küfretmiş
olsanız da gramı boşa gitmeyecek tam yerini bulacaktır. Bana güvenin.
Türkiyenin tüketimi 600 bin tonlar seviyesindedir ve bunun kabaca yarısı ithal
edilir. İşte genel
hatlarıyla hububat dünyası böyle bir şeydir. Teknik konulara ve rakamlara girip
de kimseyi boğmak istemiyorum. Biz gelelim
işin magazin bölümüne. Türkiye ithalatının büyük bir bölümünü ABD den
yapar. Ondan sonra da Mısır gelir. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan
olmak deyimindeki Dimyat Mısır dadır ve Mısırlılar Damietta derler.
ABD nde yılda
iki sefer pirinçle ilgili toplantılar
olur. Birisi genel olarak pirinç ticaretiyle ilgili konferansların yapıldığı toplantı, ekim öncesi Haziran da yapılır, diğeri çeltik değirmencilerinin ve çeltik
üreticilerinin, yani çiftçilerin yaptığı hasat sonrası, Kasım ayında yapılan
toplantılardır. Bu toplantıların önemi dünyanın 4 bir tarafından ithalatçı
ihracatçı ve üreticilerin bir araya toplanmasıdır. Yüzbinler harcayarak aylarca
sürebilecek yolculuklarla ulaşabileceğiniz insanlara kısa zamanda aynı yerde
fazla yorulmadan ve fazla masrafa girmeden ulaşabilirsiniz.
İşte gene böyle
bir toplantıya katılmaya karar vermiştik. Patron benim bu toplantılar
hakkındaki telkinlerimi “Eh işte bizim müdürün canı gezmek istiyor, o yüzden
gaz veriyor”
şeklinde
değerlendirmiş olacak ki 1 ay önceden ezgilerine başlamıştı. Efendim onun
sayesinde ABD yi görüyormuşuz da, onun sayesinde ingilizce öğrenmişiz de vs.
vs. Ama inanın her gün böyle. Yahu dedim yeter. Ben gitmiyorum kimi istersen
onu götür. New York ofiste bir sürü İngilizce bilen adam var al birini git.
Beklemiyordu tabi. Biraz bozuldu. İş seyahatleri dışarıdan bakıldığında çok
eğlenceli bol bol gezilen seyahatler gibi görünürler. Ama ben bundan önceki seyahatimden
biliyorum. O zaman New York Palace da 425 dolarlık bir odada 1 hafta kalmıştım
ama iş kovalamaktan o bir hafta boyunca odamdaki jakuziye bile girememiştim.
Tabii siz şimdi Romanya ve Gürcistan hikayelerine bakıp haydi Oğlum yeme bizi
diyeceksiniz önemli değil, iş seyahatine gidenler ne dediğimi çok iyi
anlıyacaklardır.
Neyse lafı
uzatmayalım, sonunda eh işte onlar pirinç işini bilmez, seninle gitmemiz lazım
felan dendi ve günü geldiğinde THY Airbus larından biriyle direct olarak ABD ye
uçtuk.
Size şunu
söyliyeyim ki THY yolları özellikle uzun uçuşlarda rakiplerinden çok çok daha
iyidir. Yolculuk İstanbul dan New York a tam tamına 11 saat 20 dakika sürdü.
Sanırım 3 sefer kabin ekibi değişti. Üstelik bu sefer Business Class uçuyordum
ve doğrusu oldukça keyifli idi. Katakulli mi atmış patronla yanyana düşmemek
için elimden geleni ardıma koymamıştım. Doğrusu 11:30 saat patronla yanyana çekilmezdi. O da farkında
olmalı ki israrcı olmadı. Ben jet lag yememek için ABD uçuşlarında uyumam.
Ancak ABD ye vardığımda gece normal saatte uyurum. Bioritm biraz darbe alır ama
öteki türlü de toplantılara konsantre olmak mümkün olmaz. Dönüşte de kesin jet
lag i yerim. 3 gün yataktan çıkamam.
11:30 saat 10
bin feet de doğrusu çok zor geçer. Filmler, kitaplar, gazeteler, motor uğultusu
arasında idare edersiniz. Atlantik uçsuz bucaksız kımıldamayan bir mavilik
halinde altınızda uzanır. Saat farkları
yüzünden zaman duygusu; bu uçsuz
bucaksız, 10 bin feet den kımıltısızmış gibi görünen Atlantik sebebiyle de
mekan duygusu, içinde bulunduğunuz gri
aluminyum tüpte derinden gelen vınlamalarla kaybolur gider. Öyle olur ki
bazen sonsuza kadar böyle kalacakmışsınız hissine kapılırsınız. Allah tan yemek
ve içecek servisleri, tuvalet ihtiyacı bu hayali böler de gerçekliğe dönebilirsiniz.
Oldukça uzun
olan bir uçuştan sonra nihayet New York a varabildik. Uçağımız New Ark havaalanına başarılı bir
iniş yaptı. Rutin anonslar eşliğinde indik, bagajlarımızı aldık, sarı çizgiler
arkasında pasaport kontrollerinden geçtik.New York ofisden gönderdikleri Recai Bey bizi havalanında
karşıladı. Ofis 42. caddede, kalacağımız lojman ise New Jersey deydi. Recai Bey’e patron çok acıktığını bir şeyler
yemek istediğini söyleyince, o da merak etmeyin sizi öyle bir yere götüreceğim ki
çok beğeneceksiniz dedi. Patterson diye bir yere gittik. Bir ara gözlerimi
oğuşturdum Allah Alah dedim gelmedik mi biz Amerika'ya? Çünkü yolda trafikte
durunca sağımızda bir kahve gördüm.
Herkes içerde aynen bizim usül okey oynuyordu. Dedim ki “Belli ki bu okey
beynelmilel bir oyun canım! Baksana Amerikalılar bile aynı bizim gibi
oynuyorlar. Derken biraz ilerde bir videocu gözüme çarptı. O da ne İbrahim Tatlıses in
filmlerinin Türkçe reklamı yapılıyor vitrininde. Demeye kalmadı gideceğimiz
lokantanın önüne geldik. Dükkanın üstünde bordo mavi kocaman bir tabela : “Karadeniz Pidecisi”! Eh dedim ulan Recai Bey, sen
İstanbul’a geldiğinde akşam yemeğinde seni McDonalds’a götürmezsem ne olayım.
Girdik, pideciden içeri, selamün aleyküm,
aleyküm selam. Uyyy rizeli bir uşak fırına pideleri atmakta iken lafımıza
yetişti. "Hoşceldinuzzz abiler!.."
Pidelerimizi
yedik, kaşarlı kuşbaşılı. Haçan bir Fadime de hizmet etmekte ki o kadar olur.
Bir tek başı açık ve saçları abartıı bir şekilde kabartılmış ve sarıya boyanmış. Hal, hareket, terbiye,
servis, ve kıyafetin geri kalanı tam Fadime.
İçim burkuldu. Herhalde artık Amerika ya geldin bu kafayı değiştir
lafının manasını Temel (!?) kendisine bu şekilde izah etmiş olmalıydı. Ayranlar da
içildi. Üstüne Rize den özel gelmiş çaylar.
Türk usulü. Çıktık "Karadeniz Pidecisi"nden. Eve gideceğiz. Patron dediki
bir markete gidelim yemeklik, kahvaltılık bir şeyler alalım. Kocaman bir Green
Grocer a yani manava girdik. Çalışanların tamamı güney amerikalı ve ingilizce bilmiyorlar.
Hepsi İspanyolca konuşuyor. Per favor, muchas gracias! Neyse 2 araba doldurduk. Ben, ABD de katkısız meyva suları vardır. Şimdi artık bizde de var. Süt
gibi günlüktür üzerinde 4-5 günlük bir kullanma süresi olur. Bir de snaples.
Çok severim. Onlardan aldım. Alışverişi de bitirip New Jersey e doğru yola
koyulduk. Kalacağımız ev ormanın içinde
2 katlı müstakil bir bina idi. 2 tane araba alabilen kocaman bir garajı vardı
ve bahçesinin etrafında çit mit de yoktu. Sabah kalktığımda bahçede topallayan
bir geyik ve palamut ayıklayan sincaplar gördüm. Üstelik çok yanına
yaklaşmadıktan sonra kaçmıyorlardı da. Kimse bunlara dokunamazmış. Federal
yasalarca korunuyorlarmış. O kadar ki bazen yollara çıkarlar sık sık kazaya
sebep olurlarmış ve bizde yollardaki
kedi kopek ölüleri gibi geyik ölüleri olurmuş. Çarparak yaralasalar da kesip
yiyemezlermiş. Yazık dedim murdar gidiyor canım geyikler. Ben olsam yazıktır der yanımda taşıyacağım
bir bıçakla kesip fakir fukaraya dağıtırdım doğrusu.(!) Zaman zaman avını serbest
bırakırlamış çok çoğaldıklarınla. Bahçelere çok zarar verdikleri için ancak
o zaman avlanılabilirlermiş. En yakın ev de en az 250 metre uzakta. Seslensen
sesini kimse duymaz. O gece orada kaldık. Tuvaletler de her klozet in yanında
bir ibrik muhakkak vardı. Malum taharet musluğu yok. Bu taharet musluğu bir
beladır yurtdışında her Türk için. Otelde felan tuvalete gidersem pantalon, don fora edilip
hacet giderdikten sonra mecburen küvete giriyordum. Eh biz alışmışız
yıkayacağız. Gıcır gıcır olmalı. Öyle aldık tuvalet terbiyemizi. Neymiş o
tuvalet kağıdıyla sil çık. İğrenç! Şappada şuppada soğuk suyla yıkamadan
temizlik ateşimiz söner mi bizim. Bir kere dedim ki yahu dayanacağım bakalım
tuvalet kağıdıyla nasıl oluyor. 2 günden fazla dayanamadım. Alışmadık yerde
tuvalet kağıdı bir kaşıntı yapıyor ki hiç tavsiye etmem. LGBT lilere hoşgörüyle bakası geliyor insanın.
Ertesi sabah
erkenden kalkıp patronun aşçılığında dehşetengiz bir kahvaltı yaptık. Allahı var
patron da yemek konusunda 1 numaradır ve sever yemek yapıp yedirmeyi. Daha
sonra da New York ofise doğru yola koyulduk. Ofis 42. caddede. 3. katta. Kapıda
bir güvenlik var. Bir de ofise girerken biri kilitlenmeyince öteki açılmayan 2
kapılı bir güvenlik var. Peh peh dedim nedir bu yahu. Ayrıca özel güvenlik
şirketlerinden birine de alarm ile bağlıymışız. Bir şey olursa hemen polise
haber veriyorlarmış ve polis kontrole geliyormuş. Patron hesaplara daldı, ben e-maillerimi check (!?) ettim. Personelle geyik muhabbeti yapıp biraz patronu
çekiştirdik. Hepsi ABD de okumaya gelmiş türk çocukları. Biraz donuk gibi
geldiler bana. Belliki gurbetin ağırlığı
ezmişti garipleri. Hepsi nin 2 lafından
biri oturma izni, green card idi. Nasıl alınıyor? Napılması lazım? Türkiye ye
neden gidemiyorlar felan. Malum hikayeler.
Neyse öğlen
oldu, 42. caddeye yakın biryerde türk kebapçı varmış oraya gidin dediler. Yok hocam, şart oldu ben bunların topunu
Istanbul a geldiklerinde kahvaltı, öğlen akşam yemeği McDonalds dan çıkartırsam
ne olayım. Neyse gittik kebapçıya. Amerikan lokantalarında bir adet var.
Filmlerden de görmüşsünüzdür, öyle içeri girip boş masaya çökmek yok. Kapıda
bekliyorsun. Yanına bir refakatçi veriyorlar o seni bir masaya oturtuyor. Bize
de bir kız verdiler. Adı Jülyet miş. Kerata bir güzel türkçe konuşuyor. Ulan
diyorum bu kızı tanıyacağım bir yerleren ama dur bakalım. Bir yandan da diyorum ki gurbet kafana vurdu bacım gardaşım muhabbetine başlıyacaksın şimdi ama o da değil. Derken dank etti tabi. Yahu bu
magazin basından tanıdığımız Tarkan ın eski sevgilisi Jülyet değil miymiş? Tam muhabbete dalacağım,
gına gelmiş bu bacım sululuklarından ki burnunu dikip uzaklaşıyor yanımızdan.
Derken garson gelip siparişleri alıyor. Adama "spicy Adana" var mı? diyorum "heu What is this?" diyor. Yahu aman Urfa diyorum. Ne diyon abey eğlenme gibisinden
suratıma bakıyor. Sonunda şiş kebapta anlaşıyoruz..Yemekler bitiyor ve lokanta
dan gözlerim Jülyet ı arayarak ayrılıyoruz. Aman Türk ler geldi ben yıllık
iznimin bir bölümünü kullansam deyip ayrıldı herhal. Neyse kendi bilir.
Öğleden sonra "5th
Avenue" de alışverişe çıkıyoruz ama ne curcuna. Patron herkesle pazarlık ediyor.
O kadar ki New York ofisten arkadaş yetersiz kalıyor. Ben müdahale etmek
zorunda kalıyorum. Macy’s de bile pazarlık ediyoruz. Fakat kimse hayır demiyor.
Şaşırıp ters köşe oluyorlar ve ben bir direktörüme sorup geleyim diyorlar. Bu
arada italyan mağazalarında da epey bir dolaşıp 750 dolarlık bir takım
beğeniyor patron. Italyan akdenizli işi
biliyor. Kestirip atıyor pazarlık yok diye. Eh sen bilirsin diyor patron. Bu
arada bana çaktırmadan ceketin etiketindeki adresi not almamı söyluyor. Not
ediyorum bir kenara. Bir şey almadan çıkıyoruz. Adresi
veriyoruz bizim New York lu arkadaşa götür bizi diyoruz bu adrese. Madison
civarlarında ara sokaklardan birinde buluyoruz aradığımız adresi. Bir binanın 15. katı.
Çıkıyoruz. 140 –150 metrekarelik bir daire. İçerisi takım elbise dolu. 2 tane
zenci işletiyor ama ABD zencisi gibi değil adamlar. İtalyan mağazasında
gördüğümüz takımın aynısı burada 400 dolar. Patron cetin ceviz bırakır mış 200
dolara indiriyor tanesini ve 5 takım elbise alıyor. Alış verişin sonuna doğru
zavallı adamlar perişan vaziyetteler, birisi öteki zenciye "Abdullah !" diyor "şunları paket et!" . Patron hemen kulakları dikiyor. Abdullah mı? Memleket nire
kardaşım neresinden derken öğreniyoruz ki adamlar Sudan lı ve müslüman. Patron diyor ki
“Ah gariblerim, Sudan dan gelmişler New York da elbise işi yapıyorlar. Kafadan
50 şer dolar zam yapıyor pazarlığı bitmiş elbiselere ve diyor ki bu müslüman
olduğunuzdan. Adamlar bir şaşkın ki anladılarsa arap olsunlar diyeceğim ama
zaten adamlar kapkara arap. 750 dolarlık elbiseyi sonunda 250 dolara alıyoruz. 1. New York
meydan muharebesini kazanmış mareşal edasıyla çıkıyoruz dükkandan. Üstelik “düşmana” alicenaplık bile göstermişiz. Hay Allah bak şu elin Amerika'nın kapitalist iktisadiyatına. Az kaldı ki
müslümanı müslümana kırdıracaklardı.
Sokaklar
kalabalık ve heryerde tuhaf bir koku var. Belli belirsiz heryerde. Bütün New
York u sarmış. Ne olduğunu çıkaracağım ama durun bakalım. Mazgallardan çıkan
buharlar ve bu ne kokusu olduğunu anlayamadığım koku ile Ofise dönüyoruz.,
O günde öyle
geçiyor. Ertesi günü, pirinççilerin toplantısı New Orleans da oraya uçacağız.
Bakalım neler göreceğiz neler olacak. Ertesi gün erkenden kalkıyoruz Patron
kahvaltıyı hazırlarken ben bahçede bir tur atıyorum. Dünkü topal geyik ortada
yok. Anladı zahir aklımdan geçenleri. Sincaplar her zamanki telaşlı
hareketleriyle palamut ayıklamaya devam ediyorlar. Bir ikisini yakından izlemek
için yaklaşayım diyorum. Kim lan bu kro der gibi palamut ayıklamayı
bırakıyorlar, birbirlerine bakıyorlar ve nihayet “Aman Allah'ım bu bir türk, ne
yapıyoruz biz, hemen tüyelim.” Diyerek hep beraber tabanları yağlıyorlar. Ben
de “tüh” diyorum, “anladılar benim yabancı olduğumu.”
'
2 fincan iyisinden mis kokulu filtre kahve
yuvarlıyorum. Eh Amerika'dayız herhalde değil mi? Kahvaltı edip çıkıyoruz. 42.
caddeye doğru ofise gidiyoruz. Öğlene kadar kalıyoruz ve New Orleans a uçuş
saatimiz geliyor. Ci Ef Ki (John Frederic Kennedy.) havaalanına gidiyoruz ve
United Airline'ın bir uçağına biniyoruz. Hostesler çok rahat tavırlı. Bir
tanesi gerindiğimi görüp sırtıma pata küte 1-2 dakikalık masaj bile yapıyor
sevabına. Derken önümüzdeki koltuğa rapçı kılıklı bir zenci ve arkadaşları
geliyor. Adamın kıyafeti belli pahalı şeyler ama pantalonunda kemer yok ve hilafsız
3-4 beden büyük. Ve sürekli düşüyor, altından boxer pahalı marka bir don
görünüyor. Herif arada bir ayağa kalkıyor öndeki arkadaşlarına laf yetiştirmek
için tabi pantalon düşüyor neredeyse dizlerine. Herifçioğlu çekiyor çekmesine
pantalonu ama çekmesiyle pantalonun aynı yere düşmesi bir oluyor. Patron bir
iki la havle çekip başlıyor yüksek sesle kalaylamaya. Nasıl kalaylamak ama, ana avrat, eşikteki
beşikteki, yataktaki döşekteki Adem Peygambere kadar aradaki nezih insanları
tenzih etmekten de geri kalmadan herifin gelmişini geçmişini hatta geleceğini
bir güzel yıkıyor. Ama durup dinlenmeden. Zenci dönüyor gülümsüyor patrona
patron da hem gülümsüyor hem kalaylıyor. Ben yerin dibine girmek üzereyim. Ulan
diyorum şimdi Türkiye de askerlik yapmış biri çıkacak anlıyacak dediklerini.
Ulan hıyar zenci diyor patron, siz zaten adam olmazsınız. Bizim James Brown’ın
(pirinç aldığımız şirketin genel müdür yardımcısı, ingiliz asıllı amerikalı.)
sabahtan akşama kadar pirinç satacam diye anası ağlasın sen burada donsuz gez
sonra da zenciler eziliyor. Tabi ezmek lazım sizi felan deyip apartheid
takılmaya başlayınca ben damardan Zencilerin ABD de hakikaten ezildiklerini
felan savunmaya kalkıyorum ama işin ucunda patrondan dayak yemekte var.
Sunturlu bir “Hasstirr!’ Çekiyor bana patron “monşerliğin tutmasın. İşte mal
meydanda neresi ezilmiş herifin, utanmasa donu da çıkaracak” diyor. Derken
havalanıyoruz bu sefer patron sağ çaprazda çilli kızıl bir kıza takıyor kafayı.
Başlıyor bu sefer onu kalaylamaya. Ama diyorum ya yüksek sesle. Kız da
kalaylanmıyacak gibi değil. Bir elinde kitap var, öbür eli ağzında aynı mızıka
çalar gibi sırayla tırnaklarını kemiriyor, o el bitince kitabı o eline alıp bu
sefer aynı usul başlıyor öbür elin tırnaklarını kemirmeye. O bitiyor öbür ele
tekrar geri dönüyor. Çizgi film gibi inanamazsınız. Neyse 4-4,5 saatlik
yolculuğu bir zenciyi bir de bu çilli kızı kalaylıyarak tamamlıyoruz ve New
Orleans havaalanına iniyoruz. Rutin kontroller derken biniyoruz bir taksiye
doğru otele.
New Orleans a
sabah vakti varıyoruz. Otelimiz Fairmont Hotel. Amerika daki o düzenli trafik,
düzgün ve temiz yollar burada da dikkat çekici. Patron suit bir oda istedi
birbirine geçmeli. Salonu da olmalıymış misafir ağırlamak için. Odalarımıza
geçip duşlarımızı alıyoruz bu arada patron da oda servisine sandviç ısmarla
diyor. Ismarlıyoruz sandwiçlerimizi. Hindili sandviç.
Sandviçler
geliyor o da ne? Bunların arasında "pastrami" var. Bildiğimiz pastırma da ABD de
pastırmalar domuzdan olur. Domuz yemeyiz kardeşim biz. Hemen oda servisine bir
telefon ediyorum, derhal Bongo (!?) yu gönderiyorlar. Bongo adını taktığım garsonların çoğu
marsık gibi kapkara zenci. Üzerlerinde açık renk bir elbise ellerinde beyaz
eldiven. Aman efendim bir özür diliyor bini bir para. O çıkıyor arkasından oda
servisi yetkilisi arıyor özür üstüne özür. O da yetmiyor Catering yetkilisi
kusura bakmayın daha yeni geldiniz böyle bir yanlışlık yaptık. Katiyen bir daha
olmıyacak diyor. Arkasından otel müdürü. Bıktırıyorlar yani.
Giyinip aşağıya
iniyoruz. Öğlen olmuş zaten. Otelde öğlen yemeği yiyelim deyip restaurant ın
yolunu tutuyoruz. Ama biraz erken demek ki orada saat 12 öğlen yemeği için,
lokanta bomboş. Patron a kapıda bekliyelim biri gelip bizi alacak Amerikan
adeti böyle felan diyorum. Öperim amerikan adetini diyor, patron. Boş bir masaya çömüyoruz. Eee patron bu
öperim diyorsa öper. Fazla sıkıştırmaya gelmez arada biz de öpülebiliriz. Zaten
birbirine geçme suit odalarda kalıyoruz. Patron ne derse o! Ama kimse bizimle
ilgilenmiyor. Kaçak yolcu muamelesi görüyoruz resmen. Ters ters bakıyor arada bir
gelip geçen bongolar. (Ne yapayım ya. Patron’um zencileri sevmedi bir kere. Eh
eleman dediğinde patronun yalakasından başka nedir ki? Üstelik kuzey güney
harbi, kölelik felan her türlü entel birikimimi de aktarmış ve cevabımı da
almıştım hatırlarsanız. Aydın sorumluluğumu yerine getirmiştim yani. Benim
suçum yok. Evet ben de biraz bir destek bekliyor muşum dünden teşneymişim meğer ama gelmeyin işte kardeşim üstüme. Viran olası hanede evladu iyal var. Allah
Allah yaa! Neyse artık abiler diyorum biz gurbetçiyiz. First time USA abiler.
Bilmiyoruz vallahi billahi. Ne bilelim. Bilseydik böyle kusur edermiydik felan
dedikten sonra, obez bir zenciye abla bize acıyıp hizmet etmeye karar veriyor.
Paramızla rezil olmak da buna denir işte.
Her neyse
yemekten sonra Otel içindeki dükkanları geziyoruz. Sağı solu elliyoruz.
Türklerin göçebelikten kalma bir alışkanlıkları olsa gerek. Yeni geldiğimiz
yere muhakkak bir işaret koyacağız veya elleyeceğiz. Ellemeden olmaz. Bir ara
dışarı çıkalım diyoruz. Aylardan Haziran ve dışarısı sıcak ve korkunç bir nem
var o gün. Öyle ki hava şartlandırıcıların harıl harıl çalıştığı Fairmont Hotel
in kapısından kaldırıma adım atar atmaz biran nefesim kesiliyor yoğun nemden.
Otelin etrafında ufak ufak turluyoruz. Hani fazla uzaklaşmaya da gelmez
kaybolmak da var. Gerçi çıkmadan sormuşuz kabul masasına otelin etrafının güvenli olup olmadığını. Ama gene de ne olur
ne olmaz. Önlerinde bir gazete kutusu, gazete satan, ayakkabı boyayan zenciler
var kaldırımlarda ve eskiden evlerin duvarlarına asılan kırmızı bandanalı,
omuzunda sepeti yarım zenci kabartmalarına benziyorlar. New Orleans güya kuzey
güney savaşından önce de zencilerin özgürce yaşadığı, beyazlarla okula
gidebildiği şehirlerdenmiş. Dolaşırken kendimize birer New Orleans yazan şapka
alıyoruz. Bir iki buzdolabı mıknatısı, eşim için. Buzdolabı mıknatısı topluyor.
Ben de dışarı gittikçe alıyorum. Dışarıda
daralıyoruz iyice nemden ve otele geri dönüyoruz.
Akşam yemeği
için pirinç satıcılarından biriyle akşam yemeği için randevumuz var.
Odalarımıza geçip biraz dinleniyoruz. Saat 7 civarında aşağıya inip lobide
buluşmak üzere
Beklemeye
başlıyoruz. Çok geçmeden Moiz geliyor.Moiz aslında Pakistanlı ve yahudi de
değil. Müslüman. Üstelik baktığınızda evet bu kesin Pakistanlı diyebileceğiniz
biri. Ama adı Moiz. Belki Musa idi adı Urdu dilinde, Amerikaya gelince Moiz
yapmış. Süper bir pirinç satıcısı ama. Yıllık yaklaşık 500 milyon dolarlık bir
bütçe idare ediyor Moiz. Bizi French Quarter da bir Italyan Lokantasına
götüreceğini söylüyor. Balık yiyecekmişiz. Yola çıkıyoruz French Quarter a
doğru. Bu French Quarter tabir edilen mahal şehrin eğlence merkezi. Yerlisi
turisti herkes orada. Dar –yani Amerikaya gore dar, aslında İstiklal caddesinin
yarısı genişliğinde- yollarla gece klüpleri, discolar, barlar birbirinden
ayrılmış. Sokaklarda oldukça yoğun
bir kalabalık var. Herkes eğlenecek bir yer arıyor herhalde. Açık pencerelerden
blues-rock karışımı bir müzik yayılıyor. Yer yer country tarzı müzik de
duyuluyor. Çoğu barın içi görünüyor dışarıdan. Pistte rahat giyimli gruplar
müzik yaparken milletin bir kısmı ayakta sallanıyor bir kısmı da müziğin
ritmine kaptırmış kendini pistte dansediyor. Amerika da Avrupalıları hemen
ayırabilirsiniz Amerikalılardan. Amerikalılar çok rahat ve yer yer bize kaba
gelebilecek davranışlar sergiliyorlar. Avrupalılar daha bir rafine. Giyim ve
davranış olarak.
Küçük bir
lokanta nın önünde duruyoruz. İsmini şimdi hatırlamıyorum ama işte Antonio nun
yeri veya Antonio nun evi felan gibi bir adı var. İçeri giriyoruz. İçeride 5
ila 6 masa ya var ya yok. Biz gene erkenciyiz, pek kimseler gelmemiş henüz.
Oturup balık söyluyoruz tabii. Yanında bir kaç iştah açıcı. Yeşil salata, jumbo
karides. Burası çok meşhur bir yermiş French Quarter ve New Orleans da. Balık
geliyor. Gerçekten ABD de yediğim nadir lezzetli yemeklerden biri. Sıkı etli
derin deniz balığından buğulama gibi bir şey. Ama içine konulan diğer
malzemeler balığa çok güzel bir tat vermiş. Eh French Quarter dayız. Francala
ekmek olmadan olur muş? Bandıra bandıra yiyorum yemeğimi. Amerika da pek
aldırmazlar. Kibarca tavuk ve balığı elle yiyebilirsiniz. Bende kılçıklarını
ayırıp, balığın yanaklarını ve kafasını didikleyerek –ama kibarca yani ha- malı götürüyorum. Amerika da bizim alışık olduğumuz hergün bakkaldan aldığımız
francala ekmek heryerde bulunmaz. Ya yüksek proteinli alman ekmekleri yada tost
ekmeği cinsi şeyler vardır. Hoş getirilen porsiyonların büyüklüğü doyurmak için
tek başına yeter de artar ama biz alışmışız kardeşim ekmeksiz doymayız. Hakikaten
porsiyonlar ABD da çok büyüktür. Burada 1,5
porsiyon deyip yediğiniz yemek orada 1 porsiyon bile sayılmaz. Şişmanlığın
problem olmasına onun için şaşırmamalı. Orada otururken Istanbul dan
tanıdığımız iflas etmiş bir işadamı ailesiyle beraber güle oynaya içeri
giriyor. Karşılıklı ooooooo! Siz de mi buradasınız çekip selamlaşıyoruz. Moiz
le de iyi tanışıyorlar. Ben Moiz e dönüp diyorum ki en iyisi iflas etmek. Ben
de büyüyünce iflas edeceğim diyorum. Moiz şaşkın anlamıyor espriyi. Moiz
diyorum sizde iş adamları iflas edince ailesini yanına alıp güle oynaya
dünyanın 15 bin mil ötesine gezmeye tatile gider mi? Hayır diyor Moiz. Eh
diyorum biz de iş adamları ancak iflas edince tatile gidebiliyorlar ve ancak
iflas edince gördüğün gibi mutlu ve sevinçli oluyorlar diyorum. "Aaaaah
yeaaaahh!" Diyor Moiz. Moiz i tekraren "Aah yeahh yaa!" Diyorum ve üstüne bir jumbo karides daha
yutuyorum. Bu iş yemeklerinde eğer patron lisan bilmiyorsa ne yediğinizi
anlıyabilirsiniz ne de sohbet ettiğinizi aslında. Patron söyler İngilizceye,
misafir söyler Türkçeye tercüme edersiniz. En iyisi spontane tercümeyi
denemektir. O zaman yemeği soğutmadan yeme şansınız olur. Adamlar ağzını açıp
ilk kelimeyi söylediği anda tercümeye başlamak en iyisi. Her zaman o eee nasıl
diyor amerikalılar o "mood"u yakalıyamazsınız ama bir iki lokma götürme
imkanınız olur. Yoksa siz patronun dediğini tercüme ederken patron, adamın
dediğini tercüme ederken adam yemeğini rahat rahat yer siz de Tilki nin yemeğe
davet edip düz tabakta çorba ikram ettiği leylek misali gaganız yani eliniz tabağın
içinde ama bir lokma yiyemeden yalanır durursunuz. Belki de bu yüzden varikosel
bile olur insan. Eh onlar yer siz bakarsanız bir yeriniz şişer elbet. Hele bir
de atasözlerine, darbı mesellere meraklı bir patronunuz varsa yandınız.
Konuşmanın en hararetli yerinde “aynen tercüme et, kısmetse gelir ta Yemen'den
kısmet değilse ne gelir elden. Aynen kelimesi kelimesine tercüme et!” diye de
emir buyurur. Siz mealen tercüme edersiniz. Bana yutturmaca yapma der Patron, içinde yemen lafı geçmiyor der fırça atar. Aynen tercüme etmeye kalksanız
Amerikalı, yav biz Amerikan pirinci konuşuyorduk bu Yemen nerden çıktı diye tuhaf
tuhaf bakar. Yani ne konuştuğunuzdan ne de yediğinizden bir şey
anlıyabilirsiniz. Zor iştir velhasıl.
Missisipi'nin denize döküldüğü yerde ki New Orleans aslında önemli bir liman şehri. Liman
imkanları çok gelişmiş. Aynı zamanda Missisipi üzerinden de mavnalarla taaa Little Rock lara kadar taşıma yapıyorlar.
20 bin tonu 30 bin tonu 2 günde yüklemeleri işten bile değil.
Bataklıkları ve timsahları da ünlü.
New Orleans'da
3 gün ya kaldık ya kalmadık gerisin geriye New York'a döndük. Hani teşbihte hata olmaz, New Orleans'dan New
York'a dönmek Eskişehir'den İstanbul’a dönmeye benziyor. Yok aslında bir fark
ama birisi New York işte. Newyork'a dönüşümüz bir Cuma sabahına rastladı. Bu sefer yollarda zencilerin birer
paçaları diz altına kadar sıvanmış şekliyle görünce New York'ta yaşayan
Türklere sordum, dedim nedir zenciler arası uyuz salgını mı var?. Bu dediler zenci modası, bir de bunlar düşük pantalon giyip
altına pahalı don giyerler ve sık sık pantalonu düşürüp don gösterirler dediler
ki ben lafı tamamlamalarına fırsat bırakmadım. Tanıştım o donla dedim. Cuma günü öğlenleyin Patterson a Cuma namazına
gittik. Büyükçe bir binayı vermişler müslümanlara, cami olarak kullanılıyor. İmam aklıbaşında
biri gibi. Enteresan dır benim oğlanın sünnetini yapan operatörü görüyorum
namazda. Aynı zamanda gençliğimizde Haluk Dursun'un ameliyatını yapan doktor. Çıkışta selamlaşıyoruz. Yahu ne iştir neler yapıyorsunuz diyerek. Cumadan çıkılıyor mutad üzere kebapçıya gidiyoruz.
Cumartesi günü
New York da diyorum ki patrona benim biraz işim var kendim dolaşmak istiyorum.
Beni azad ediyor o gün patron. Vuruyorum kendimi yayan yapıldak New York
yollarına. Snaples içerek, domuzsuz hot dogs lar yiyerek, aynen bizdeki gibi yol
kenarlarında, aynı bizdeki iki tahtanın
üstüne mukavva tezgahlar üzerinde üç kağıt açan kara
gözlüklü dazlak zencileri seyrederek, devasa mağazaların içinde kaybolarak,
sıkışınca acil tuvaletler arayarak, o muhteşem kitap evlerini gezerek,
alışveriş ederek geçiriyorum Cumartesi gününü.
Akşam bizim meşhur James Brown'la yemeğimiz var. Kibar eşi de bize
katılacak. Gene bir İtalyan lokantası'na
gidiyoruz ama burası çok özelmiş. Şirketin sahibi Baba Connell buraya gelirmiş.
Baba Connell da Baba Connell hani. 2. Dünya savaşında almanlara karşı savaşmış
ve Otobandan kendi şirketine yol açacak kadar da nüfuz sahibi bir adam. Orda
böyle tarif ediyorlar. Çünkü highway den evine, işyerine yol açabilmek öyle her
babayiğidin harcı değilmiş. Neyse Lokanta'ya gidiyoruz, James ve eşi biftek
söylüyorlar biz de biftek istiyoruz. Bu arada balık çorbası, karidesler,
kerevitler, istiridyeler gelip gidiyor. Lokantanın özelliğiymiş her tabak yemekten
sonra örtü ve servis değiştiriyorlar.
Çorba gelip gidiyor hoop servis ve örtü değişiyor. Salatalarımızı yiyoruz, hoop
servis ve örtü değişiyor. Karides geliyor yeniyor hoop örtü gitti. Yani o
örtüler serilirken zırt pırt rüzgarından nasıl nezle olmadık Allah bilir. Neyse
bifteklerimiz geldi. Ana yemek. Hiç mübalağam yok 2,5 ila 3 cm kalınlığında bir
şey. Tüh dedim uğraş şimdi keseceğim, çiğneyeceğim, yutacağım diye. Fakat o da
nesi? Biftek super yumuşak ve insanın ağzında dağılıyor. James e dedim ki nedir
bu yahu. Daha önceden terbiye mi ediliyor et? Hayır dedi, bu etler özel bir
odada saklanırmış. Derin dondurucu mu dedim hayır dedi. Serin bir odada
haftalarca bırakılıyormuş. Ama oda özel bir odaymış et bozulmuyor ama kurabiye
gibi oluyormuş. Dry Aging deniyormuş.
Cumartesi de
öylece geçti. Pazar günü ABD den ayrılma vakti gelmişti. Gene numaramı yapıp
patronla yan yana düşmemeye gayret ettim ve başardım. Yanıma cici bir Türk
hanımı oturdu. Gavur muyum ben boş bırakır mıyım? Selam sabah hal hatır sorduk tabi. Annesi yenice vefat etmiş. Adana'ya onun cenazesine gidiyormuş.
Babasıyla gidiyorlarmış aslında ama aynı uçakta yer bulamadıklarından babası başka
bir uçakla gidiyormuş. Bir Türk genciyle evliymiş ama o ABD dışına çıkarsa
kaçak olduğundan bir daha ABD ye giremezmiş. Acıklı ve
teferruatlı bir gurbetçi hikayesi.
Velhasıl hayat devam ediyor, memleketime döneceğim için sevinçliyim...
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
Haziran 1999, Bulgurlu.
Lenger
Haldun cum, bayildim. Kalemine sağlık
YanıtlaSilSuna
Çok teşekkür ederim. Çok makbule geçti. Bloğu okuyan 1500 kişi, yorum yazan biir sensin bir de bizim Nuriye. Hikayelerin altına yorum yapınız lütfen diye "yalvarıyoruz" da üstelik. Tekrar teşekkürler.
YanıtlaSil