7 Ocak 2020 Salı

PARK BEKÇİSİ.




PARK BEKÇİSİ.
       Her zamanki gibi  sabah ezanı okunurken uyandı. Yatağın içinde şöyle bir gerindi. Hekimlerin uyku apnesi teşhisi koyduğu eşinin nefesini dinledi, düzenli bir şekilde nefes aldığını duyunca içi rahatladı. Müezzinin “essalatu hayrun minennevm!” sedasıyla yataktan kalkıp bir müddet yatağın kenarında oturdu. Lavaboya geçip elini yüzünü sabunlayıp yıkadı, dişlerini fırçalarken kalçasını sırtını ve başını aynı anda kapının kasasına dayadı ve ayaklarını bir hizada yarım ayak öne alıp kapının kasasında yavaş hareketlerle 15 defa aşağı yukarı hareket etti. Ömrü boyunca yaptığı spor bundan ibaretti. Bunu askerde iken komutan vekili teğmenden öğrenmişti ve dik yürümesini ve belinin ağrımamasını buna borçlu olduğuna inanıyordu. Daha sonra yavaş hareketlerle mutfağa süzülüp çaydanlığın altını yaktı. Namaza durmadan pencereden sızan sokak lambasının ışığında eşini bir müddet uyurken seyretti sonra kısık sesle, gülümsediğini hissettirerek seslendi :

“ Uykucu! hadi kalk, vakit geçiyor.”

      Sonra salonda kıbleye dönüp namaza duruverdi tekbiri alıp. Süphanekeyi okumuştu ki yine seccade sermeden namaza durduğunu farketti, eşi kalkmadan sünneti kılıp sonra farzında seccade sermeyi düşünüyordu ki, eşi uykulu uykulu mırıl mırıl söylendi: 

“Yine seccadesiz durmuş namaza, halı beyaz leke oluyor diyorum dinlemiyor ki.” 

      Hem namazı kıldı hem eşinin mırıl mırıl söylenmelerini, ayak seslerini takip etti, aklından “tövbe yarabbi tövbe!” diye geçirerek. Farzı da kılıp selam verdi, tesbihat ve duadan sonra kalktı, buzdolabından beyaz peyniri, zeytini çıkardı, köyden gelen armut pekmeziyle beraber mutfaktaki küçük masanın üstüne özenle yerleştirdi. Masanın üzerinde herşey yerli yerinde olmalıydı. Pekmez en sağda, peynir ortada, zeytinler solda. Pekmez ortada olduğunda ya peynirin içine damlıyordu ya da zeytinin çay kaşığı ile alırken. En iyisi pekmez en sağda durmalı ötekilerden uzak ama tereyağına da yakın. Fırından dilimlenmiş olarak aldığı köy ekmeğinden 2 dilim alıp ekmek kızartma makinasına koydu. Kızartma makinasının rezistansının genleşirken çıkardığı sesleri dinledi, “çıt çıtırt! ”. Nefis bir kızarmış ekmek kokusu kapladı ortalığı. Kokuyu derin derin içine çekti, sonra kapıya seğirtti. Kapıyı sessizce açıp karşı komşuya gelen gazeteyi sessizce aldı. Komşudan izin almıştı onlar kalkmadan okumak için. Salona döndüğünde eşi akşamdan kalan öteberiyi topluyordu. Kabartmak için çocuk pofpoflar gibi pofpofluyordu yastıkları. Yakın gözlüklerini taktı gazetenin manşetlerine bir göz attı. Yine kanunsuz dinlemeler, siyasilerin uygunsuz durumda çekilmiş internette yayınlanan videoları, tapeler, deşifreler seçim öncesi gerginliği artıracak ne varsa hepsi muhtelif puntolarda ilk sayfadaki yerini almıştı. Nümayişler, mitingler, parti propagandaları vesair. İçi kalktı, bir of çekti, memleketin istikbalini düşünüp gençlere üzüldü. Bir ara, ara sayfalardan birinde kızının fotoğrafını görür gibi oldu, heyecanlanıverdi, Allah Allah diyerek haberi okumaya koyuldu. Gözü kızına benzeyen o kadın resmine gidip geldi. Kayıp çocuklarla ilgili bir haberdi. Fotoğrafa tekrar baktı. Aileler şimdilerde organ mafyasından şüpheleniyordu. Fotoğraftan alamaz oldu gözünü. Aynı kızına benziyordu. Ama bedbin, çok üzüntülü bir hali vardı kadının fotoğrafta. Altında ki yazı İstanbul da ilk kayıp çocuk vakasını anlatarak, İstanbul un meşhur ailelerinden Fıçıcılar'ın gelini olan annenin nasıl perişan olduğundan bahsediyor ve o zaman ki gazete haberlerini verip, yine o zamanın bir gazete küpüründen annenin ağlamaklı resmini gösteriyordu. Olayın üzerinden tam 27 sene geçmişti ve şimdi buna benzer olaylar artık vakayı adiyeden sayılıyordu. Gün geçmiyordu ki gazetelerde yeni bir kayıp çocuk haberi çıkmasın. Gazete bu konuya kamuoyunun dikkatini çekmek için bir yazı dizisi başlatmıştı ve 27 sene öncenin en meşhur kayıp çocuk hikayesi ile başlamışlardı diziye.

      Kalbi sıkıştı, şimdi bir subayla evli olan tam 27 yaşında ki kızı geldi aklına. 27 sene öncesine gitti birden. Bekçilik yaptığı Sarıyer deki parkta buldu kendini. Yağmurun, toprağın ve çürümüş yaprakların kokusu oradaymışcasına genzini dağladı. "Olamaz!"  dedi, "mümkün değildir canım, olamaz!" Son kelime ağzından sesli çıkmış olmalı ki eşi seslendi mutfaktan ; 

      “Ne bağırıyorsun yine? Sana ne elin siyasetinden. Başıma mebus mu olacaksın bu yaştan sonra, okuma şu haberleri. Neymiş  “olamaz” olan? Bana da söyle. Hem hadi çayları koydum gel artık sofraya.”
“Geliyorum kadın, herşeyi ben hazırladım oh hazır sofra bir de bana fırça mı atıyorsun?” diye sitemle söylendi. Sofraya oturdu, peyniri pekmeze batırdı, kızarmış ekmeği elinden düşürdü, alayım derken kafasını masanın kenarına vurdu, hemen can havliyle ayağa fırlayıp, “Yahu ne acelemiz var bir yere mi yetişeceğiz niye bana acele ettiriyorsun.” Diye çemkirerek lavaboya gitti, yüzüne soğuk suyu çarptı. Alnı kıpkırmızı olmuştu. Bütün bunlara rağmen gazetedeki haber ve kadının  resimdeki yüzü hiç silinmedi aklından. Nasıl da benziyordu kızına. Hem o zamanlar nasıl haberi olmamıştı, Istanbul bu kadar bu haberle çalkalanmıştı da? Acı acı güldü. Derin bir şekilde içine çektiği soğuk hava gitti ağzındaki tek çürük dişi bulup sızlattı. Nasıl haberi olsundu ki? O zaman tam 40 yaşındaydı, terör belasından köyleri boşaltılmış, 3-5 ay Adana da akraba yanlarında horlandıktan sonra asker arkadaşı Istanbul'dan imdadına yetişmiş ona Sarıyer deki o parktaki işi bulmuştu. Okuma yazması o zamanlar ancak askerde "Ali Okulu" nda öğrendiği kadardı ve köyde sağır imamın kuran kursunda öğrendiği kuran alfabesinden başka bir alfabe de bilmezdi. Türkçeyi de zaten zar zor öğrenmişti askere vardığında. Askerden döndükten 7 sene sonra erkek kardeşi bir trafik kazasında ölünce, dul kalan yengesi ile evlenmek zorunda kalmıştı. Usul böyleydi, adet buydu. Erkek kardeşi 21 yaşındaydı yengesiyse 15, evlendiklerinde. Nikahın haftasına kalmadan erkek kardeşi bir trafik kazasında ölüverince köşe bucak kaçtığı evlilik töreyle gelip onu buluvermişti. Yengesiyle kardeşi birbirlerini severek evlenmişlerdi. Zaten amca çocuklarıydılar ve evleri yanyana idi. O yüzden baba evine de gönderemediler, elalem ne derdi, bir şuncağız kıza bakamadılar demez miydiler?   Nikahlarını kıyan ihtiyar adamı hatırladı, gerdek gecesi geldi aklına. Kardeşinin ölümünden 1 yıl sonra idi ve tam 28 yaşındaydı. Eski yengesi iki gözü iki çeşme bir evlat bir küçük kardeş gibi göğsüne yaslanıp hıçkırıklarla ağlayarak uyuya kalmıştı omzunda. Uzun yıllar hiç karısı gibi bakamadı eşine, alışamadı. Hep o gece geldi gözünün önüne. Gerdeğe girmeleri 4,5 yılı bulmuştu. Etraftakilerin manalı gülüşmelerinden rahatsız olmuştu da eşi bir kurban bayramı gecesi sarılıvermişti eski kayınbiraderine, yeni eşine. Bir daha da asla ağabey dediğini duymadı. Ama çocukları olmadı bir türlü. Köyün ebe annesiyle başlayıp, Bingöl devlet hastanelerine kadar tedavi peşinde koşmuşlar, daha sonra Adana da burnu havada koca göbek bir profesör, “Senin çocuğun olmaz, boşa uğraşma!” deyivermişti yüzüne karşı. Maalesef tam ergenliğe girerken geçirdiği kabakulak onu kısır bırakmıştı. Omuzları çöküverdi orada. Eşi kimseye söylemedi kabahatin onda olduğunu. Herkesin çocuk çocuk diyerek üstüne gelmesine, kinayeli nice laf atmalara muhatap olmasına rağmen. Üstüne terör belası sebebiyle köyü boşalttıklarında tüm aile darmadağın, anne baba ise çoktan rahmetli olmuştu. Kızlı erkekli 8 kardeşin herbiri bir yere kapağı atmış hayatla boğuşuyorlardı. Amcası Diyarbekir de ki manav oğlunun yanı gitmişti ve çok geçmeden orada vefat etti. Gençlerden kimse kalmamıştı zaten köyde.  Köyün boşaltılması emri geldiğinde önce Adana da ki akrabalara sığındılar. İstanbul daki asker arkadaşı daha sonraları geldi aklına. O da Bingöl'lüydü ama o okumuştu. Sakıncalı olduğundan asteğmenlik de yapamamış, kısa dönem de kabul etmemişlerdi. O yüzden beraber askerlik etmişler birbirlerine destek olmuşlardı. Adana daki akrabaların yanına sığamayınca mecburen aramıştı arkadaşını. Böyleyken böyle kardeş, açıkta kaldık aman bana bir iş bulsak diyerek. Arkadaşı ilk başta olmazlanıyor gibi durmuştu ama bir gün gel deyiverdi kısa mesajla, bir parkta bekçilik ayarlamıştı ona Istanbul da. Biraz tehlikeliydi iş. Belediye kenarda kalmış bu parkın ayyaşların, uyuşturucu müptelalarının mekanı  olmaktan çıkarılması için birşeyler yapmaya çalışıyordu ve bekçi şarttı. Ama bekçi lerin hepsi fırsatını bulunca işi bırakıp kaçıyordu. Kolay değildi elin ayyaşıyla keşiyle uğraşmak. Bu kadar da açık açık söyledi herşeyi asker arkadaşı. Yapacak başka bir işi yoktu, gitmek zorundaydı, naçar kabul etti. Eşine söyledi, kırık dökük eşyalarından 2 denk yapıp Adana dan akrabalarla vedalaşıp yola çıktılar. İstanbul Harem'e birisini göndermişti asker arkadaşı. Kendisinin acil bir işi çıkmıştı. Güzel bir arabaya binip bizimkileri büyükçe bir villaya götürdü gelen adam. Bu evin bir yazlık olduğunu daha sonra anladı.  Gelen adam ertesi sabah gelip arkadaşının onu buradan alıp Sarıyer Belediye'sine götüreceğini, evde herşeyin olduğunu, kendi evlerindeymiş gibi rahat etmelerini, birazdan onlara yemek getireceğini aşağı katta ki büyük kanapelerde yatabileceklerini söyledi. Bizimki zannetti ki arkadaşı bir zengine şoför yazılmıştır.  Yine zannetti ki arkadaşı o evin sahibine çalışıyor. Ertesi gün erkenden arkadaşı geldi, aceleyle bahçe de kucaklaştılar. Arkadaşı içeri geçmeden kapıdan  çocuklar evde kalsın biz gider geliriz dedi ve hemen belediyeye gidildi, Park ve Bahçeler Müdürü ile görüşüldü. Müdür nüfus cüzdanını görünce bekar mısın diye sordu. Hayır evliyim diyebildi zar zor aksanlı türkçesinden utanarak. “Tüm aile üyelerinin nüfus cüzdanları gerekiyor.” dedi Müdür. “Neyse hepsini ayarlarız, sizi parkın lojmanına yerleştirelim hepsini zaman içinde yola koyarız.” Diye bitirdi lafını. Arkadaşı kendisinin bir işi olduğundan bahisle onu bir kamyonete bindirdi çoluk çocuğu al seni bir lojmana yerleştirecekler sonra görüşür uzun uzun dertleşiriz kusura kalma deyip ayrıldı. Biraz tedirginlik, yorgunluk ve az da çekingenlikten çokta muhabbet edememişlerdi. Çoluk çocuk yok bir köroğlu bir de ayvaz diyemedi. Tekrar villaya dönüp eşini ve denkleri aldıktan sonra  içinde kocaman ve sık ağaçların olduğu sessiz bir yere geldiler. Kamyonetin şoförü bir köşede prefabrik bir ev gösterdi, işte kalacağın yer diyerek. Sevindi. Ayrıldıktan sonra farkına vardı ki arkadaşı cebine yüklü miktarda bir para koymuş. Ekinde de bir mektup, büyük harflerle yazılmış, “Canım kardeşim, kusura bakma doğrudan versem almazdın. Şimdi ihtiyacın olacak, daha sonra, ilerde ödersin. Telefonum aşağıda yazılı.  İhtiyacın olduğunda ara. En kısa zamanda tekrar görüşürüz” Gözleri doldu, acelesine hayret edip muhabbet edemediği arkadaşının kendisini başından savdığını düşünürken,  anladı ki o yine askerdeki arkadaşıdır.  Arkadaşının çok zengin olduğunu da zaten ancak 2 ay sonra anlayabildi. Çok da meşguldü. Belediyenin müteahhitliğini yapıyordu. Zar zor görüşebilir oldular daha sonra.
      Akşam eşiyle berbaber geç vakte kadar evin temizliğiyle meşgul oldular. Şükür evde soba, buzdolabı, çamaşır makinesi vardı. Eşi pek sevinmişti. Yorgunluktan ve misafir sayıldıklarından yatsı namazının sadece farzını 2 rekat kılıp salatı vitirden sonra yattılar. Sabah namazına uyanamadılar yine yorgunluktan. Uyandıklarında gün çoktan ışımıştı ve hava buz gibi soğuktu. Adeti üzere yatakta yine bir gerinmek istedi ama ayakları yorgandan dışarı çıkıverdi. Öylece etrafı dinledi. Etrafta çok kuş olmalıydı. Cıvıltıları olmasa uyanamıyacaklardı belki de. Daha sonra bir bebek ağlaması  duyar gibi oldu, sonra kedi miyavlaması zannetti. Bingöl de köyde bebek ağlar gibi miyavlıyan bir kedisi vardı muhtarın. Bir gözü mavi bir gözü yeşil. O aklına geldi. Ve suphanallah dedi. Uzaktan uzağa yankılanarak geliyordu ses. Birazdan ses kesildi. Gitti kapının önündeki musluktan elini yüzünü yıkadı abdest aldı. Alel tecel güneşin doğuşuna bakıp kıble tayin ederek sabah namazını kaza etti. Ağlama sesi şimdi daha şiddetli olarak tekrar başlamıştı. Sesin geldiği yöne doğru gitti.  Bembeyaz bir bebek arabasından geliyordu ses. Etrafa bakındı kimsecikler yoktu. Biraz daha yaklaştı. Bebek arabası sallanıyor muydu ne? İçine baktığında bir bebek gördü. Bir daha etrafa baktı. Kimse yok mu diye bağırdı. Etraftaki kuş sesleri rüzgarda hışırdayan yaprak seslerine karışıyordu. Sağa koştu, sola koştu kimseyi göremedi. Bebek ağlamayı şiddetlendirince arabayı önüne katıp kulübelerine getirdi. Bebeği kucaklayıp içeri soktu. Eşi sobayı etraftan topladığı çalı çırpı ile tutuşturmuş içeriyi sıcacık yapmıştı. Kucağında bebeği görünce nerden buldun bunu deyiverdi. Eşine durumu anlattı. Bebek arabasını da içeri alarak içine iyice bir baktılar. Arabada 2 şişe dolusu biberon, bir koca paket bebek bezi ve bir de mektup buldular. Mektub’u açıp kekeliyerek okudular.

“Bebeğime ne olur iyi bakın.”

Kağıdın arkasına baktılar,önüne baktılar, bebek arabasının her yerini didik didik ettiler, hepi topu bu 5 kelimeden başka bir belge veya işaret yoktu.

“Bebeğime ne olur iyi bakın.”

Eşi kesik kesik zırlayan bebeğin altını temizledi, “kız buuu!”  deyiverdi gayri ihtiyari. Adam sustu. Karısı biberondaki mamayı önce kendi tattı sora bir sıcak su içinde ısıttı, ebe anneden gördüğü gibi elinin üstüne silkeleyip damlattı, sıcaklığının uygun olduğunu görünce bebeğe verdi. Bebek büyük bir iştahla biberonu bitirdi. Arkasından yaşından umulmayacak bir şekilde kalın bir sesle geğirdikten sonra etrafa bir iki gülücük atıp uykuya dalıverdi. İkisi birden somyanın üstüne çöküverdiler. Tek kelime etmeden arada bir birbirlerinin gözüne bakarak uzunca bir süre düşüncelere daldılar.

Karısı birden:

“Bizim olsun.” Deyiverdi.
“Nasıl yani?”  Dedi bizimki.
“Elin bebeği, tövbe tövbe olur mu?” 
“E besbelli” dedi eşi,
“Anası terketmiş, biz bulduk, ne olur bizim olsun!”
“Olmaz!”

dedi diklendi, ama olur mu diye de geçirdi içinden. Bunca çekilen çilelerden sonra Allah yüzlerine gülmüştü işte. İki odalı, suyu içinde eşyası döşeli şahane bir ev, iyi bir iş bir de bebek. Eve şöyle bir göz gezdirdi. Daha ne olsun diye düşündü. Ama olur muydu ki? Jandarma ya haber vermeleri gerekmez miydi? Sonra “Cahilsin oğlum.!” Dedi kendi kendine içinden. Arkadaşlarından duyardı şehir yerinde jandarma olmazmış, polis bakarmış her türlü güvenlik işine. Polis e gitmeleri gerekmez miydi?  Etrafta koşturmuş, kimseyi görememişti. Anası olacak kancık yediği haltı kimselere izah edememiş bırakıp gitmişti besbelli. Bir an bir kızım olsaydı, bu kız benim olsaydı. diye düşündü. Sonra kendi kendine kızdı. Olur mu dedi benim kanımdan değil ki? Kimbilir kimin piçi? Bütün bunlar şimşek gibi beyninden geçerken birden karısının yalvaran gözlerle ona baktığını farketti.

“Ne olur?” diyordu “ne olur? Anası bırakmış gitmiş, biz sahip çıkarız, kendi çocuğumuz gibi büyütürüz. Ne olur he?” “Dur kadın” dedi “dur. Düşünelim. Belli olmaz hem yarın pişman olur anası gelir arar. Geri vermek zorunda kalırız.”
“İyi ya!” dedi karısı, “o zamana kadar bakarız.”
Bingöl, köy, Adana, uğurlamaya gelen akrabaların bıyık altından sevinçleri, yolculuk, otobüs, arkadaşı, yollar bugünkü belediyedeki müdür hepsi kafasında fır dönmeye başladı. “Peki.” dedi “peki.” “Bir düşünelim bakalım.”
“Çok yaşa be adam!” dedi karısı “çok yaşa e mi!” 
“Düşünelim dedim, evet demedim.” dediyse de karısı çoktan bebeğin başına dikilmiş bebeğin üzerindeki örtünün uçlarını çekiştirip düzeltiyordu.
Bütün bunların hepsi bir film şeridi gibi aklından geçti. Düşünceleri kafatasını delip dışarı çıkıyorlar zannetmişti ki kafasını masaya vurduğunu hatırladı. Gözünün önünde gazetedeki resim dansederken aynaya baktı. Karısı bir naylon torbaya koyduğu buzu eline verdi. “Şişliğin üstüne koy acısını alır” diyerek. Buz torbasını aldı kalbinin üstüne koydu, bir müddet sonra gömleği ıslanınca alnına koymadığını farketti. Gazetede ki kadın resmine takıldı kaldı aklı. Nasıl da kızına benziyordu? Tekrar gazeteyi eline aldı, resme dikkatlice baktı. Göğsünde ıslanan yer karıncalanmaya başladı. Hafif bir ağrı arkasından bıçak saplanır gibi bir acı. Gazetedeki resmi parmaklarının arasında sıkıştırdı, eşine seslenmek istedi ama sesi çıkmadı. Salondaki kanapeye yan yatıverdi. Ağrı birden kesildi ama bütün vücudunu bi halsizlik, tarifsiz bir huzur kapladı. Tavandaki avizeye takıldı gözü. Dili  fıs fıs etse de aklından defalarca "eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhü veresulihi." dedi, “Tövbe Yarabbi, affet ne olur affet!..” dediğinde çok uzaklardan karısının “Yetişin komşular! Kocam….”  dediğini duyar gibi oldu, gazetenin diğer sayfaları elinden kaydı düştü, kanepeden bembeyaz yün halının üstüne pamuk balyası üstüne konan bir kuş tüyü gibi yuvarlanıverdi…



Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!

Lenger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder