PARK
BEKÇİSİ.
Her
zamanki gibi sabah ezanı okunurken uyandı. Yatağın içinde şöyle bir
gerindi. Hekimlerin uyku apnesi teşhisi koyduğu eşinin nefesini dinledi,
düzenli bir şekilde nefes aldığını duyunca içi rahatladı. Müezzinin “essalatu
hayrun minennevm!” sedasıyla yataktan kalkıp bir müddet yatağın kenarında
oturdu. Lavaboya geçip elini yüzünü sabunlayıp yıkadı, dişlerini fırçalarken
kalçasını sırtını ve başını aynı anda kapının kasasına dayadı ve ayaklarını bir
hizada yarım ayak öne alıp kapının kasasında yavaş hareketlerle 15 defa aşağı
yukarı hareket etti. Ömrü boyunca yaptığı spor bundan ibaretti. Bunu askerde
iken komutan vekili teğmenden öğrenmişti ve dik yürümesini ve belinin
ağrımamasını buna borçlu olduğuna inanıyordu. Daha sonra yavaş hareketlerle
mutfağa süzülüp çaydanlığın altını yaktı. Namaza durmadan pencereden sızan
sokak lambasının ışığında eşini bir müddet uyurken seyretti sonra kısık sesle,
gülümsediğini hissettirerek seslendi :
“
Uykucu! hadi kalk, vakit geçiyor.”
Sonra
salonda kıbleye dönüp namaza duruverdi tekbiri alıp. Süphanekeyi okumuştu ki
yine seccade sermeden namaza durduğunu farketti, eşi kalkmadan sünneti kılıp
sonra farzında seccade sermeyi düşünüyordu ki, eşi uykulu uykulu mırıl mırıl
söylendi:
“Yine
seccadesiz durmuş namaza, halı beyaz leke oluyor diyorum dinlemiyor ki.”
Hem
namazı kıldı hem eşinin mırıl mırıl söylenmelerini, ayak seslerini takip etti,
aklından “tövbe yarabbi tövbe!” diye geçirerek. Farzı da kılıp selam verdi,
tesbihat ve duadan sonra kalktı, buzdolabından beyaz peyniri, zeytini çıkardı,
köyden gelen armut pekmeziyle beraber mutfaktaki küçük masanın üstüne özenle
yerleştirdi. Masanın üzerinde herşey yerli yerinde olmalıydı. Pekmez en sağda, peynir ortada, zeytinler solda. Pekmez ortada olduğunda ya peynirin içine damlıyordu
ya da zeytinin çay kaşığı ile alırken. En iyisi pekmez en sağda durmalı
ötekilerden uzak ama tereyağına da yakın. Fırından dilimlenmiş olarak aldığı
köy ekmeğinden 2 dilim alıp ekmek kızartma makinasına koydu. Kızartma
makinasının rezistansının genleşirken çıkardığı sesleri dinledi, “çıt çıtırt! ”.
Nefis bir kızarmış ekmek kokusu kapladı ortalığı. Kokuyu derin derin içine
çekti, sonra kapıya seğirtti. Kapıyı sessizce açıp karşı komşuya gelen gazeteyi
sessizce aldı. Komşudan izin almıştı onlar kalkmadan okumak için. Salona
döndüğünde eşi akşamdan kalan öteberiyi topluyordu. Kabartmak için çocuk
pofpoflar gibi pofpofluyordu yastıkları. Yakın gözlüklerini taktı gazetenin
manşetlerine bir göz attı. Yine kanunsuz dinlemeler, siyasilerin uygunsuz
durumda çekilmiş internette yayınlanan videoları, tapeler, deşifreler seçim
öncesi gerginliği artıracak ne varsa hepsi muhtelif puntolarda ilk sayfadaki
yerini almıştı. Nümayişler, mitingler, parti propagandaları vesair. İçi kalktı,
bir of çekti, memleketin istikbalini düşünüp gençlere üzüldü. Bir ara, ara
sayfalardan birinde kızının fotoğrafını görür gibi oldu, heyecanlanıverdi,
Allah Allah diyerek haberi okumaya koyuldu. Gözü kızına benzeyen o kadın
resmine gidip geldi. Kayıp çocuklarla ilgili bir haberdi. Fotoğrafa tekrar
baktı. Aileler şimdilerde organ mafyasından şüpheleniyordu. Fotoğraftan alamaz
oldu gözünü. Aynı kızına benziyordu. Ama bedbin, çok üzüntülü bir hali vardı
kadının fotoğrafta. Altında ki yazı İstanbul da ilk kayıp çocuk vakasını
anlatarak, İstanbul un meşhur ailelerinden Fıçıcılar'ın gelini olan annenin
nasıl perişan olduğundan bahsediyor ve o zaman ki gazete haberlerini verip,
yine o zamanın bir gazete küpüründen annenin ağlamaklı resmini gösteriyordu.
Olayın üzerinden tam 27 sene geçmişti ve şimdi buna benzer olaylar artık vakayı
adiyeden sayılıyordu. Gün geçmiyordu ki gazetelerde yeni bir kayıp çocuk haberi
çıkmasın. Gazete bu konuya kamuoyunun dikkatini çekmek için bir yazı dizisi
başlatmıştı ve 27 sene öncenin en meşhur kayıp çocuk hikayesi ile başlamışlardı
diziye.
Kalbi
sıkıştı, şimdi bir subayla evli olan tam 27 yaşında ki kızı geldi aklına. 27
sene öncesine gitti birden. Bekçilik yaptığı Sarıyer deki parkta buldu kendini.
Yağmurun, toprağın ve çürümüş yaprakların kokusu oradaymışcasına genzini dağladı.
"Olamaz!" dedi, "mümkün değildir canım, olamaz!" Son
kelime ağzından sesli çıkmış olmalı ki eşi seslendi mutfaktan ;
“Ne
bağırıyorsun yine? Sana ne elin siyasetinden. Başıma mebus mu olacaksın bu
yaştan sonra, okuma şu haberleri. Neymiş “olamaz” olan? Bana da
söyle. Hem hadi çayları koydum gel artık sofraya.”
“Geliyorum
kadın, herşeyi ben hazırladım oh hazır sofra bir de bana fırça mı atıyorsun?” diye
sitemle söylendi. Sofraya oturdu, peyniri pekmeze batırdı, kızarmış ekmeği
elinden düşürdü, alayım derken kafasını masanın kenarına vurdu, hemen can
havliyle ayağa fırlayıp, “Yahu
ne acelemiz var bir yere mi yetişeceğiz niye bana acele ettiriyorsun.” Diye
çemkirerek lavaboya gitti, yüzüne soğuk suyu çarptı. Alnı kıpkırmızı olmuştu.
Bütün bunlara rağmen gazetedeki haber ve kadının resimdeki yüzü hiç
silinmedi aklından. Nasıl da benziyordu kızına. Hem o zamanlar nasıl haberi
olmamıştı, Istanbul bu kadar bu haberle çalkalanmıştı da? Acı acı güldü. Derin
bir şekilde içine çektiği soğuk hava gitti ağzındaki tek çürük dişi bulup sızlattı.
Nasıl haberi olsundu ki? O zaman tam 40 yaşındaydı, terör belasından köyleri
boşaltılmış, 3-5 ay Adana da akraba yanlarında horlandıktan sonra asker
arkadaşı Istanbul'dan imdadına yetişmiş ona Sarıyer deki o parktaki işi
bulmuştu. Okuma yazması o zamanlar ancak askerde "Ali Okulu" nda öğrendiği kadardı
ve köyde sağır imamın kuran kursunda öğrendiği kuran alfabesinden başka bir
alfabe de bilmezdi. Türkçeyi de zaten zar zor öğrenmişti askere vardığında.
Askerden döndükten 7 sene sonra erkek kardeşi bir trafik kazasında ölünce, dul
kalan yengesi ile evlenmek zorunda kalmıştı. Usul böyleydi, adet buydu. Erkek
kardeşi 21 yaşındaydı yengesiyse 15, evlendiklerinde. Nikahın haftasına
kalmadan erkek kardeşi bir trafik kazasında ölüverince köşe bucak kaçtığı
evlilik töreyle gelip onu buluvermişti. Yengesiyle kardeşi birbirlerini severek
evlenmişlerdi. Zaten amca çocuklarıydılar ve evleri yanyana idi. O yüzden baba
evine de gönderemediler, elalem ne derdi, bir şuncağız kıza bakamadılar demez
miydiler? Nikahlarını kıyan ihtiyar adamı hatırladı, gerdek gecesi
geldi aklına. Kardeşinin ölümünden 1 yıl sonra idi ve tam 28
yaşındaydı. Eski yengesi iki gözü iki çeşme bir evlat bir küçük kardeş
gibi göğsüne yaslanıp hıçkırıklarla ağlayarak uyuya kalmıştı omzunda. Uzun
yıllar hiç karısı gibi bakamadı eşine, alışamadı. Hep o gece geldi gözünün
önüne. Gerdeğe girmeleri 4,5 yılı bulmuştu. Etraftakilerin manalı
gülüşmelerinden rahatsız olmuştu da eşi bir kurban bayramı gecesi
sarılıvermişti eski kayınbiraderine, yeni eşine. Bir daha da asla ağabey
dediğini duymadı. Ama çocukları olmadı bir türlü. Köyün ebe annesiyle başlayıp,
Bingöl devlet hastanelerine kadar tedavi peşinde koşmuşlar, daha sonra Adana da
burnu havada koca göbek bir profesör, “Senin çocuğun olmaz, boşa uğraşma!”
deyivermişti yüzüne karşı. Maalesef tam ergenliğe girerken geçirdiği kabakulak
onu kısır bırakmıştı. Omuzları çöküverdi orada. Eşi kimseye söylemedi kabahatin
onda olduğunu. Herkesin çocuk çocuk diyerek üstüne gelmesine, kinayeli nice laf
atmalara muhatap olmasına rağmen. Üstüne terör belası sebebiyle köyü
boşalttıklarında tüm aile darmadağın, anne baba ise çoktan rahmetli olmuştu.
Kızlı erkekli 8 kardeşin herbiri bir yere kapağı atmış hayatla boğuşuyorlardı.
Amcası Diyarbekir de ki manav oğlunun yanı gitmişti ve çok geçmeden orada vefat
etti. Gençlerden kimse kalmamıştı zaten köyde. Köyün boşaltılması
emri geldiğinde önce Adana da ki akrabalara sığındılar. İstanbul daki asker
arkadaşı daha sonraları geldi aklına. O da Bingöl'lüydü ama o okumuştu.
Sakıncalı olduğundan asteğmenlik de yapamamış, kısa dönem de kabul
etmemişlerdi. O yüzden beraber askerlik etmişler birbirlerine destek
olmuşlardı. Adana daki akrabaların yanına sığamayınca mecburen aramıştı
arkadaşını. Böyleyken böyle kardeş, açıkta kaldık aman bana bir iş bulsak
diyerek. Arkadaşı ilk başta olmazlanıyor gibi durmuştu ama bir gün gel
deyiverdi kısa mesajla, bir parkta bekçilik ayarlamıştı ona Istanbul da. Biraz
tehlikeliydi iş. Belediye kenarda kalmış bu parkın ayyaşların, uyuşturucu
müptelalarının mekanı olmaktan çıkarılması için birşeyler yapmaya
çalışıyordu ve bekçi şarttı. Ama bekçi lerin hepsi fırsatını bulunca
işi bırakıp kaçıyordu. Kolay değildi elin ayyaşıyla keşiyle uğraşmak. Bu kadar
da açık açık söyledi herşeyi asker arkadaşı. Yapacak başka bir işi yoktu,
gitmek zorundaydı, naçar kabul etti. Eşine söyledi, kırık dökük eşyalarından 2
denk yapıp Adana dan akrabalarla vedalaşıp yola çıktılar. İstanbul Harem'e
birisini göndermişti asker arkadaşı. Kendisinin acil bir işi çıkmıştı. Güzel
bir arabaya binip bizimkileri büyükçe bir villaya götürdü gelen adam. Bu evin
bir yazlık olduğunu daha sonra anladı. Gelen adam ertesi sabah gelip
arkadaşının onu buradan alıp Sarıyer Belediye'sine götüreceğini, evde herşeyin
olduğunu, kendi evlerindeymiş gibi rahat etmelerini, birazdan onlara yemek
getireceğini aşağı katta ki büyük kanapelerde yatabileceklerini söyledi.
Bizimki zannetti ki arkadaşı bir zengine şoför yazılmıştır. Yine
zannetti ki arkadaşı o evin sahibine çalışıyor. Ertesi gün erkenden arkadaşı
geldi, aceleyle bahçe de kucaklaştılar. Arkadaşı içeri geçmeden
kapıdan çocuklar evde kalsın biz gider geliriz dedi ve hemen
belediyeye gidildi, Park ve Bahçeler Müdürü ile görüşüldü. Müdür nüfus
cüzdanını görünce bekar mısın diye sordu. Hayır evliyim diyebildi zar zor
aksanlı türkçesinden utanarak. “Tüm aile üyelerinin nüfus cüzdanları
gerekiyor.” dedi Müdür. “Neyse hepsini ayarlarız, sizi parkın lojmanına
yerleştirelim hepsini zaman içinde yola koyarız.” Diye bitirdi lafını. Arkadaşı
kendisinin bir işi olduğundan bahisle onu bir kamyonete bindirdi çoluk çocuğu
al seni bir lojmana yerleştirecekler sonra görüşür uzun uzun dertleşiriz kusura
kalma deyip ayrıldı. Biraz tedirginlik, yorgunluk ve az da çekingenlikten çokta
muhabbet edememişlerdi. Çoluk çocuk yok bir köroğlu bir de ayvaz diyemedi.
Tekrar villaya dönüp eşini ve denkleri aldıktan sonra içinde kocaman
ve sık ağaçların olduğu sessiz bir yere geldiler. Kamyonetin şoförü bir köşede
prefabrik bir ev gösterdi, işte kalacağın yer diyerek. Sevindi. Ayrıldıktan
sonra farkına vardı ki arkadaşı cebine yüklü miktarda bir para koymuş. Ekinde
de bir mektup, büyük harflerle yazılmış, “Canım kardeşim, kusura bakma doğrudan
versem almazdın. Şimdi ihtiyacın olacak, daha sonra, ilerde ödersin. Telefonum aşağıda yazılı. İhtiyacın
olduğunda ara. En kısa zamanda tekrar görüşürüz” Gözleri doldu, acelesine
hayret edip muhabbet edemediği arkadaşının kendisini başından savdığını
düşünürken, anladı ki o yine askerdeki
arkadaşıdır. Arkadaşının çok zengin olduğunu da zaten ancak 2 ay
sonra anlayabildi. Çok da meşguldü. Belediyenin müteahhitliğini yapıyordu. Zar
zor görüşebilir oldular daha sonra.
Akşam
eşiyle berbaber geç vakte kadar evin temizliğiyle meşgul oldular. Şükür evde
soba, buzdolabı, çamaşır makinesi vardı. Eşi pek sevinmişti. Yorgunluktan ve
misafir sayıldıklarından yatsı namazının sadece farzını 2 rekat kılıp salatı vitirden
sonra yattılar. Sabah namazına uyanamadılar yine yorgunluktan. Uyandıklarında
gün çoktan ışımıştı ve hava buz gibi soğuktu. Adeti üzere yatakta yine bir
gerinmek istedi ama ayakları yorgandan dışarı çıkıverdi. Öylece etrafı dinledi.
Etrafta çok kuş olmalıydı. Cıvıltıları olmasa uyanamıyacaklardı belki de. Daha
sonra bir bebek ağlaması duyar gibi oldu, sonra kedi miyavlaması
zannetti. Bingöl de köyde bebek ağlar gibi miyavlıyan bir kedisi vardı
muhtarın. Bir gözü mavi bir gözü yeşil. O aklına geldi. Ve suphanallah dedi.
Uzaktan uzağa yankılanarak geliyordu ses. Birazdan ses kesildi. Gitti kapının
önündeki musluktan elini yüzünü yıkadı abdest aldı. Alel tecel güneşin doğuşuna
bakıp kıble tayin ederek sabah namazını kaza etti. Ağlama sesi şimdi daha
şiddetli olarak tekrar başlamıştı. Sesin geldiği yöne doğru
gitti. Bembeyaz bir bebek arabasından geliyordu ses. Etrafa bakındı
kimsecikler yoktu. Biraz daha yaklaştı. Bebek arabası sallanıyor muydu ne?
İçine baktığında bir bebek gördü. Bir daha etrafa baktı. Kimse yok mu diye
bağırdı. Etraftaki kuş sesleri rüzgarda hışırdayan yaprak seslerine
karışıyordu. Sağa koştu, sola koştu kimseyi göremedi. Bebek ağlamayı şiddetlendirince
arabayı önüne katıp kulübelerine getirdi. Bebeği kucaklayıp içeri soktu. Eşi
sobayı etraftan topladığı çalı çırpı ile tutuşturmuş içeriyi sıcacık yapmıştı.
Kucağında bebeği görünce nerden buldun bunu deyiverdi. Eşine durumu anlattı.
Bebek arabasını da içeri alarak içine iyice bir baktılar. Arabada 2 şişe dolusu
biberon, bir koca paket bebek bezi ve bir de mektup buldular. Mektub’u açıp
kekeliyerek okudular.
“Bebeğime
ne olur iyi bakın.”
Kağıdın
arkasına baktılar,önüne baktılar, bebek arabasının her yerini didik didik
ettiler, hepi topu bu 5 kelimeden başka bir belge veya işaret yoktu.
“Bebeğime
ne olur iyi bakın.”
Eşi
kesik kesik zırlayan bebeğin altını temizledi, “kız buuu!” deyiverdi
gayri ihtiyari. Adam sustu. Karısı biberondaki mamayı önce kendi tattı sora bir
sıcak su içinde ısıttı, ebe anneden gördüğü gibi elinin üstüne silkeleyip
damlattı, sıcaklığının uygun olduğunu görünce bebeğe verdi. Bebek büyük bir
iştahla biberonu bitirdi. Arkasından yaşından umulmayacak bir şekilde kalın bir
sesle geğirdikten sonra etrafa bir iki gülücük atıp uykuya dalıverdi. İkisi
birden somyanın üstüne çöküverdiler. Tek kelime etmeden arada bir birbirlerinin
gözüne bakarak uzunca bir süre düşüncelere daldılar.
Karısı
birden:
“Bizim
olsun.” Deyiverdi.
“Nasıl
yani?” Dedi bizimki.
“Elin
bebeği, tövbe tövbe olur mu?”
“E
besbelli” dedi eşi,
“Anası
terketmiş, biz bulduk, ne olur bizim olsun!”
“Olmaz!”
dedi
diklendi, ama olur mu diye de geçirdi içinden. Bunca çekilen çilelerden sonra
Allah yüzlerine gülmüştü işte. İki odalı, suyu içinde eşyası döşeli şahane bir
ev, iyi bir iş bir de bebek. Eve şöyle bir göz gezdirdi. Daha ne olsun diye
düşündü. Ama olur muydu ki? Jandarma ya haber vermeleri gerekmez miydi? Sonra
“Cahilsin oğlum.!” Dedi kendi kendine içinden. Arkadaşlarından duyardı şehir
yerinde jandarma olmazmış, polis bakarmış her türlü güvenlik işine. Polis e
gitmeleri gerekmez miydi? Etrafta koşturmuş, kimseyi görememişti.
Anası olacak kancık yediği haltı kimselere izah edememiş bırakıp gitmişti
besbelli. Bir
an bir kızım olsaydı, bu kız benim olsaydı. diye düşündü. Sonra kendi kendine
kızdı. Olur mu dedi benim kanımdan değil ki? Kimbilir kimin piçi? Bütün bunlar
şimşek gibi beyninden geçerken birden karısının yalvaran gözlerle ona baktığını
farketti.
“Ne
olur?” diyordu “ne olur? Anası bırakmış gitmiş, biz sahip çıkarız, kendi
çocuğumuz gibi büyütürüz. Ne olur he?” “Dur kadın” dedi “dur. Düşünelim. Belli
olmaz hem yarın pişman olur anası gelir arar. Geri vermek zorunda kalırız.”
“İyi
ya!” dedi karısı, “o zamana kadar bakarız.”
Bingöl,
köy, Adana, uğurlamaya gelen akrabaların bıyık altından sevinçleri, yolculuk,
otobüs, arkadaşı, yollar bugünkü belediyedeki müdür hepsi kafasında fır dönmeye
başladı. “Peki.” dedi “peki.” “Bir düşünelim bakalım.”
“Çok
yaşa be adam!” dedi karısı “çok yaşa e mi!”
“Düşünelim
dedim, evet demedim.” dediyse de karısı çoktan bebeğin başına dikilmiş bebeğin
üzerindeki örtünün uçlarını çekiştirip düzeltiyordu.
Bütün
bunların hepsi bir film şeridi gibi aklından geçti. Düşünceleri kafatasını
delip dışarı çıkıyorlar zannetmişti ki kafasını masaya vurduğunu hatırladı.
Gözünün önünde gazetedeki resim dansederken aynaya baktı. Karısı bir naylon
torbaya koyduğu buzu eline verdi. “Şişliğin üstüne koy acısını alır” diyerek.
Buz torbasını aldı kalbinin üstüne koydu, bir müddet sonra gömleği ıslanınca
alnına koymadığını farketti. Gazetede ki kadın resmine takıldı kaldı aklı.
Nasıl da kızına benziyordu? Tekrar gazeteyi eline aldı, resme dikkatlice baktı.
Göğsünde ıslanan yer karıncalanmaya başladı. Hafif bir ağrı arkasından bıçak
saplanır gibi bir acı. Gazetedeki resmi parmaklarının arasında sıkıştırdı,
eşine seslenmek istedi ama sesi çıkmadı. Salondaki kanapeye yan yatıverdi. Ağrı
birden kesildi ama bütün vücudunu bi halsizlik, tarifsiz bir huzur kapladı.
Tavandaki avizeye takıldı gözü. Dili fıs fıs etse de aklından
defalarca "eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhü
veresulihi." dedi, “Tövbe Yarabbi, affet ne olur affet!..” dediğinde çok
uzaklardan karısının “Yetişin komşular! Kocam….” dediğini duyar gibi
oldu, gazetenin diğer sayfaları elinden kaydı düştü, kanepeden bembeyaz yün
halının üstüne pamuk balyası üstüne konan bir kuş tüyü gibi yuvarlanıverdi…
Lütfen Yorum Yapmayı Unutmayınız!
Lenger
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder